Bundan 3-4 yıl önce, beraber olduğum insanla aynı evde yaşama fikri bana epey “normal” geliyordu. Aynı yaşam alanını paylaşmak, taraflar arasındaki bağların derinleşmesiyle kendiliğinden, “doğal” olarak arzulanacak bir aşama gibiydi sanki. İnsan yeni bir sabaha sevdiğiyle uyanmak ister, eve döndüğünde sevdiğinin kokusu burnuna çarpsın ister. Bunda bir gariplik yok diyordum. Fakat son zamanlarda, bu ilişki formunun bir çift –ya da iki özgür ve sorumlu insan– olarak sürdürülebilirliği (ya da daha çok sürdürülemeyişi) üzerine düşündüğüm şu günlerde, ayrı evlerde yaşamak daha makul görünmeye başladı gözüme. Bu konseptin bir adı olduğunu öğrendim bir de: LAT (living apart together) ilişkiler, yani ayrı yaşayan çift ilişkileri. Peki günün sonunda herkesin kendi evine dönmesi, olası sorunları kendiliğinden çözecek mi?
Sevgiliyle birlikte yaşam, aklıma öncelikle içine yuvarlanması kolay kimi “tuzakları” getiriyor. Bu tuzaklardan ilki, içselleştirilmiş toplumsal cinsiyet rollerinin yeniden üretilmesi riskiyle alakalı. Özellikle heteroseksüel ilişkilerde kadın, fiziksel ve duygusal bakım ile düzeni sağlama sorumluluğunu kendi omuzlarında bulabiliyor farkında olmaksızın. Bu yükün –ev işleriyle duygusal bakımın eşitsiz paylaşımının– kadının ya da çiftin hayatını nasıl etkilediği hakkında pek çok kez yazılıp çizildi. Kısaca şöyle özetleyebiliriz bunu: Toplumsal cinsiyetle ilişkilendirilen beklenti ve sorumluluklar, birlikte yaşamaya yönelik kimi kural ve yöntemler önerdiği ölçüde ev paylaşımını kolaylaştırıyor gibi görünse de uzun vadede ilişkiyi yıpratıyor. Ayrı evlerde yaşamak, bu anlamda şöyle bir anlaşma getiriyor: kimse, yüklenmek istemediği ağırlıklar altına girmesin.
Riskli bulduğum bir diğer nokta ise, çift içerisinde iki özgür insan olarak kalabilmekle ilgili. Aynı evde yaşamak bazen kişisel sınırların çizildiği yerleri silikleştiriyor, ya da yeni sınırlar ve sınırsızlıklar getirebiliyor. Sevgili, birlikte ekonomik ve duygusal bir konfor alanı yaratılan bir ortak haline geliyor. Fakat bu alan, kimi sorumlulukların emanet edilerek hafifletilmeye çalışıldığı bir depo haline geldiğinde kalabalıklaşıp ağırlaşabiliyor. Aynı şekilde bu ortaklık da, içinden çıkılmak istenmeyen ya da çıkılamayan bir kuyuya dönüştüğünde, öznellikler yer yer çatışmaya, iç içe geçmeye ve kaybolmaya başlıyor. Gün yüzüne çıkılarak düşünüldüğü vakit kabul edilemeyecek kimi teklif, tavır ve sözler, kuyunun karanlığında zararsız görünebiliyor. Oysa, kendine ait bir alan ayırmak, tartışmalı meseleler karşısında mesafe almayı, iç sesi dinlemeyi, dinlenmeyi ve hatırlamayı kolaylaştırıyor; daha dingin bir kafa ile yakınlaşmanın (içine girildiğinde algılanamayan) yoğunluğunu ilmek ilmek işlemeyi sağlıyor.
Uzaktan bakıldığında LAT ilişkiler, tarafların zamanlarını, ortak planlarını ve düşüncelerini daha iyi organize edebildikleri bir yaşam formu gibi görünüyor. Evi paylaşmak, hele de karantina gibi olağanüstü zamanlarda bunu yapmak, yalnızlığı ürkütücü bir kimsesiz olma halinden ziyade yitirilen bir lüks gibi görmeye itebiliyor zaman zaman. Bu bakımdan evlerin ayrı olması, taraflara sessizliğin dinginliğinde soluklanacak ufak molalar sağlıyor. Bu sayede yeniden bir araya gelmeler de daha zengin ve daha anın içinde geçiyor.
Bu noktada durup şunu hatırlatmamda fayda var: Bu saydıklarım, kimi geçmiş yakınlıklarından dili yanmış, ilişkilere daha çekingen ve daha rasyonel adımlarla yaklaşan bir benden çıkıyor. Fakat bütün bu rasyonelliğe rağmen aklımdaki kimi soruları görmezden gelemiyorum: Başka’nın başkalığına tahammülümüz azaldığından, alışkanlıklara, sıradanlık ve monotonluğa yönelik korkularımız arttığından, ya da aşkı yalnızca bir karşılıklı haz ilişkisine indirgediğimizden mi “iki kişi kalarak” yaşamak zor hale geliyor? Birlikte yaşamak, kaçınılmaz olarak fedakarlık yapmayı mı gerektiriyor; ya da fedakarlık yapmak kaçınılmaz olarak kayıpla mı sonuçlanıyor? Evleri ayırmak, sorunun köküne inmektense sorunu tetikleyen kimi mekanizmaları görünüşte ortadan kaldırdığı için geçici bir çözüm olmaktan ileri gidemiyor mu? Otonominin kültürel bir kod haline geldiği ve kendiliğin kaybının en büyük tehlike addedildiği bir dönemde yakınlıklar nasıl kuruluyor, bağlar boğmadan nasıl sıkılaşıyor?
Bu soruların yanında bir de uslanmayan “canavarlar” var; eskinin hayaletleri var; bastırılmaya çalışılan “mantıksız” arzular… Anja Meulenbelt’in Gündelik Mutluluğa Alışma kitabı, LAT ilişkilere dair içten bir portre sunuyor. Meulenbelt’te evlere dönmek üzere yapılan gündelik vedalaşmalar, hayaletlerin bir görünüp bir kaybolduğu anlar haline geliyor:
“Ve her seferinde yeniden vedalaşma, kendimi çözmek. Bazen kendiliğinden oluyor ve kendi kendime ıslık çalarak işe gidiyorum ya da yalnız geçireceğim bir gece için seviniyorum. Ama bazen de eski terk edilme anıları yeniden canlanıyor, seni görmediğim, tekrar ne zaman geleceğini bilmediğim zamanlar sen gerçekten var mısın emin olamıyorum, ve sana telefon edip bulamadığımda içimde eski, bildik ve çocukluk acısı yükseliyor. Arkadaşım, neredesin?”
Geçmişten gelen korkular ile sahiplenmeye ve sahiplenilmeye yönelik törpülenmemiş arzular, bu günlük “terk edilme” anlarında pekişebiliyor. “Mantıklı” ses, kendisi ve Başkası için neyin doğru olduğunu tahayyül edebiliyorken “mantıksız” ses aşkın, sıcaklığın ve arzunun peşinden gidiyor korkusuzca. LAT ilişkilerde bu iki sesi barıştırmak, mesafeyi yakınlığın, yalnızlığı beraberliğin, tekliği ikiliğin tamamlayıcısı olarak görmek her zaman kolay olmayabiliyor. Bilinçli olarak istenmediği bilinen şeyler, yakınlığın sarhoşluğunda fütursuzca istenir hale gelebiliyor.
“Bu tarz yaşamı kendimiz seçtiğimiz için vedalaşmak daha zor. Evli bir çift gibi birbirimizin içinde büzülebilir, hiçbir mesafe hissetmek zorunda kalmayabilirdik, tembel hayvanlar gibi güneşte yatıp kalabilir ya da beraberce kış uykusuna dalabilirdik. Birbirimize garantiler verebilirdik. Bir tek sen varsın. Birinci çoğul şahısta konuşabilirdik, birbirimiz için kararlar alabilirdik. Birbirimize karşı mülkiyetçi davranabilirdik. Bunu istemiyorum, diyorum, ama bu canavarların her zaman uyduğu bir karar değil.”
Meulenbelt’in “canavarları” okşarken kanatan, severken öldüren evcilleştirilmemiş arzuların ta kendisi olarak karşımıza çıkıyor. Lévinas’a göre ise geleneksel anlamıyla aşk, zaten ‘canavar’sız olamaz: “Aşk bir imkan değildir, bizim inisiyatifimize bağlı değildir, bir temeli yoktur, bize aniden gelir ve bizi incitir”. Buna göre aşığın bütünüyle “rasyonel” olması ya da aşktan yara almadan çıkması mümkün değildir, zira aşk biraz da deli işidir, cesaret işidir, canavarlarla saklambaç oynamaktır.
Öte yandan Byung-Chul Han, Eros’un Istırabı kitabında günümüz aşkının canavarlarından, taşkınlığından ve negatifliğinden arındırılarak, pozitifleştirildiğini ve evcilleştirildiğini söylüyor. Bununsa şöyle bir getirisi var:
“Istırap ve tutku, hoş duygulara ve bir sonuca yol açmayan uyarımlar karşısında geri çekilir. Negatifliğin bütünüyle eksik olması bugün aşkı tüketimin ve hedonist hesapların nesnesine dönüştürerek köreltir. Başka’nın arzusu Aynı’nın konforuna boğun eğer. Bugünün aşkı her tür aşkınlıktan ve ihlalden yoksundur”.
Bu durumda son on yıllarda revaçta olan LAT ilişkilere yönelik şöyle bir soru daha geliyor aklıma: LAT ilişkiler aşkın rasyonelleşmesi ve evcilleştirilmesinin, Başkasının arzusunun kapı eşiğine itilişinin ya da “hedonist hesapların” sonucu mudur?
Ne dersiniz?
Siz hiç LAT ilişkiler yaşadınız mı? Yaşadıysanız “canavarlar” geldi mi ziyaretinize? Peki geldiyse teklikle ikilik, kalabalıkla yalnızlık ya da arzular ile rasyonellik arasındaki mesafeyi nasıl buldunuz?
Gelin tartışalım.
Ana görsel: Nick Ward.