Aşağıdaki 1967 tarihli yapım Lars von Trier’in 11 yaşında yaptığı animasyon: Turen til Squashland… En Super Pølse Film yani Kabak Ülkesine Yolculuk… Bir Süper Sosis Filmi.
Filmin konusu sosis şeklinde bir süper kahramanın kötü elmalar tarafından kaçırılan bir tavşanı bulup tavşan kafilesine iade etmesi. İki dakika süren filmin önemli bir kısmı tavşanların kafalarını vücutlarından ayırabildikleri dansa ayrılmış.
‘Ne de olsa o bir süperkahramandır ve üstesinden gelecektir’ repliğinde von Trier’in o şakacı-sadist ifadesini gözümün önüne getirmeden edemiyorum. Küçük Lars söylediğine gerçekten inanıyor muydu, yoksa bu sadece biz izleyiciye oynadığı bir oyun muydu?
Peki ya süperkahramanın SOSİS olmasında ne anlamlar arayayım? (Fal-la-la-la-la-la-la-lus?)
Lars von Trier’in 14 yaşında çektiği kısa filmi Hvorfor flygte fra det du ved du ikke kan flygte fra? yani Neden Kaçamayacağını Bildiğin Şeyden Kaçmaya Çalışıyorsun? Korkaksın da Ondan! da youtube’da bulunabiliyor. (Keşke şimdi çektiği filmlere de böyle öğretici başlıklar koysa, pek çok yanlış anlamayı engellemiş olur):
İzledikten sonra ilk aklıma gelen şeylerden biri Lars von Trier’in bu filmleri bulma ve izleme zahmetine giren, hayran diyebileceğimiz insanlar ve onların kendisine bakışı hakkında ne düşündüğü oldu. Zira Lars von Trier’i son gördüğümde (Trespassing Bergman belgeseli) Ingmar Bergman’a beslediği hisler hakkında ilginç itiraflarda bulunuyordu. Bergman’ın inziva evinde günümüzün ünlü yönetmenleriyle yapılan röportajlara yer veren bu belgeselde, von Trier’i önce Bergman’ın kütüphanesinde bulduğu eğilmiş ve donu görünen bir seksi kadın biblosu ile aynı karede görüyorduk.
Von Trier konuşmasına Bergman’ın nasıl bir azgın teke olduğu; bu azgınlığı Bergman’ın kendisinin de kabul ettiği ve bir sorun olarak gördüğü; herkes Bergman’ı huşu ve hürmet ile anar, ona hamd-ü senalarını sunarken adamın kütüphanesinde saatlerce mastürbasyon yapan bir moruk olduğu gerçeğini görmezden geldiği açıklamalarıyla başlıyordu. Fanny ve Alexander’ın ne kadar berbat bir film olduğu ve Bergman’ın daha önceki olağanüstü yapıtlarının suyunun suyu olduğuyla da devam ediyordu. Fakat röportajın sonunda garip bir şey oldu: von Trier ergenliğinden beri Bergman’a yazdığı hayranlık dolu mektupların bir kere bile yanıtlanmamasının von Trier’i ne kadar gücendirdiğiyle bitirdi konuşmasını. “Ne vardı kısacık da olsa bir cevap verseydi, bir kerecik görüşmeyi kabul etseydi” gibi yaralı bir serzenişle bitti yani.
Von Trier’in başta sarfettiği ağır sözlerin mektuplarına yanıt alamamasının intikamı olduğu sonucuna varmak fazla kolay olur. Bence von Trier arzuladığı ilgiyi Bergman’dan görse de başta düşündüğü şeyleri düşünecek ve söyleyecekti. Gerçek hayranlığın, hatta gerçek sevginin diyeyim, bir insanın kusurlarını (ya da bize kusur gibi gelen yanlarını) idrak edememe değil, aksine kusurlarını herkesten iyi görme ve buna rağmen vazgeçememeyle kol kola gittiğini düşünürüm. Lars von Trier belgeseldeki diğerlerinin aksine Ingmar Bergman’ı bir evliya gibi görmeyi reddederek aslında Bergman’a olan sevgisine sadık kalıyordu. Hınzır gözleri ne derse desin asıl derdi yalanlarla olan, yalanlardan gerçek bir azap duyduğu ortaya çıkardığı her şeyden belli bu tuhaf adamdan daha azını da beklemezdim.