Burası mahkeme değil ki ağzımı tıkayasın
Lysistrata, Aristophanes
Şiddetin bir sahibi yokmuş demek. Avrupa Parlamentosu’ndan Hollywood’a, İngiltere’deki maliye bakanlığından Kore’deki valiye, yerel düzeyde ünlü erkeklerden uluslararası düzeyde anlı şanlı erkeklere tesir eden topu topu 13 yıllık Me Too hareketi, küresel düzeyde milyonlarca kadının katıldığı hem yatay hem dikey, aynı anda zincirlemeli, dalgalı, girdaplı, yer yer patlamalı seyriyle ürkütücü bir kaostur, evet. Bu acı veren katharsisin topluma yumuşakça dokunması beklenemezdi zaten. Belli ki kendi kendini tasfiye edinceye dek daha da büyüyecek. Ama önce canavarın agoradaki yıkılışını görmesi gerek.
Canavar, metaforik manada taşraya aittir. Devletin her eve doğrudan temas ettiği, kaymakamın, tapu memurunun, gardiyanın, başhekimin, jandarma komutanının ve daha nicesinin adlı adınca bilindiği, devlet mekanizmasıyla tümüyle tensel ilişki kurulan bir yerdir taşra. Kapitalist modernitenin kusursuz işletildiği bu taşraya, her yerleşkeye sızan zihinsel bir mekân diyebiliriz. Canavarın mekânında herkes birbirinin düğününe gider. Başka deyişle her düğün taşrada geçer. Bu metaforik taşrada ortak değerler sanki ölümsüzdür. Soyadların ucu, ilkin göçmen bir büyükbabaya, büyükbabadan önce bir kahramana, ondan önce bir kurda, kartala ya da görkemli bir hayvana uzanır. Canavarın taşrasında bu sıradüzenli hikâyeyi hafızada tutmak daha kolaydır çünkü. Orada gözetecekleri ve gözetleyecekleri köklü aileyi el birliğiyle kurarlar. Düğün alayı erkek egemenliğin evrensel tarihine eklenir.
Düğüne bir çeşit potlaç şöleni diyebiliriz. Yabanıl toplumlardan kalma potlaç (fazla olanın beraberce tüketilmesi) kapitalist modernitede şekil değiştirip, dünürlerin birbirine meydan okuduğu, verdikleri armağanlarla davetlilerin saygınlık rekabetine giriştiği ritüele evrilmiştir. Bütün toplumsal baskı biçimlerinin yeniden üretileceği aile yinelenir. Aile jandarma komutanına, kaymakama, valiye imge sunmaz, onların buyruklarını aileye taşır. Bir baba nasıl baba olacağını öbür babasal kurumlardan öğrenir. Örneğin, Giresun’daki Topal Osman heykelinden. İşte biz hepimiz o düğünden peyda olduk, son 500 yıldır işleyen kapitalizmin taşracıklarından. Düğün alayında canavar da vardı hem. Kolektifin gözetleyicisi olarak.
Peki nasıl beslenir bu canavar? Tüketemeyeceğinden fazla enerjiyle. Düğün kurmuş, soyunu sürmüş, herkesin güneşten beslendiği bu sınırsız enerji akışı içinde insan fazlayla baş edemez. Bolluğu tersinleyecek kıtlık duygusu yaratarak, tüketimi, dolayısıyla şiddeti üretir. Fazla gelen güneş ışığının deri kanseri yapması gibi. Bataille’ın Lanetli Pay metniyle düşünelim: Toplum düz bir çizgide yabanıllar, barbarlar, uygarlar diziliminde ilerlemez, toplum spiraller çizer. Tarihi ilkel-uygar, ileri-geri gibi kavramlarla okumak olanaksızdır. Tarih ilerlemenin değil, insanın kendine yabancılaşmasının tarihidir. Bugün kapitalist modernitenin içinde yabanıl da vardır barbar da. TOKİ konutlarından, Boğaz’daki yalılara, yazlıklardan villalara yaşadığımız her yere sinen canavarın taşrasında, düğünlerde rahim değiş tokuş edilir hâlâ. Tamtamlar eşliğinde. Müzik, mum alevi, romantik sofradan sonra gelen sevişme eski bir tanrıya yapılan sunudur.
Peki ya nesne-kadının fazlası ne olacak? Kendi iktidar alanında steril bir dünya kuran erkek, ne yapıp edip bu artık kadını harcayacak. Elindeki iktidarla harcayacak, ünlü bir yazarsa edebiyatla, saygın bir akademisyense üniversitedeki konumuyla, bakansa yürütme yetkesiyle, bekçiyse belindeki copla harcayacak. Kendi bedenindeki enerjiyi aşksız, sevgisiz, şefkatsiz, duygusuz alana taşıyarak yalan, riya, ihanet yardımıyla şiddet üretecek. Tecavüzle, tacizle harcayacak. Gelinin dışındaki kadınlar hısım akraba arasında mübadeleye giremeyecek kadar çoktur çünkü. Bu kadar çok amla bu kadar çok memeyle baş etmek kolay değil. Sözün özü öteki kadın erkeğe düşen paydır. Ama ne ki erkeğin taciz ettiği her kadın, gerçekte onun lanetli payıdır.
Toplumun kaotik akışlarda sürekli evrildiğini görmeyen ebleh erkek için, devranın hep böyle dönmeyeceğini akıl etmek elbette çok güç. Erkek egemen mübadele rejiminden kaçmış milyonlarca kadın var şimdi. Uğradıkları şiddet yüzünden sevgiyle şiddeti birçoğu aynı kalıba döküp o kalıpla hayat sürmüşler. Bildikleri korkularla tipik yaşam stratejileri kurup hayatı tökezleyerek adımlamışlar. Gelgelelim bu kalıplar yüzünden yaptıkları özel tercihlerin sahici birer tercih olmadığını, tuttukları sırların, taşradaki canavarın sessizliği olduğunu fark edeli epey oldu. Onları, ortak travmalarıyla toplaşan yabanıl bir topluluk gibi düşünmeli. Zorlayıcı bir erginleme töreninden geçmiş bu kadın öznelerin hak mücadelesi elbette kalabalık olacaktı. Onlar yöntem açısından sadece Me Too hareketine yaslanmadılar da. Göçmen Yörüklerde bir erkekten şikâyet eden kadının oymağın ortasına gelip kızıl yaşmağını yere çalmasını, Alevilikte uygunsuz hareket eden erkeğin düşkün sayılıp tecrit edilmesini de anımsadılar. Kaldı ki yabanılların hayatı apolitik canavara göre kıyaslanamaz ölçüde politiktir. Onlar devletten dışarı atılmış despotsuz, imparatorsuz, kralsız, başsız kadınlardır. Zamanında, taşradaki bütün adliyeler yüzlerine kapandı, polis tutanaklarından savcıya, adli tıp doktorundan hâkime değin kimseye kendilerini dinletemediler. Bu kez kendi adlarına “ben de” diyorlar. Uğrayacakları inkara, reddiyeye, küçümseye rağmen dünyayla özel ilişki kuruyorlar. Şimdi çok şiddetliler, doğru. Hukuksuz ve başıbozuklar. Ellerindeki tek hukuki norm, kala kala kalbin hakemliği kaldı. Aralarından bazıları iftiracı, şımarık, hatta çaçaronlar, kimisiyse hâlâ suskun. Ama ne yapalım, halk oyunları temsili düzenliyoruz diyen olmadı zaten. Ortaya dökülen asap bozucu skandal dizisinden belli oldu ki şiddetin tek sahibi tacizci erkek değilmiş, bir de kimsenin hesap etmediği kadınların karşı şiddeti varmış. Tacizle örselenen kadınlar lanetli pay olmaktansa, yeryüzünün akışkan bedenine katılıyorlar şimdi.
Şiddete gelince, Aristophanes’in yazdığı tarihin ilk savaş karşıtı oyunu Lysistrata’yı anımsayalım. Atina’da ortalık gergin. Spartalılarla Atinalılar birbirine girmiş kan gövdeyi götürüyor. Akropolis’teki hazine sadece savaşa akıyor. Kafası atan Lysistrata Atina’daki ve Sparta’daki kadınları örgütleyip cinsel direniş başlatıp mealen kocalarınızla sevişmeyeceksiniz, hepsini hissiz bir kabuk gibi boş tutacaksınız diyor. Atina’daki Akropolis’e doluşan kadınların hepsi Lysistrata’ya katılıp eve dönmeyi reddediyorlar. Erkeğin savaş geleneğinin karşısına şehevi yoksunluk koymalarıyla Atina’da hayat yerle bir oluyor. Tapınağın kapılarına dayanıp yalvaran erkekler mi dersiniz, ortalığı velveleye veren ihtiyar heyeti mi, Lysistrata’yla arkadaşları Akropolis’i ele geçirince erkekler kuduruyor tabii. Hem iktidar alanları ele geçirilmiş hem de cinsel açlığa terk edilmişler. Öldürme hamleleri, yakma tehditleri, kuşatma girişimleri ardı ardına. Kadınlar direniyor. Hem de yakıcı bir alayla. Bollukla insan yıkıcılığı arasındaki gerilimi bundan daha kısa ve çarpıcı anlatan bir diyalog okumadım henüz.
Lysistrata – Yeter artık erkeklerin çarşıda pazarda zırhlar içinde dolaşmaları!
Probulos- Elbette dolaşacaklar erkeklerin işin bu.
Lysistrata- Evet ama gene de gülünç, kılıçlı kalkanlı erkeğin minnacık balıklar satın alması.
Kleonike- Hem de nasıl. Bir süvari komutanı gördüm,
Uzun saçlı bir adam, atına binmiş,
Bir kocakarıdan aldığı bakla ezmesini tunç miğferine doldurmasın mı?
Bir başkası tepeden tırnağa silahlar içinde,
Bir elinde mızrak, bir elinde kargı,
İncir satan kadının peşine düşmüş,
Bir yandan da ha babam zeytinleri atıştırıyordu. (sa. 171)
Kadınların şiddeti tırmandıkça Atina’daki erkekler çaresiz kalıyorlar. Yakmak istedikleri tapınak da onların, içerideki kadınlar da. Lanetli pay yok artık, kaos var. Bu kargaşalığın önüne nasıl geçeceksiniz, diye soruyor ihtiyar heyeti. Lysistrata, çok kolay, diyor.
Yünü nasıl işlersek öyle
Yumak karıştı mı ne yaparız
Bir o yana çekeriz, bir bu yana çekeriz, hemen düzelir.
Önce ham yün ne yapılır,
Bir güzel yıkanır, sonra yalağın üstüne serilir
Tokmaklarla dövülüp kabası ayıklanır
Atina’nın da tıpkı onun gibi kirini pasını,
Kötüsünü kabasını defetmeli,
Mevki sahibi olacağız diye birbirine girip,
Kördüğüm olanları tarakla ayırmalı,
Birer birer kafalarını koparmalı,
Geriye kalan iyileri toptan bir sepete doldurmalı,
Azınlık çoğunluk, yerli yabancı demeden,
Hepsini bir araya koymalı.
Bu memleketten göçmüş,
Başka şehirlere yerleşmiş insanları da
Öteye beriye saçılmış yün parçaları gibi toplamalı,
Onların ipliğini de bizimkilere katıp
Kocaman bir yumak hazırlamalı,
Sonra da bu yumakla halkın hırkasını örmeli. (sa.172)
Sparta ve Atina arasında barış sağlandıktan sonra Akropolis’in merdivenlerinden muzafferane inen Lysistrata’yı bir an için hayal edin. O bugünün Me Too hareketine katılan bütün kadınların alter egosudur şimdi. Kafası yine atmış, elindeki sopayı havaya kaldırıp bugün fena haykırıyor:
Atinalılar!
Atina’nın utanmaz erkekleri
canım isterse oynaşır, canım isterse evde turşu kurarım
canımın istediğine göz kırpar,
içimin çektiğine bacaklarımı açarım
dilersem kevaşeyim, dilersem şiirli şıllık
‘hayır’ dediğimde ola ki bir adım daha atın
sahip olduğunuz her şeyi elinizden alırım
kaplanın kuyruğunu tuttuğunuzda
başınızın kopacağını unutmayın.
***
Dünya Klasikleri, Aristophanes “Barış Oyunları” seçkisinden. Çvr. Azra Erhat, Sabahattin Eyüboğlu, Hürriyet Yayınları, 1976.
Ana görsel: Atina’dan terakota yağdanlık üzerinde yün eğiren kadınlar (M.Ö. 550 – 530.) Metropolitan Müzesi.