Lohusa her ne kadar bir “kadın filmi” olsa da Gupse Özay, aslında konusu itibariyle değinebileceği birçok mesele, verebileceği birçok mesaj varken bu fırsatı sanki biraz da bilerek kaçırmış.

KÜLTÜR

Lohusa ya da Apolitik bir Ayrıcalıklılar Filmi

 

Gupse Özay’ın senaristliğini yaptığı ve aynı zamanda başrolünde yer aldığı son filmi Lohusa bir süre önce sinemalarda gösterime girdi. Bir akşam annem, teyzelerim ve kardeşlerimle kadın kadına bir sofrada otururken tam bir Gupse Özay hayranı olan annem sinemaya mı gitsek dedi. Yedi kadın hep birlikte çaylarımızı hızla içip evden çıktık, en yakın AVM’ye gittik ve ilk seansa bilet alıp filmi izledik. Evli değilim, anne de değilim ancak kız kardeşlerimin ve birçok arkadaşımın lohusalık dönemine şahit olmuş, bu dönemin -elbette totalde anneliğin- ne kadar zor bir şey olduğunu çokça gözlemlemiş, annemden ve çevremdeki diğer kadınlardan nice hikayeler dinlemiş bir kadın olarak filmi merakla izlemeye başladım. Öncelikle şunu söylemeliyim: Gupse Özay başarılı bir komedyen. Çoğu yerinde kahkahalarla güldüren, sonlarına doğru da ağlatan bir film yapmış. Sinemadan çıktığımızda hepimiz birbirimize filmde en güldüğümüz sahneleri anlatıp ne kadar keyif aldığımızı konuşurken annemin yüzünün asılmış olduğunu gördüm ve filmle ilgili düşüncelerini sordum. Annem filmi beğenmediğini, ana karakterin yaşadıklarını çok abartılı bulduğunu söyledi ve ekledi: “Biz böyle şeyler yaşamadık.” Şüphesiz aramızdaki tek “anne“ olarak görüşleri benim için oldukça önemliydi ama film üzerine henüz fazlaca düşünme fırsatı bulamadığım için bu söylediğini onun yaşına ve aramızdaki kuşak farkına bağladım. Esasında kendisinin de çocuklarını büyütürken ne kadar zorlandığını bildiğim halde “Artık kadınlar bu dönemi çok daha zor atlatıyor.” demekten ileriye gidemedim. Ama hayır! Eve gidip filmin üzerine biraz daha düşününce ve filmi izleyen tek kişi olarak arkadaşlarımla konuşmaya başlayınca annemin düşüncesine hak verdim. Çünkü filmin ana karakteri sadece annemi değil, lohusalık dönemini atlatmış olan ve annelikte hâlâ zorlanan yaşıtım arkadaşlarıma da hitap etmiyordu. Neden mi?

 

Nedenleri sıralamaya başlamadan önce Gupse Özay’ın, Deliha serisini bir kenara koyarak, Görümce, Eltilerin Savaşı gibi “kadın çekişmesi” temalı filmlerine değinmek istiyorum. Özay’ın film evreni genellikle kadınlar arası rekabeti komik ve hicivli bir şekilde anlatan hikâyelerden oluşuyor. Lohusa filmi de diğer filmleri gibi iki kadının çekişmesine dayanıyor. Film boyunca ana karakter olan Burcu’nun yeni doğan bebeğine bakmaya çalışırken yaşadığı zorlukların yanı sıra çocuğunu büyütmüş ve nispeten zor zamanlarını atlatmış başka bir kadın karakterle arasındaki rekabeti izliyoruz. Filmin diğer Gupse Özay filmlerinden farkı bu sefer konu itibariyle aslında hiç de gerek olmamasına rağmen yine bir “kadın çekişmesi” hikâyesinin tercih edilmesi olmuş. Hikâye tahmin edilebilir bir şekilde karakterler arası gerilimin tatlıya bağlanıp kadın dayanışması mesajıyla sona erdirilmiş. Ancak, bu sefer tatlıya bağlanan, başrolün sadece rekabet ettiği kadınla gerilimi değil, kocasıyla olan gerilimi de olmuş. Üstelik bu, filmin son dakikalarına sığdırılarak çok yüzeysel bir şekilde yapılmış.

 

Filmin ana karakteri Burcu, yeni doğum yapmış ve çalışmayan ya da doğum yaptığı için çalışmayı tercih etmeyen (bir başka ifadeyle çalışmama lüksüne sahip) bir kadın. Orta halli bir evi, tam zamanlı bir yardımcısı ve ona destek olmaya hazır bir annesi ve kayınvalidesi var. Yani filmdeki karakter filmin hitap ettiği orta sınıfın çok üstünde ayrıcalıklara sahip. Özellikle kayınvalidesi bebek bakımı konusunda çok hevesli olmasına rağmen, Burcu (hikâyede resmedildiği şekilde) hem lohusa depresyonuna girmemeye ant içtiği için hem de bebeğine ve arkadaşına tek başına yeten bir kadın olma “hırsından” dolayı bu destekleri reddediyor. Kocası Onur, esasında kendisiyle birlikte bebeğe bakım zorunluluğu olan tek kişi olsa da bu konuda çevresindeki diğer kadınlar kadar hevesli değil. Tek kusuru bebek bakımındaki hevessizliği olan, özünde mülayim, karısını seven, müşfik bir koca olarak tasvir edilen Onur, fazla göze çarpmasın ve sinir uçlarımıza dokunmasın diye midir bilinmez, biraz da sempatik ve şapşal bir karakter olarak resmedilmiş. Film boyunca Burcu’nun Onur’a patlama anı bekleniyor, ancak, Onur tarafından her yalnız bırakılışında Burcu’nun tepkileri içten içe ona gıcık olup sinirlenmekten öteye geçmiyor. Karakterin pes etme ve delirme anı yine kendi savaşı içinde gerçekleşiyor.

 

Filmin son dakikaları ana karakterin belli bir farkındalığa varıp kendisiyle ve çevresiyle barışmasına ayrılmış. Karakterin ilk barıştığı kişi film boyunca aralarında gerçek bir hesaplaşmayı asla göremediğimiz kocası oluyor ve bu barışma tatlı bir serzenişle geçiştiriliyor. Bu serzenişe cevap olarak Onur oldukça haklı(!) bir tespitle “talimat almadan bebeğe bakamadığı için“ hatasının farkına vardığını söylüyor ve çiftimizin arası tatlıya bağlanıyor. Son adımda ise Burcu’nun çevresinde sevdiği ve rekabet ettiği diğer kadınlarla yüzleşmesini izliyoruz: Burcu, metaforik bir kürsü konuşması yaparak kadınlar arası itiraf ve dayanışmanın önünü açıyor. Ancak filmin sonunda bu dayanışmanın ne şekilde gerçekleşeceğiyle ilgili herhangi bir ipucu verilmiyor.

 

Lohusa filmi sevgisizlik, kıskançlık, rekabet, mükemmeliyetçilik duyguları üstüne kurulu, yan temaları ise sosyal medyadaki teşhircilik ve mükemmel hayat eleştirileri olan bir “kadın filmi” olmuş. Her ne kadar bir “kadın filmi” olsa da Gupse Özay, aslında konusu itibariyle değinebileceği birçok mesele, verebileceği birçok mesaj varken bu fırsatı sanki biraz da bilerek kaçırmış. Filmin esas kitlesi olan orta sınıf kadına hitap etmeyen, apolitik ve yüzeysel bir film yapmış. Film üzerine düşünürken filmde eksik kalan birçok nokta olduğunu gördüm ve kafamda çeşitli sorular oluştu. Öncelikle kabul etmek gerekir ki, biz kadınlar için destek istemenin kendisi bile (hele ki lohusalık gibi zor ve hassas bir dönemde) çok büyük bir mesele. Film bu noktaya değiniyor ama daha ileriye gidemiyor. Çünkü Burcu talep edebilmeyi başardığı anda çevresinden bu desteği hemen görebilen bir kadın. Dolayısıyla hikâyedeki düğüm çok çabuk çözülüyor. Ne yazık ki her kadının Burcu kadar şanslı olmadığını biliyoruz. Birçok kadın çevresinden destek istemeyi başarsa bile bu istekleri karşılık bulamayabiliyor, sonucunda da kendisiyle ve depresyonuyla baş başa kalıyor. Her kadının,  bebeği ile ilgilenirken ev işlerini yapacak bir yardımcısı yok. Birçok kadın doğum yaptıktan kısa bir süre sonra işine dönmek zorunda kalıyor ve bebek bakımı çok büyük bir mesele olarak annenin hem omuzları üstünde hem de zihinsel mesaisinde kalmaya devam ediyor. Çoğu durumda bebek bakımını büyükanneler devralıyor ve bu da başka sorunları ortaya çıkarıyor. Elbette bu sadece bir film ve bebekli annelerin yaşadığı bütün sorunlara değinmek, toplumsal mesaj yağdırmak gibi bir zorunluluğu yok. Ancak, bu kadar yüzeysel kalmamayı da başarabilirdi. Örneğin, ben bir seyirci olarak Burcu karakterinin sosyal çevresinde yaşadıkları kadar iş hayatında yaşadıklarını da görmek ve buradan çıkabilecek komediyi de izlemek isterdim. Öte yandan, film kadın çekişmesine değil de kadın dayanışmasına dayansaydı ve dayanışma hikâyenin “sonuç” değil de “başlangıç“ noktası olsaydı nasıl bir film ortaya çıkardı diye düşünmeden edemiyorum.

 

Sonuç olarak Lohusa filmi her ne kadar “Ben böyle şeyler yaşamadım” dese de altı çocuk doğurup birini doğumda kaybeden, dört çocuğuyla birlikte aile büyüklerine de bakan, beni doğurduktan sonra depresyona girip ilaç kullanmak zorunda kaldığı için emzirmeyi kesen ve ömür boyu bunun vicdan azabını yaşayan anneme hitap etmiyor. Ama gündüz bebek bakıp gece tez yazan, bir yandan çalışıp bir yandan çocuğuna bakan, iş hayatı olmasa da desteksiz çocuk büyüten arkadaşlarıma/kadınlara da hitap etmiyor. Bununla birlikte elbette her anne, hatta her kadın filmde kendini gördüğü sahneler bulacaktır. Eksikleri bir yana, yazıyı Lohusa’nın seyircisini çokça güldürdüğüne ve eğlendirdiğine değinmeden bitirmek istemem. Elbette bu, filmin apolitik olduğu ve suya sabuna dokunmayan bir kolaycılığa kaçtığı gerçeğini değiştirmiyor.

 

 

YAZARIN DİĞER YAZILARI

Bir de bunlar var

Kaçtığımız Evler ya da Dilin Sığınağı: Rain Dogs Dizisi Üzerine
Salgında Değişen Mekansal Algılarımız
Yasaksa Yasak!:* Mabel Matiz’in “Karakol” Klibi

Pin It on Pinterest