Bir Seri
2008 yılında yüksek lisansımı yapmak üzere Buenos Aires’e gittiğimde, zamanla büyük bir şevkle okumaya başladığım yazarların çoğu çok tanıdık ve dev isimlerdi. Jorge Luis Borges, Julio Cortázar, Roberto Bolaño, Juan Rulfo, Adolfo Bioy Casares, José Emilio Pacheco, Carlos Fuentes, Rodolfo Fogwill, César Aira, Roberto Arlt, Mario Benedetti, Juan José Saer, Ricardo Piglia, Ernesto Sabato gibi. İspanyolca okumaya başladığımda karşıma çıkan bu müthiş yazarların, her anlamda ufkumu açan kitapları bana yirmili yaşlarımın başında o kadar büyüleyici gelmişti ki, bu isimlerin arasında neredeyse hiç kadın yazar olmaması açıkçası pek dikkatimi çekmemişti. Latin Amerikalı kadın yazarlarla tanışmam bu yüzden epey vakit aldı. Buenos Aires’te yaşadığım süre boyunca takip ettiğim gazetelerin kültür ve kitap eklerinde, arkadaşlarımla yaptığım sohbetlerde ve evlerindeki kitaplıklarda (bana kalırsa tanımadığınız bir yazarla tanışmanın en güzel yollarından biri budur), bir de tabii Buenos Aires’in en sevdiğim o müthiş kitapçılarında yavaş yavaş Alejandra Pizarnik, María Luisa Bombal, Rosario Castellanos, Norah Lange, Margo Glantz, Clarice Lispector, Elena Garro, Gabriela Mistral, Silvina Ocampo, Victoria Ocampo, Elena Poniatowska, Hebe Uhart gibi isimlerle tanıştım. Türkiye’ye döndükten sonra da özellikle genç kuşaktaki yeni isimlerin (Samanta Schweblin, Guadaluppe Nettel, Maria Gainza, Valeria Luiselli, Alicia Trabuco Zerran) yazdıklarını yakından takip ettim. Bu yazarlardan özellikle genç kuşaktan olanlarının Türkçede yayımlanması bence çok değerli, hatta bazıları İngilizceye bile çevrilmeden önce çok hızlı bir şekilde Türkçeye çevriliyor. Örneğin çevirmen Seda Ersavcı şimdiye kadar Valeria Luiselli, Mariana Enríquez, Agustina Bazterrica’nın kitaplarını, Emrah İmre Samanta Scweblin’in öykülerini ve Başak Bingöl Yüce de Latin Amerika edebiyatının en önemli isimlerinden biri olan Clarice Lispector’ı harika çevirileriyle dilimize kazandırdılar.
2019 yılında Boğaziçi Üniversitesi’nde Kültür ve Eleştiri Çalışmaları yüksek lisansımın bitirme tezi için ben de özellikle dilimize çevrilmemiş (hatta İngilizceye dahi çevrilmemiş), Meksika edebiyatının en önemli yazarlarından biri olan ancak hiçbir zaman ne Carlos Fuentes’in ne de Octavio Paz’ın gördüğü ilgiyi gören Maria Luisa Puga’nın Pánico o Peligro adlı romanını incelemek istedim. Tezim için bu kitabı incelerken birçok kez arkadaşlarıma Puga’nın ne kadar iyi bir yazar olduğunu anlatırken buldum kendimi. Fakat Puga’nın elimde şimdiye kadar ne Türkçeye ne de İngilizceye çevrilmiş herhangi bir metni olmadığı için onlarla bunu paylaşamadım. İşte bu yüzden, çok severek okuduğum ama ne yazık ki dilimize çevrilmemiş Latin Amerikalı kadın yazarların öykülerinden ve şiirlerinden bazılarını Türkçeye kazandırmak istedim. Bunu yapabileceğim en iyi platform da elbette 5Harfliler’di. Bundan sonra burada elimden geldiğince Latin Amerikalı kadın yazarlardan bahsedip onların çok severek okuduğum bazı kısa metinlerinin çevirilerini paylaşacağım.
Hebe Uhart
11 Ağustos 2018’de, Arjantin’in takip ettiğim gazetelerin ana sayfalarını açtığımda “Arjantin edebiyatı en değerli mücevherlerinden birini, en iyi hikâye ustasını kaybetti!” başlıklarını gördüm. Ölen yazar Hebe Uhart’tı. 1936 yılında Buenos Aires eyaletinin Moreno şehrinde doğan Uhart, Buenos Aires Üniversitesi’nde felsefe okuduktan sonra yıllarca ilkokul, lise ve üniversitelerde öğretmenlik yapmış ayrıca birçok genç yazarın katıldığı yazı atölyeleri düzenlemişti. Uhart’la ilk tanışmam “Guiando la hiedra” (Sarmaşığı Yönlendirmek), “El budín esponjoso” (Pofuduk Kek) ve En la Peluqueria (Kuaförde) hikâyelerini okumamla gerçekleşti. Tanışmam diyorum çünkü bu hikâyelerle Uhart’ın yarattığı küçük dünyaya, her birinin farklı özelliklerini anlattığı sarmaşıklarla dolu balkonuna, büyürken annesinin yemekler pişirdiği mutfağına ve kuaförüne davet edilmiş gibi hissettim kendimi. Bu hikâyeleri ilk okuduğumda Uhart’ın günlük hayatın bu sıradan mekânlarında dikkatini çeken şeylerin küçüklüğüne, önemsizliğine ama onun detaylı gözlemleriyle inşa ettiği anlam dünyasının büyüklüğüne hayret ettiğimi hatırlıyorum. Daha sonra okuduğum diğer hikâyelerinde de onun büyük temaların peşinden koşmak yerine, her zaman günlük hayatın parçası olan sıradan anları, özellikle şehirden uzak küçük kasabalardaki insanların günlük rutinlerini, bu insanlara eşlik eden evcil hayvanların davranışlarını, hatta eşyaları incelediğini fark ettim. Buenos Aires gibi, hayatın her daim büyük bir süratle ve karmaşayla aktığı bir metropolün aksine Uhart’ın 1936 yılında doğup yirmi yılını geçirdiği Moreno şehri onun yazma pratiğini yavaşlama ve odaklanma prensipleri üzerine kurmasını sağlamış. Elbette bu prensipler hızın her şeyi belirlediği hayatlarımızla uyumlu değiller. Belki de işte tam da bu yüzden Uhart’ın o kendine has dili ilk başta insana, zamansız, çocuksu ve çok naif geliyor çünkü Uhart, üzerinde bir saniye bile durup düşünmediğimiz şeylere çocuklara özgü bir merakla bakıyor, onları dillendiriyor. Ve bu durup bakma anında yakaladığı gerçeklik üzerinden dopdolu bir anlam dünyası kuruyor. Bir röportajında hayvanların çok ilgisini çektiğini ve eğer bir daha dünyaya gelse onları incelemek istediğini okumuştum. Bunu yapmak istemesinin nedeninin de şöyle açıklıyordu: “Çünkü insan anlamadığı şeye; gizem perdesini aralamak istediği şeye doğru yönelir.” Belki bu kulağa ilk başta çok alelade geliyor fakat beni epey düşündürmüştü çünkü bana kalırsa Uhart’ın yazdığı yüzlerce hikâyenin ana motivasyonunu ele veriyor: Günlük hayatın gizemini çözmek.
SEVGİLİ ANNE*
Sevgili anne,
Sana bu mektubu üçüncü yazışım; birincisi hoşuma gitmedi ve ikincisini de kaybettim. Artık bir şeyi istemediğimde onu çöpe atmıyorum, bir şekilde ortadan kayboluyor ve sonra yeniden ilgimi çekecek olursa biliyorum ki bir noktada bana geri dönecek. Bugünlerde aynı anda hep iki şeyi birden yapmaya çalışıyorum; mesela rafları temizlerken ihtiyacım olan bir şey buluyorum, yerleri süpürürken radyo dinliyorum ve eğer balkonda güneşleniyorsam da bitkilerle ilgileniyorum. “Hazır şunu yaparken bunu da yapsan bari,” demen beni nasıl da sinirlendirirdi ve asıl meşgul olduğum şeye dikkatimi verebilmek için asla başka bir şeyle uğraşmak istemezdim. Şimdi asıl meşgul olduğum şey, yerleri süpürmek mi yoksa radyo dinlemek mi emin değilim. Ve kendi kendine “Evet, evet, evet…” demeni de anlıyorum sanki bir şeyler gerçekleşiyormuş, bizim niyetlerimizden bağımsız hayatın kendine ait bir devinimi varmış gibi.
Belki yine inanmayacaksın ama artık ihtiyacım olmayan her şeyi atmaya çalışıyorum; öğrencilere ait o kadar çok ödev ve sınav kâğıdı biriktirdim ki, çünkü demokrasiye geçtiğimizden bu yana üniversitede çalışıyorum. Ama sen ülkeye demokrasi gelmeden gittin. Sana neler olduğunu anlatayım: Ordu İngiltere’yle savaşa girdi, Malvinas Adaları’nı işgal etti, bütün İngiliz donanması üzerimize geldi. Savaşı kaybettik, ardından ordu bütün itibarını yitirdi ve iktidardan gitti. Sonra ülkeyi Alfonsín yönetti fakat ekonominin durumu nedeniyle zamanından önce gitmek zorunda kaldı: Marketteki ürünlerin fiyatı sabahtan akşama değişiyordu. Bilmiyorum haberin var mı ama şimdi iktidarda Menem var. Sanki üzerimize fok balıkları işemiş gibi. Ekonomi berbat ama ben bir şekilde idare ediyorum; artık Gascón caddesindeki dairede yaşamıyorum. Yeni bir eve taşınıp eskisinden daha büyük olan balkonunu bir sürü bitkiyle donattım, asma altı dediğim küçük bir çardağım var, işte sana bunlardan bahsetmek istiyordum. Bir defasında bitkilerin kurumuş yapraklarını süpürmeyi unuttum, yapraklar gideri tıkadı ve bütün evi su bastı. Akan suyu emsin diye eski öğrencilerime ait yüzlerce sınav kâğıdını ve karton kutuyu balkona koysam da su o kadar kontrolden çıktı ki ta asansöre kadar geldi. Fakat artık başıma böyle şeyler gelmiyor, öyle temizim ki evde bir tane bile hamamböceği bulamazsın, bazen sırf çok sigara içmemek için çamaşır yıkıyorum ve yine durmadan öğrencilerin sınav kâğıtlarını kontrol ediyorum, çünkü insan sınav kâğıdı kontrol ederken dışarı çıkıp para harcamamış oluyor. Her ay sonu, kitaplardan birinin arasına sakladığım ama bir daha asla bulamadığım parayı aramaya başlıyorum hemen. Ama bu durum sadece birkaç gün sürüyor. Askeri cunta sırasında çok daha kötü zamanlarımız olmuştu; bir keresinde akşam yemeğinde yedi kişiydik ve tüm paramız sadece bir paket un ve bir adet domates konservesi almaya yetmişti. Lea’nın kocası zanaatkâr Luis hayatında ilk defa taglierini hamuru yoğurdu, makarnaları kesme işini organize etti ve o akşam hepimiz seri biçimde çalışıp hayatımızın en güzel yemeğini yedik. Anne, bir kedim var, ismi Andrés, Marabú, Misho ve Catito. O kadar sevimli ki tüyleri beyaz, gri ve altın sarısı. Tüyleri parlasın diye onu balıkla besliyorum. Senin hiç görmediğin halımı, sonra pantolonumu tırmalıyor. Bazen de sinirlendiğinde beni. Ayak ucumda uyuyor şimdi sakın “Meryem Ana Aşkına!” diye başlama çünkü pireli değil, eğer pireleri varsa bile onları bana bulaştırmıyor ve bulaştırmışsa bile bu pireler beni ısırmıyor. Bana bıraktığın, sadece çok önemli günlerde kullanmak için özenle sakladığın porselen tabaklarda mamasını yiyor. Bence bunda bir sorun yok sadece birileri eve gelip yerdeki tabağı işaret ettiğinde bu durum gözüme biraz tuhaf geliyor. Deli olduğumu düşünmesinler diye artık kesin bir mama kabı satın alacağıma kendi kendime söz veriyorum, fakat sonra bunu hemencecik unutuveriyorum. Kristal bardaklarını hâlâ saklıyorum ama düzenlediğim partilerde veya herhangi bir günde hepsi birer birer kırılıyor. Porselen çay takımından da geriye hiçbir şey kalmadı; diğer porselenleri de bir yaz vergi borcumu ödeyebilmek için satmak zorunda kaldım. Bir keresinde bu tabaklardan birini yoldan geçen çingenenin birine sattım. Keten masa örtülerini de kuzenlere hediye ettim; haklısın keten masa örtüsü çok benlik bir şey değil. Ayrıca artık sentetik kumaştan, her renkte makinada yıkanabilir olanları çıktı; sıkıldığında da atıveriyorsun böylece biraz değişiklik oluyor. Birçok konuda haklıydın ama bunu ancak şimdi fark ediyorum. Mesela yazları öğlen yemeğinin hemen ardından güneşlenmek için dışarı çıktığımda bana “Bu sıcakta bunu nasıl yapabiliyorsun?!” derdin. Şimdi ben de bunu nasıl yapabildiğimi düşünüyorum, artık ne zaman fırsat bulsam öğle yemeği sonrası azıcık şekerleme yapıyorum. Haklıymışsın şekerleme yapmak gerçekten çok güzel bir şey. Ve yine eve temizliğe gelen ama evi temizlemek yerine kirleten o kadını işten çıkarmanı söylediğimde bana karşı çıkıp, “Bırak kalsın, işini kaybederse ne kadar dayak yer biliyor musun?” dediğinde de haklıydın. Şimdi yanımda Bolivya’dan daha yeni gelmiş bir kadın çalışıyor, ona asansöre binmeyi öğretmem gerekti. Ama yine de –nasıl beceriyor bilmiyorum– bir şekilde asansörde kalmaya devam ediyor. Çöpe atmış olduğum bir kavanozun kapağını bulduğunda, bu kapağı diğer kapakların üstüne bir şapka gibi koyup kendi kendine saçma sapan bir süs yapıyor. Böyle şeyler yaptığında sinirleniyorum ama diğer taraftan da eve başka birinin elinin değmesine bayılıyorum; yenilikler, farklı bir düzen. Anne şimdi bastonunla gelip balkonumdaki asma altında oturmanı nasıl da isterdim! Seninle artık ufak tefek şeylerden ötürü kavga etmezdim, mesela maaşın yatar yatmaz hemen bir şişe porto şarabı ile bir paket şeker almak istediğinde, sabırsızca ve öfkeyle sana eşlik ettiğim günlerde yaptığım gibi. “Bu şekerleri yemiyorsan neden alıyorsun?” derdim sana. Sen de bana tereddütle, “Belki birileri gelir ikram ederiz,” diye cevap verirdin. Anne ne çok kavga ettik ve ne çok sevdik birbirimizi. Sen gittikten sonra düşünmeye başladım: Nasıl oluyor da paylaştığımız onca şey artık yok, nasıl oluyor da annem artık bana dair hiçbir şeyi bilmiyor ve siyah ya da beyaz her şey onun için aynı. Sanırım bu mektubu yazmak benim için çok zor çünkü ağlamak istemiyorum. Neden ağlamak istemiyorum bilmiyorum; aslında çok uzun zamandır ağlamadım, iyi gelebilir, belki şimdi bir film izleyerek ağlarım. Anne sen öldüğünde hüngür hüngür ağladım, sonra senin sadece telefondan sesini duyduğun o sevgilimin ardından da ağladım. Bir sabah uyandığımda seni, bir süre sonra da o adamı düşünüp ağladım. Artık tek başıma yaşıyorum ve bir sevgilim olsun istemiyorum, belki bir şeyi istemek herhangi bir alışkanlıktan farksızdır. İstemekten bahsetmişken –aynı anda birçok şeyi yapmaya çalışıp sonra onları ertelediğim veyahut geçip gitmelerine izin verdiğim için– şimdi senden bir şey istiyorum. Küçük bir lütfu, bir tür hediyeyi hak ettiğimi hissediyorum. Ancak bu kadar çok hatıramın olması ve bunların bana ağır gelmesi bunu zorlaştırıyor olabilir. Senden, yaşarken inançlı olduğun için, kendi hatıralarını Tanrı’ya emanet etmeni istiyorum, böylelikle bundan sonra ben de sadece benimkilerden sorumlu olurum. Belki hafiflediğimde de Tanrı’nın lütfuna layık olabilirim.
Seni çok uğraştırmış ama bir yandan da seni çok sevmiş olan kızın.
*Hebe Uhart. İspanyolca aslından Türkçeye çeviren Sena Akalın. Editör: Esra Kökkılıç