Rachel Pronger’in Calvert Journal‘ın “Women Recollected” projesi için kaleme aldığı yazının çevirisidir. Kültür dünyasının 20. yüzyıldaki unutulmuş öncü kadınlarına ışık tutma şiarıyla yola çıkan projeyle rastlaşmaya, ileriki haftalarda da, yine bu sayfalarda devam edeceksiniz.
Larisa Shepitko, 1979 yılında gücünün zirvesindeydi. Genç, göz alıcı ve fevkalade yetenekli Sovyet sinemacı, coşkuyla övülen dördüncü uzun metrajlı filmi The Ascent’in [Tırmanış, 1977] ardından başarının tadını çıkarıyordu, uluslararası bir atılımın da eşiğindeydi. Çok geçmeden, St. Petersburg’un hemen dışında gerçekleşen bir trafik kazası, bu umutları yarıda bıraktı. Shepitko, ardında yalnızca bir avuç film bırakarak, 40 yaşında hayatını kaybetti. On yıl içinde büyük ölçüde unutulmuştu.
Shepitko’nun kısa ömrü, ölümle şekillenmişti. Hastalık, kazalar, kıl payı kurtuluşlarla boğuşan Shepitko’nun şiddetli yaratıcılığı, faniliğin kaçınılmaz hayaletinden güç alıyordu. Sheptiko, Andrey Tarkovski ve eşi Elem Klimov’la birlikte, montaj ve sosyalist gerçekçiliğin ötesinde ifade biçimleri arayan yeni bir sinemacılar hareketinin parçası olarak, filmin görevinin hakikati söylemek olduğuna inanıyordu. “Yalnızca beş saniyeliğine kurnazlık edip sonrasında bunu telafi edebileceğimizi düşünüyorsak… bu, ceza getirir” diye belirtmişti. “Bir kez tökezlerseniz, asla hakikatin yoluna geri dönemezsiniz. Yolunuzu orada unutacaksınız.”
Shepitko’nun tavize yanaşmaması filmlerinin gösterimlerinin engellenmesine yol açtı –bunun, ölümünden çok sonra bile sonuçları olacaktı. Yine de, nihayetinde, içgüdüsel hakikati dillendirmesi sonuç verdi. Shepitko’nun az sayıdaki çalışmasının tamamı, döneminin en etkili sinemalarından biri olmayı sürdürüyor.
Başlangıçlar
Larisa Shepitko, 1938 yılında, Ukrayna’nın doğusunda, Armtervosk’ta doğdu. Bir subay olan babası, Shepitko küçükken aileyi terk etti ve üç çocuğu tek başına büyütmek Shepitko’nun öğretmen olan annesine düştü. Shepitko’nun ilk anılarını, sanatında mütemadiyen geri döneceği bir deneyim olan İkinci Dünya Savaşı ve sonrası şekillendirdi.
Shepitko, 16 yaşındayken Sovyetler Birliği Devlet Sinematografi Enstitüsü’ne (VGIK) kaydoldu, burada kendisine büyük sinemacı (ve Ukraynalı akademisyen) Alexandr Dovjenko rehberlik etti, gelecekteki eşi Klimov ile de burada tanıştı. 1964 yılı geldiğinde, Shepitko iki kısa filmi The Blind Cook [Kör Aşçı, 1961] ve Living Water [Yaşayan Su, 1962] ile ilk uzun metrajlı filmi Heat’i [Sıcaklık, 1963] çoktan tamamlamıştı.
Eserleri
Shepitko’nun eserleri başından beri hem çerçevede hem de çerçeve dışında kendini belli eden çelikten özü, tavizsiz niteliğiyle tanımlanıyordu. Shepitko, Kırgızistan’da devletin işlettiği bir çiftlikteki hayatta kalma mücadelesine odaklanan drama filmi Heat’i (1963) çektiğinde, henüz 22 yaşında bir öğrenciydi. Fonunu çorak manzaranın oluşturduğu, kısıtlı, natüralist ve şiirsel Heat, idealist bir genç ve Stalinist bir çiftçi arasındaki çatışmayı merkezine alır. Shepitko, film ekibini öyle yoğun bir sıcaklıkla mücadele etmeye zorlamıştı ki, film kameranın içinde erimişti. Shepitko, hepatitten ötürü güçsüz düştüğünde ve filmi sedyeden yönetmeye mecbur kaldığında dahi çekimi durdurmayı reddetmişti.
Yine de yönetmen bir şekilde başarıya ulaştı. Shepitko’nun cesur yeni bir yetenek olduğunu ilan eden Heat’in gösterimi bir sansasyon yarattı,. Shepitko, ilk başyapıtı Wings [Kanatlar] (1966) ile bu erken zaferin peşinden gitmeye devam etti. Film, barış döneminde hayata yeniden uyum sağlamaya çalışan, okul müdürlüğüne geri dönmüş bir kadın savaş pilotunun hikâyesidir. Nadezhda ana karakterine hayat veren Maya Bulgakova, yeni hayatının sınırlı beklentilerine hapsolmuş, öğrencileriyle, arkadaşlarıyla hatta kendi kızıyla ilişki kurmayı beceremeyen, orta yaşlı bir kadın olarak çarpıcı bir performans sergiler. Wings boyunca, Nadezhda’nın bakışının tekrar tekrar, özlemle, yukarıda, gökyüzünde olduğunu görürüz. Film ilerledikçe, bu buluta-düşkün hayaller daha müdahaleci hale gelir, ta ki onlara karşı koymak mümkün olmayana dek. Nadezdha, gökyüzüne doğru son yolculuğuna çıkmak üzere bir uçak kaçırarak arzularına teslim olur.
Wings, bir savaş kahramanının ikircikli tasviri ve uzlaşılamaz bir kuşak farkı önerisiyle ihtilafa yol açarak gösteriminin akabinde pek çok tartışmaya konu olmuştu. Shepitko’nun filmleri sıklıkla, savaş-sonrası hayatın iki yüzlülüğünü derinlemesine soruşturan buna benzer eleştirileri, çözüm önermeksizin sunar. Sovyetler Birliği, 1950’lerin sonunda Stalin-sonrası kısa serbestleşme döneminin keyfini sürüyordu ve Shepitko’nun kuşağı kendi sesini Kruşçev’in kültürel “çözülme” döneminde bulmuştu. Ne var ki, 1960’ların ortalarından itibaren bu dönem sona ermiş ve yeniden dirilen muhafazakarlığın orta yerinde Shepitko’nun çalışmalarının yetkililerin dikkatini çekmesi kaçınılmaz olmuştu. Bir sonraki kısa filmi Beginning of an Unknown Era [Bilinmeyen bir Dönemin Başlangıcı, 1967], Bolşevikleri soğuk tasvir etmesi nedeniyle sansürlenmiş ve yirmi yıl boyunca gösterime girmemişti.
Beginning’in aldığı tepki, işinin zorluğundan ötürü sağlığı çoktan zarar görmeye başlayan Shepitko için bir darbe oldu. Buna rağmen, mücadeleye devam etti. Bir sonraki filmi You and I [Sen ve Ben, 1972], Wings’in kışkırtıcı izini takip ederek varoluşsal krizi kendisini bulutlara değil, anlam arayışıyla Sibirya’ya sürükleyen bir doktoru merkeze alan paralel bir anlatı sunar. Shepitko’nun amansız dürüstlüğü, film okulundaki akıl hocası Dovjenko’dan aldığı derslerden etkilenmiş, Dovjenko kendi düsturunu Sheptiko’ya da öğretmişti: “Her filme son filmin gibi yaklaş.”
1970’lerin ortalarına gelindiğinde, Shepitko’nun zihni kesin olarak fanilik ile meşguldü. Ruh halinin bozulması üzerine sanatoryuma yatırılan Shepitko, omurgasına zarar veren bir düşüş yaşadı. Oğluna hamile kaldığında kasılma onu neredeyse öldürecekti. Sonrasında “ilk kez ölümle karşı karşıya geldim,” demişti “ve böyle bir durumda olan herkes gibi, ben de ölümsüzlük için kendi formülümü arıyordum.”
Bu reçeteyi son filminde buldu. 1942 yılında geçen The Ascent, donmuş Beyaz Rusya kırsalı boyunca, Nazi işgalcilerinden kaçmaya çalışan iki partizan askerini takip eder. Shepitko’nun katı dürüstlüğü, Bir kez daha filmin çekimine yayılır. Shepitko, çekim sırasında, kimi zaman 40 dereceye kadar düşen sıcaklıklarda, hipotermi ve donma riskini göze alarak dönem kıyafetleri giymiş olan oyunculardan fazla şeyi üzerine geçirmeyi reddetti. Shepitko çoğu günün sonunda o kadar yorgun düşüyordu ki, oteline başkalarınca taşınarak geri götürülmesi gerekiyordu. Mucizevi bir şekilde, fedakarlığı karşılığını verdi: Sert, görsel olarak göz kamaştırıcı ve hayret verici bir şekilde modern olan The Ascent bugüne dek çekilmiş en önemli savaş-karşıtı filmlerden biridir.
Üslubu ve Temaları
Shepitko’nun neredeyse bütün filmleri sade hikâye anlatımına kasvetli bir güzellik katan katı bir tek renklilikte, siyah-beyaz çekilmiştir. Diyalog genellikle az kullanılır, vurgu daha ziyade beden dili ve yüz ifadelerindedir. Kamera, oyuncuları safi jest parçalarına ayırarak, sıklıkla yalıtılmış bir şekilde, kimi zaman kafa karıştıran açılarla çekilen kollara, bacaklara ayaklara ve yüzlere odaklanır.
Bu insan dramına dair yakın-plan anlar, Shepitko’nun ana temalarını açığa çıkaran geniş boş tuvaller olan manzaralarının ölçeğiyle zıtlık içindedir. Genç yaşta babasını kaybeden bir başka sinemacı, VGIK mezunu arkadaşı Marta Mészáros gibi Sheptiko’nun filmleri de tecrit, sürgün ve terkedilmişlik üzerinedir. Sheptiko’nun karakterleri, sıklıkla çevrelerinin gölgesinde kalan ufacık noktalar olarak tasvir edilirler: Askerler buz kaplı bir ıssızlıkta, çiftçiler çorak bir stepte kaybolmuştur, pilot boş bir gökyüzünün altında bir başınadır.
Shepitko politik bir sinemacıdır ama ideolojiden ziyade hümanizme sıkıca kök salmıştır. Hem Wings hem de The Ascent –farklı açılardan olsa da– çatışmanın trajik sonuçlarını keşfe çıkan, ateşli bir şekilde barıştan yana olan eserlerdir. Kahramanlık mitleri acımasızca sökülüp atılmış, yerini savaşın zehirleyici bedeline ilişkin tavizsiz, milliyetsiz açıklamalara bırakmıştır.
Shepitko’nun filmleri, doğal performanslara ve karmaşık bir karakterizasyona dayanıyorsa da bu, yoğun, sinematik yabancılaşma anlarıyla dengelenir. Wings’de, bulutlara bakan, yaşadığını hissettiği son yere geri dönmenin hayalini kuran Nadezhda’ya katılmak üzere belirli aralıklarla aksiyondan uzaklaşırız. The Ascent, savaşın tahribatı arasında bize aşkınlık anları takdim ederek bu tasarıyı daha da ileri götürür.
Çok-yakından: Kusursuz bir sahne
The Ascent’te, genç bir asker olan Sotnikov (Boris Plotnikov) yaralı bacağı kanarken karda yatmaktadır. Birliğinden ayrılmış bir partizandır. Yaralı, ateş altında ve yalnız olan Sotnikov’un artık sonu gelmiştir.
Bir düşman askeri ilerlerken Sotnikov mühimmatı ile cebelleştir, tüfeğinin nişangahını hizalar ve botlarını çıkarır, Shepitko bunu el kamerası ile bir dizi yakın plan olarak çeker –bir cebi boşaltan el, yere düşen mermiler, beceriksizce bağcıkları bulmaya çalışan donmuş parmaklar. Sotnikov’u canlı ele geçirmek isterler fakat o bunun gerçekleşmemesi gerektiğini bilir. Kara kıvrılıp yatar, yüzü konsantrasyonla kasılı, kendisini vurmasına müsaade edecek sırtüstü bir pozisyona doğru geçer. Ayak parmağı ile tetiğe dokunur, can havliyle nefes alır. Sonra, birdenbire sakinleşir. Tuhaf bir gürültü başlar, duyduğumuz ilk müzik, ışıltılı, tekinsiz bir vızıltı. Kamera yüzüne yaklaşırken, Sotnikov, hareketsiz, sırtüstü yatar. Katatonik midir? Donarak ölmüş müdür? Aniden, bulutlu gökyüzündeki devasa ve parlak aya kesme yapılır. Bir halüsinasyon belki de? Uhrevi ses giderek artar. Sonra, uzak bağırışlar ve silah sesleri ile savaşa geri döneriz.
Bu an yalnızca saniyeler sürer ama The Ascent’in yeni bir şey sunduğuna dair ilk işaretimizdir. Buna benzer gizemli aralar yinelenir ve Shepitko’nun ilgisinin tarihsel yeniden sahnelemeler ya da savaş filmi mecazlarının ötesine geçtiğini anlamaya başlarız. Bir alegori, bir masal, bir ibret hikâyesi? Yorumunuz her ne olursa olsun, The Ascent bir muammadır ve ayın beklenmedik anlık görüntüsü, bu quir ve güzel şeyi çözmeye hazır bir şekilde sizi içine çeken bir davettir.
Sanatsal Mirası
The Ascent, 1978 Berlinale’de Altın Ayı kazanarak büyük övgü topladı. Uluslararası bir atılımın eşiğinde olan ve kendi ülkesinde gayri resmî baskılarla uğraşan Shepitko, stüdyolarının bu yükselen yıldıza çoktan ulaşmaya başladığı Hollywood’a taşınmayı düşünmeye başlamıştı.
Yine de Shepitko, bir sonraki uzun metrajlı filmi Farewell’i [Veda] Rusya’da çekmeyi planlıyordu. Film ekibinden birkaç kişi ile beraber bir araba kazasında hayatını kaybettiğinde, St. Petersburg’un biraz dışında, bu film için mekân arayışındaydı. Ani kaybı, film dünyasını hissizleştirmişti. Tarkovski günlüğüne “Larisa Shepitko gömüldü” diye yazdı. “Bir araba kazası. Hepsi anında öldü. O kadar ani oldu ki kanlarında adrenalin bulunamadı.”
Shepitko’nun sanatsal mirasının izini sürmenin bir yolu, ölümünün eşi üzerinde bıraktığı derin etkiye bakmaktır. Trajedi Elem Klimov’u sonsuza dek değiştirdi, gelecekteki yönetmenlik istikâmetini biçimlendirdi. Shepitko’nun akıbetinin hemen ardından, Klimov kendisini onun sanatsal mirasını korumaya adadı ve filmlerden parçalar, duygusal röportajlar ve Shepitko’nun sesinden kayıtlar içeren dokunaklı bir anma olan Larisa’yı (1980) çekti. Ayrıca Shepitko’nun senaryosunu kullanarak Farewell’i kendisi tamamlayacak ve 1983 yılında kendi versiyonunu gösterime sokacaktı. The Ascent’ten sekiz yıl sonra, 1985’te kendi savaş karşıtı başyapıtı Come and See’nin [Gel ve Gör] gösterimi ile, Klimov uluslararası şöhretini sağlamlaştıracaktı.
Hiç değilse, kısmen Klimov’un adanmışlığı sayesinde Shepitko bir şekilde hatırlandı. Kuşkusuz, hiçbir zaman akranları ile eş düzeyde bir ilgiye mazhar olmadı: Her biri –Tarkovski, German ve Klimov– ondan daha iyi tanınır. Shepitko’nun ağır aksak yolculuğu, daha uzun ömürlerine ve daha fazla eser vermelerine rağmen çalışmalarının hem Sovyetler Birliği’nde hem de ötesinde tanınması için onlarca yıl beklemek zorunda kalan Kira Muratova ve Marta Mészáros gibi dönemin diğer kadın yönetmenlerinin yolculuklarını da yansıtır.
Yaklaşık son on yılda, Shepitko’nun fimleri yavaş yavaş küresel bir seyirci buldu. 2008 yılında Criterion, Wings ve The Ascent’i yayınlayarak, iki başyapıta erişimi temin, etti. Ne var ki, Shepitko’nun bu uzun metrajlı filmlerin dışındaki eserlerine kolayca erişilemiyor. Sinema tarihlerinde nadiren şöyle bir bahsi geçiyor ve hâlâ sıklıkla büyük Sovyet yönetmenler listelerinin dışında bırakılıyor. Hatırlanıyor olmasına hatırlanıyor fakat henüz tam olarak kabul görmüş de değil.
Ne var ki bir sinemacının gerçek etkisi kelimelerle değil, görüntülerle ölçülür. Larisa’da, Klimov bize Shepitko’nun filme aldığı son çekimi gösterir. Önümüzde sislerle kaplı bir ağaç durur, kamera, ağacın gövdesine ve yukarıya, belirsiz bir şekilde sonsuz bir gökyüzüne uzanır görünen dallara doğru ilerler. Bu, devamlılığın ve yenilenmenin imgesidir; sonsuz hayat ve ölüm döngüsünün bir özeti. Hem umut verici hem de yıkıcıdır, tıpkı Shepitko’nun çıkardığı en iyi işler gibi; onları çeken kadın bu dünyayı terk ettikten yıllar sonra da yaşamaya devam eden ve cezbetme gücünü muhafaza eden filmler yani.
Kapak görseli: Criterion