Kuzenim zor bir hamilelik geçiriyor. Bir süre teyzemin evinde istirahat etmesi gerekecek. Aradım, önce kuzenimle sonra teyzemle konuşmak istedim. Maksat iç ferahlatmak, paylaşmak. Teyzemin “nasılsın?” demeden önceki cümlesi, “ben de seni arayıp sana nasihat verecektim” oldu. Bana nasihat edecek tabii. Diyecek ki, doğurmayıp otuzlarınızda doğurmaya karar verdiğinizde başınıza böyle şeyler geliyor. Bir an evvel doğurmalı, hayattaki önceliklerini buna göre yeniden gözden geçirmelisin diyecek. Hamileyim demeyip çalışmaya devam etti, bak başına neler geldi diyecek ve feyz almamı bekleyecek. Böyle bir garabet durumda dahi benimle nasıl böyle konuşabildiğine şaşacağım ben de. Sonra, doğru düzgün konuşmayı beceremediğimiz için büyük bir öfke duyacağım. Uyku tutmayacak, önce Agnes Varda’nın “Neşeli bir feminist olmak isterdim fakat çok öfkeliydim” cümlesi hatırıma gelecek. Sonra Rana Kelleci’nin bu platformda yakın zamanda yayımlanmış olan yazısında sorduğu, “feminist öfkemiz neye dönüşüyor” sorusundan ilhamla, gecenin üçünde bu yazının başına oturacağım.
Son zamanlarda benzer nasihatlere farklı bağlamlarda sık sık maruz kaldığımdan mahremiyetin çok da belirgin olmayan sınırları ve kadınlık üzerine düşünüyorum. Zaman zaman rafa kaldırdığım, bazen bir öfke nöbetiyle geri çağırdığım bu tefekkür hâline çoğunlukla yukarıda bahsettiğim “artık çocuk yapın” çağrısı neden oluyor. Bu buyurganlıkla her karşılaştığımda içimden öfkeli bir ben çıkıveriyor, karşımdakini kırıp döküyorum. Hayatımın ve bedenimin bana ait olduğunu kesin bir dille hatırlatıyorum. Kısa süreli bir rahatlama, sonrasındaysa kabalık ettiğimi düşünüp vicdan muhasebesine giriyorum.
31 yaşındayım. Dört yıllık mutlu bir evliliğim, hayatı paylaştığıma memnun olduğum biri var. İyi okullardan mezun oldum, iyi bir işim var. Mutluyum ve eksik hissetmiyorum. Çalışmayı, okumayı, kendime yetme hâlini seviyorum. Düzenimi, rutinimi seviyorum. Bunu önce ailemin sayıca kalabalık kadınlarına defaten anlatmam sonra da akıl sağlığımı korumak için kendime nazikçe hatırlatmam gerekiyor. Onların nezdinde şu hâliyle hayatımın tam olma ihtimali yok. İşimin, diplomalarımın, kendi ayaklarımın üstünde durabiliyor olmamın hiçbir kıymeti yok. Anne olduğumda hayatımda beni mutsuz edebilecek önemli değişikliklerin olma ihtimali, bakım yükünü kimin üstleneceği gibi detaylar ise bu tam olma gerekliliği karşısında önemsiz kalıyor. Öte yandan mahremiyetimin sınırları bir kez ihlal edildi mi, bu taleplerin ardı arkasının asla kesilmeyeceğini iyi biliyorum. Beş yıl öncenin konusu evlilikti nitekim. Evlenmek tek başına yetmedi doğur baskısı başladı. Doğurursam önce nasıl emzirdiğimden nasıl uyuttuğuma kadar her adımla bir hedef tahtası hâline geleceğime eminim. Sonra “arayı açmadan ikinci çocuğu da yap” lafları gelecek. Belki üç? Kim bilir. Beş dakikadan uzun sürmeyen bu sohbetlerde film şeridi gibi gözümün önünden geçiveriyor müstakbel talepler. Dedim ya, bu süreçte kaybedeceklerimin, hissedeceklerimin, ne düşündüğümün ve en önemlisi kendim için ne hayal ettiğimin pek bir önemi yok.
Son zamanlarda “acaba çocukları olmuyor mu?” endişesi ile daha da arttığını tahmin ettiğim bebek telkinleri muhafazakar sayılabilecek geniş ailemin kadınlarıyla konuşabildiklerim ve konuşamadıklarıma dair bir sorgulamayı beraberinde getirdi. Cinselliğe dair hiçbir şey konuşmadığımızı farkettim bu süreçte mesela. Bebekleri leylekler mi getiriyordu sahi? Ne ergenlik döneminde, ne de yetişkin bir kadınken toplumun dayattığı normlara uyma yönlü uyarılar dışında bedene dair hiçbir şey paylaşmadığımızı üzülerek hatırladım yine. Keza evliliğin çocuk dışındaki hiçbir alanı uluorta sohbet konusu edilmedi. Eşin sana iyi davranıyor mu demediler mesela. Mutlu musun diye sormadılar. Evlisin ya, gerisi önemsiz. Çocuk mevzusu dışındaki her şey “karı-koca mahremiyeti” prensibi çevresinde değerlendirildi bir nevi. Kısa telefon konuşmalarının ilk ve son cümlesi olmadı hiçbiri. Beş çayı muhabbetlerinde ortaya dökülmedi.
Öfkemden, mahremiyetin “katı” sınırlarının doğurmak söz konusu olduğunda bu denli esnetilebilmesinin çelişkileri üzerine kafa yoruyorum. Nasıl oluyor da cinselliğe dair tek kelam edemediğim aile büyüklerim tutarlılık söz konusu olursa en az cinsellik kadar mahrem kabul edilmesi gereken doğurmak meselesini ortaya saçıveriyor? Nasıl oluyor da pekala “karı-koca arasında”ki meselelerden biri olan çocuk sahibi olma kararı üstten bir buyurganlıkla tek taraflı olarak sorgulanabiliyor? Şaşırmıyorum tabii. 30’lu yaşlarının başında, evli ve çocuksuz pek çok kadının deneyimlediği bu müdahaleyi iyi tanıyorum. Tutarlılık istiyorum sadece. Orgazmı, hazzı ve arzuyu da konuşalım istiyorum beş çayı sohbetlerinde. Cinsellik ya da şiddet deneyimlerimizi de paylaşalım istiyorum. Konuşmak tahakküm etmenin değil de dayanışmanın bir aracı olsun istiyorum… Mahremiyetin perdelediği bütün acıları ortaya dökelim, yaralarımızı saralım istiyorum… Kadınlık hâllerimizi samimiyetle paylaştıktan sonra öfkemi bir kenara bırakır, anne olmaya dair kaygılarımı ya da hayallerimi açabilirim ben de belki. Gerçek bir iletişim olurdu o zaman bu, öyle değil mi? Mahremiyetin kadınların aleyhine çalışan muğlak sınırlarında, dünya için küçük ama geniş ailemiz nezdinde mühim bir kadın dayanışması örgütlemiş olurduk hem.
Bunu neden başaramıyoruz diye hayıflanmaya başlıyorum tabii sonra. İstisnasız hepsi bu düzenin mağduru olan geniş ailemin kadınları, neden bizim için farklı hayatlar tahayyül edemiyor? 23 yaşında beni doğuran annem babamı ben 12 yaşımdayken terk etti mesela. Neredeyse hepsi 20 yaşından evvel evlendirilen ve kısa sürede bebeklerini kucaklarına alan teyzelerimin hayatlarının bir döneminde sistematik olarak kendilerine şiddet uygulayan eniştelerime çok güzel hisler beslemediği eniştelerim dahil hepimizin malumu. Bu “sevgi dolu” aile ortamlarında yetişen ve bir hayli kalabalık olan biz genç nesillerin ise pek mutlu çocukluklar yaşamadığını söylemeliyim. Hâl böyleyken neden biz genç kadınların da birebir aynı yolu izlemesi gerektiğini düşündüklerini anlamakta bir hayli zorlanıyorum. Hadi baskılara boyun eğip evlendik, neden evli ve çocuksuz olamıyoruz? Neden bizim için başka hayatlar hayal etmiyorlar da benzer bir döngünün içine davet ediyorlar bizi?
Deniz Kandiyoti’nin, kadınların ataerkil sisteme neden ve nasıl uyum sağladığını sorunsallaştırmak için öne sürdüğü “ataerkil pazarlık” kavramı beynimin içinde dönüyor da dönüyor bu noktada[1]… Doğurmanın kadınlara esasen onların aleyhine işleyen toplumsal hiyerarşide çok da fena olmayan bir pozisyon vaad ettiği varsayılıyor bir anlamda. Doğurmak, her ne pahasına olursa olsun doğurmak… Yetmezse bir daha doğurmak… Sözkonusu hiyerarşinin merdivenlerini binbir çileyle tırmanan ve karşılığında fena sayılmayacak bir konfor(!) kazanan teyzelerim, bizleri de aynı yolu izlemeye ve bu hiyerarşiyi yeniden üretmeye davet ediyor. Alternatif tahayyüllerin belirsizliği karşısında, başını sonunu iyi tanıdıkları bu aterkil döngüye çağırıyorlar bizi bir anlamda. Bunu “mahremiyet sınırları” içinde kabul edilen, belki de cesaret edemediklerinden sor(a)madıkları “tehlikelerden” bizi korumak için mi yapıyorlar bilmiyorum. Ama bu ataerkil pazarlığın mahremin çirkin yüzünü bir güzel meşrulaştırdığını düşünüyorum.
Anneme ve teyzelerime müteşekkirim. Çok zor koşullarda bizi bugünlere getirdiklerini biliyorum. Ama lütfen biz genç kadınları azad edin. Azad edin ki kadınlığımızı sizin bildiğiniz ve olması gerektiğine inandığınız gibi değil, kendi bulduğumuz doğrulara göre, canımızın istediği gibi yaşayalım. Azad edin ki tırmandığınızı sandığınız o tahakküm merdivenlerini tümden ateşe verelim. Azad edin ki birbirimize dert değil şifa olalım.
[1] Deniz Kandiyoti (1988), “Bargaining with Patriarchy”, Gender and Society 2, No.3 (1988): 274-290
Görsel: Niloufar Banisadr