Lydia Davis, kısa (kıpkısa!) öykülerin yazarı. 2013 Uluslararası Man Booker ödülünün sahibi. Aynı zamanda Blanchot, Flaubert, Proust çevirileriyle tanınan dünyaca ünlü bir tercüman. Ama en çok da hislere tercüman. Zira Davis, karmakarışık bir duygu durumunu alır, en yalın haliyle karşınıza bırakır, ne yapacağınızı bilemezsiniz. Güldürür. Hiç tanımadığınız bir kadını yakınınız yapar. Yarısından başlar hikayeye, bittiğini anlayamadan darmadağın olursunuz.
Yazarın kısa hikayelerine hürmeten lafı daha fazla uzatmadan röportaja geçelim, Davis’in Türkçe’ye çevrilmiş üç kitabı olduğunu hatırlatarak: Neredeyse Hiç Hatırlamıyor (Everest Yayınları), Rahatsızlık Çeşitleri (Everest Yayınları) ve Yapamam ve Yapmayacağım (Encore Yayınları).
N.T.: Nasılsınız? Kendinizi nasıl hissediyorsunuz bu günlerde?
L.D.: Cevaplamak için çok güzel bir gün değil doğrusu. Yüksek Mahkeme adaylığı meselesiyle ilgili mutlu değilim. Bu ülkede (Amerika Birleşik Devletleri) gitgide azalan demokrasiyle ilgili de aynı şekilde. Ama kişisel olarak iyiyim. Eğer insanın politikadan bağımsız iyi olabileceği bir durum hala mümkünse tabii! Umarım Amerika’daki herkes -politik görüşü ne olursa olsun- oy kullanır. Sesimizi çıkartma zamanı! (Röportaj Amerika’daki ara seçimlerden hemen önce yapılmıştı)
N.T.: Günlük yazma pratiğiniz nasıl? Her gün düzenli yazıyor musunuz?
L.D.: Her zaman belirli bir yazma rutinim yok, ama önümüzdeki aylarda bir kaç büyük projeye başlayacağım o yüzden bugünlerde düzenli olarak çalışıyorum. Daha doğrusu o büyük projeler başlamadan bir kaç küçük işi halletmek istiyorum. Bugünlerde, sabah 10.30 civarı masanın başına oturmuş oluyorum, iki saat gündüz, iki saat de öğleden sonra yazıyorum ve yemekten sonra da bir saat başka bir iş üzerinde çalışıyorum. Bu zamanlar genelde çeviriye ayırdığım zamanlar oluyor. Seneler içinde yazma rutinim çok değişti, ama ne zaman büyük bir projem olsa disiplinli bir şekilde çalışıyorum.
N.T.: Size kısa öykülerin ustası demek yanlış olmaz. Sizin için kısa öykü diğer edebi türlerden nasıl ayrılıyor? Mesela kısa öykünün yapıp diğer türlerin yapamadığı ne var size göre, ya da tam tersi?
L.D.: Benim yazdığım kısa öyküler genelde o kadar kısa oluyor ki okuyucuya ‘içinde kaybolacakları’ bir zaman tanımıyorlar. Kimi okuyucu bunu seviyor, kimiyse onlara etraflarındaki her şeyi unutturacak uzun kurgular okumayı tercih ediyor. Ben de bu sözünü ettiğim uzun, daha karmaşık kurguları çok seviyorum (misal bugünlerde The Yearling’in yazarı Marjorie Kinnan Rawlings’den bir roman okuyorum). Ancak; şu anda kalmak, okuyucuya aktif olabileceği bir alan bırakıyor, hem hikayeyi genişletebilecekleri, hem de onu istedikleri gibi sündürüp boşlukları tamamlayabilecekleri bir alan. Ayrıca çok kısa bir öyküde, dile yapılan vurgu da haliyle daha az oluyor.
N.T.: Sizin için iyi bir cümle ne anlama geliyor, ya da ‘yeterince iyi’ bir cümle?
L.D.: Bir sürü iyi cümle çeşidi var şüphesiz. Bunları tüm çeşitliliği içinde çalışmak için Virginia Tüfte’un Artful Sentences’ını şiddetle tavsiye ederim. Okuması çok zevkli bir kitap. Sırf satın alıp etrafta tutsanız, arasıra baksanız dahi kesinlikle daha iyi bir yazar haline gelirsiniz. Ama iyi bir cümle için asgari şartları sayacak olsam şunları söylerdim: Gramer ve imla bakımından hatalı olmaması (şayet yazar bilerek hatalı kullanımı tercih etmiyorsa), yazdığınız şeyin kulağa nasıl geldiğine gösterdiğiniz özen, kasten veya rastlantısal tekrara özen göstermek, soyut ya da somut kelimelerin farklı kullanımlarına aşina olmak. Daha çok şey söylenebilir ama başlangıç olarak bunlar.
N.T.: SUNY- Albany Üniversitesi’nde yaratıcı yazarlık dersleri veriyorsunuz. Bir yazar olarak seneler içinde edindiğiniz tecrübe bir öğretmen olarak pratiklerinize nasıl yansıyor?
L.D.: Aslına bakarsan, emekli oldum. Tahmin edersin ders vermek çok zaman ve enerji alıyor, bu yüzden bıraktım. Bütün hayatım yazmak ve okumaktan ibaret olunca, öğrencilerin yazma becerilerini nasıl geliştirebileceklerini görmek benim için çok zor olmuyordu. Hem sınıfta hem de sınıf dışında kitap, öykü veya şiirler okuyup onları analiz etmek, bu metinlerdeki belli stilistik özellikleri farketmelerini sağlamak oldukça yararlı diye düşünüyorum. Envaiçeşit yazma egzersizleri yapıyorduk. Ben yazmanın büyük ölçüde öğretilebilecek bir şey olduğunu düşünüyorum.
N.T.: Sizde kayıp ve edebiyat arasında bir ilişki var mı? Ya da kayıp ve kurgu. Bunu şu nedenle soruyorum: Kayıp bir tema olarak işlerinizde sık sık karşımıza çıkıyor. Örneğin ‘Onların Yasını Nasıl Tutmalıyım? ya da ‘Aile Bireylerini Gömmek’ gibi öykülerinizde bu daha belirginken, bazı öykülerinizdeyse daha dolaylı referanslarla kayıp bir arzu nesnesine yada ‘İşgal Altındaki Ev’de olduğu gibi bir güvenlik duygusunun kaybına işaret ediyorsunuz)
L.D.: Kayıp ve edebiyat arasında nesnel olarak bir bağ var mı emin değilim. Benim işlerimde sıkça dile gelmesinin nedeniyle başkalarınınki arasında farklar olabilir. Bence bizi etkileyen ve duygulandıran şeyler üzerine yazıyoruz. Şayet mutluysak ve pek de bir sıkıntımız yoksa daha az yazma eğiliminde oluyoruz. Ancak sevdiğimiz bir şeyi kaybettiğimizde, yazmak beraberinde bir rahatlama getirebiliyor ya da kaybettiğiniz şeyi hatırlamanın bir yolu haline gelebiliyor. Şayet daha mutlu bir anımızda değil de böylesi bir kaybın ardından daha çok yazıyorsak, yazdığımız şeyler ekseriyetle kayıpla ilgiliymiş gibi görülebilir. Bu yüzden tam olarak gerçeği yansıtan bir tablo çıkmayabilir buradan… En azından benim bu konuyla ilgili teorim bu.
N.T.: Hem çok önemli bir çevirmensiniz hem de eserleriniz bir çok farklı dile çevriliyor. Her iki tarafta da tecrübesi olan biri olarak, çeviri sizin için ne anlama geliyor?
L.D.: Bu çok büyük bir soru. Şu anda iki ciltlik denemeler üzerinde çalışıyorum. Bunlardan birincisi, çeviri üzerine olmayan, 2019 sonbaharında yayınlanacak. Doğrudan çeviriyle ve başka diller öğrenmeyle ilgili olansa, yani ikincisi, ondan bir iki sene sonra çıkacak. Bu yayınlar benim seneler içinde yazdığım denemelerin, önsözlerin ve verdiğim konuşmaların bir derlemesi niteliğinde olacak. Ben o kadar senedir çeviri yapıyorum ve bunun üzerine o kadar çok yazdım ki bu soruya burada hakkıyla cevap vermem mümkün değil. Ama şunu söyleyebilirim ki çeviri benim her zaman, hangi duygusal durumda olursam olayım yapabileceğim ve yapmaktan her daim zevk aldığım bir şey. Şu anda bu saydıklarımdan farklı olarak Alman Yazar A.L. Snijders’ın kısa öykülerini derlediği bir kitabı çeviriyorum, New Directions’dan çıkacak. İsviçreli bir yazar olan Peter Bichsel’in bir kitabını da çevirme ihtimalim var ama o daha kesinleşmedi. Bana kalırsa aktif olarak yazı yazan ve az da olsa diğer bir dile aşinalığı olan herkes çeviride şansını denemeli.
N.T.: Genelde öykülerinizdeki karakterlere isim vermiyorsunuz, şehirler ve yerler için de aynı şey geçerli, bu seçimin arkasında ne yatıyor?
L.D.: Bu soruyu şöyle cevaplayayım, şunu hayal etmeye çalış mesela: Bir şehre ‘New York’ demekle o şehre ‘büyük bir şehir’ demek arasındaki farkı düşün. New York’un insanların kafasında onlarca çağrışımı var, ama büyük bir şehir deyince bu daha az, hatta New York’tan bahsettiğimi düşünseler dahi bu böyle. İşte ben bir şeyin insanlarda daha az çağrışım yapma durumunu seviyorum. Temiz, ya da en azından daha temiz, bir başlangıç fırsatı veriyor. Karakterlere isim vermeye gelince, onu hep yapay bulmuşumdur, bu yüzden hep direndim isim vermek konusunda. Yerler konusunda olduğu gibi, büyük bir fark yaratıyor iki durum: Mesela bir karaktere ‘Angela’ dediğimde, kurgu bir yaratık empoze etmiş oluyorum üzerine, yine sende çağrışımı olan, benim daha önceki karakterlerime de gönderme yapan bir yaratık. Ama kısaca ‘o’ (she) dediğimde, kim olduğunu bilmediğimiz bir kadına, hatta belki de kendime referans veriyorum. Ya da okuyucu ve ben daha önce bu kadın hakkında konuşmuşuz da devam ediyormuşuz yanılsamasını yaratıyorum. Tam olarak nedenini açıklayamam ama bu tip şeylerdeki kararlarım rasyonel olmaktan çok içgüdüsel.
N.T.: Ritim sizin için ne anlama geliyor? Müziğe ilginiz olduğunu biliyorum. Ritim ve tekrarın hikayelerinizin başat ögeleri olduğu düşünüldüğünde ister istemez bu iki alan arasında bir bağ olduğunu düşünüyorum. Yoksa fazla bir okuma mı yapıyorum?
L.D.: Hayır, fazla bir okuma yapmıyorsun. Müzik eğitimimin (üst üste koyduğunda epey bir süre yapıyor ama buna rağmen hiç bir zaman başarılı bir müzisyen olamadım) yazıdaki ritim duygumun gelişmesiyle veya kelimelerin birbirlerinin arkasında nasıl tınladığıyla alakalı muazzam bir etkisi var. Bir yazar olarak dilin nasıl duyulduğuyla ilgili geliştirdiğin hassasiyet, seni nasıl yazdığınla ilgili daha duyarlı yapıyor. Seneler boyunca kemanı doğru notadan çalmayı öğrenmek, kulağını daha iyi yapıyor mesela, buna eminim!
N.T.: Son olarak, bugünlerde ne okumaktan hoşlanıyorsunuz?
L.D.: Çağdaş edebiyat kadar eskilerden de okumaya çalışıyorum. Bana kalırsa en son çıkan şeyleri okumak en önemli şey olmamalı. Hatta daha genç jenerasyon için belki sakıncalı bile, çünkü o kadar güncel bir şey okuduğunuzda bugünün kültürünü ve dilini içselleştiriyorsunuz, zaten kendi zamanınız olduğu için bunu daha da içselleştirmeye gerek yok aslında, zaten bu dille bu kültürle çevrilisiniz. Ben bir okuma diyeti yazacak olsam daha eskilerden okumalar önerirdim, 1930’lardan mesela. Bugünlerde okuduğum James Agee’nin A Death in the Family kitabını şiddetle tavsiye ederim. Daha önce ne yazarı ne de kitabı duymamıştım ama Millen Brand’ın The Outward Room’u da çok güzel, New York’ta geçen gerçekçi ama aynı zamanda da inanılmaz bir aşk hikayesi. Ama daha da erken dönemlerden okumak gerekir aslında, benim listemin en tepesinde Don Kişot var. Çağdaşlardansa, Kanadalı yazar Anne Carson’ın şiirlerini ve kısa yazılarını seviyorum. Ingmar Bergman’ın kızı Linn Ullmann’ın Unquiet’ı çok güzel ama daha çıkmadı sanırım. İtalyan yazar Natalia Ginzburg ve İngiltere’den Ali Smith’i de seviyorum.