Belli aralıklarla oturuyoruz, yıkım nedir, nasıl olmuştur, kimlere yapılmıştırı konuşuyoruz [...] sonra bir tur daha oturuyoruz ve bir ülkenin dolduramadığı koca boşluğu bu defa da obruklarla anlamlandırmaya çalışıyoruz.

KÜLTÜR

Kurak Yıllar

 

 

Tokuşan kılıçların ucunda öfke birikmişken

             Araya girmek sıradan varlıklar için tehlikelidir.[1]

 

 

Ülke siyasetinde farklı sesler duyulmadığını biliyoruz, peki sinema? Neden farklı bir şey izleyemiyoruz sorusunun cevabını merak ediyorum. Deneyimlerimizin, ilişkilerdeki çıkmazların, diyalogların, sessizliklerin, kahkahaların ya da beklentilerin sinema perdesindeki karşılığı erkeklerin uzun uzadıya bakışmaları, karşılık bulamadıkları arayışları, söyleyemedikleri sözleri, cesaretsizlikleri yahut kavgaları mı? İçinde türlü mucizeler barındırdığı söylenen yeryüzünde bizim payımıza düşen sis perdesinin ardındaki erkek melankolisi mi gerçekten? Bitmek tükenmek bilmeyen ve ne hikmetse hep erkek karakterlerin üstüne yapışan bu melankoliyi ülkenin kendini bulamayışıyla ilişkilendirmemek elde değil.

 

Türkiye tarihinin ulus devlet ülküsüyle kuruluşundan bu yana tektipleştirme arzusu “bu topraklar halen ruhunu arıyor”dan “bu topraklar halen ruh kaybediyor”a geçişe zemin hazırladı. Biz ne ara böyle olduk laflarından biz hep böyleydik laflarına, biz hiç biz olmadık ki, biz dediğiniz hangi biz’e geçişler… Tek dil, tek din, tek yürek idealine sıkıştırılmaya çalışılan bizler mi ne ara böyle olduk? 1938’de mezarları dahi olmayanlar mı ne ara böyle oldu, 6-7 Eylül 1955’te mallarına el konanlar mı, 1978’de Maraş’ta kapılarına işaret konanlar mı ne ara böyle oldu, 1993’de bir otele sıkıştırılanlar mı, 90’larda köylerini terketmeye zorlananlar mı, kimliğindeki ismi değiştirenler mi?

 

Bir ruh arayışına çıkmış ülkenin sinemasına dönüp baktığımızda fakir ama gururlu gençlerden, fabrikatör babalardan, köy ağalarının tekeline düşmüş Davaro’lardan, değişen dünyanın değişmeyen adamı Muhsin Bey’lere (Muhsin Bey, Yavuz Turgul), Almanya’ya işçi gitme hayaliyle yola çıkıp kendini İstanbul’da bulanlara, televizyonu ilk kez gören köylerden, İstanbul’daki yakın akrabasında uzağı görenlere, fırsat kollayan Zebercet’lere (Anayurt Oteli, Ömer Kavur), Kader’e (Kader, Zeki Demirkubuz)… Sermayesizliğin, hayat bulamamış hayallerin, bir ihtimalin peşine düşenlerin, can sıkıntısının, anlam arayışının, gizli öznelerin kendi dönemleri içindeki çırpınışları tüm bunlar. Ateşi sönmeyen siyasi iklimi bizzat yaşamakla kalmayıp bu iklimin oradan oraya savurduğu insan manzaralarının perdedeki halleri. Bir hikâyenin, bir zorluğun, bir haksızlığın yer değiştirişleri. Bugün sinema, yine bu melankoliden kurtulamamış yalnız adamların revaçta olduğu, hesaplaşma peşindeki baba-oğulların eksik kalmadığı, sistem içindeki iyi polis-kötü polis hikâyelerinin umut tacirliğinden öteye geçemediği hikâyelerin, bir imza yaratmaya çalışan erkek yönetmenlerin himayesi altında kalıyor. Bu kendini aşamayan, erkek sarmalının etrafında dönmekte ısrar eden ve yolu hep şiddetten geçen sinemanın kendine makro siyasetin minör karakterini amaç edinmesi ne izleyiciye yeni bir şeyi düşünme imkânı tanıyor ne de yönetmenin kendisini de izleyici pozisyonundan çıkarabiliyor. Büyük çıkmazın içinde hissettiğimiz yerde yine büyük çıkmazların sahnelenişini izliyoruz sadece.

 

Varlığını şiddet yoluyla kuran uluslar bu varlığı hayatta tutabilmek için kutsalını ortaya çıkarmak zorundadır; Saime Tuğrul’un Ebedi Kutsal Ezeli Kurban’da bahsettiği gibi “kutsalın oluşması ve varlığını sürdürebilmesi için şiddet, şiddetin kendi haklılığını kurabilmesi için kutsallık gereklidir, her türlü düzen ve otorite, kurumsallaşmış bir şiddet üzerine oluşur, bu şiddeti meşru kılmanın yolu ise kutsallığın atfedildiği değer ve yapılanmaları yaratmaktır.”[2] Böylelikle kutsalın kaderi şiddetin meşrulaşmasına bağlıdır. Emin Alper’in son filmi Kurak Günler de varlığını bu yüceltilen ve artık kutsal sayılan şiddeti yine bir kasabada semptomatik erkek karakterleriyle gösterir. Şiddetin hedefinde kalanları en zayıf ve masum olanlardan seçen Alper, bu filmde bir Türkiye twitter gündemi havası yaratarak, bir obruk alegorisiyle bu şiddet atmosferinin herkesi içine çektiğini söylemek istemiş olabilir. Ancak, biraz çevre katliamı, biraz hayvan katliamı, biraz da Sivas’ı anmaya çalışarak, ortaya karışık bir Türkiye kaseti çıkararak yine bir çıkışsızlık gösteriyor. Evet, biliyoruz burası böyle bir yer, ancak, geride kalanlar yoluna nasıl devam edebillir, buna dair bir sözümüz olabilir mi?

 

Dünya hali “Büyük birader seni izliyor” devrinden teknolojinin bir hayli seviye atlamasıyla büyük birader her birimizi eğlendiriyor, oyalıyor, yalnızlığımızı alıyor, paniklemememizi sağlamak için elinden geleni yapıyor ama panikletmeyi gerek görürse de panikletiyor devrine geçiş yapmışken, ruhunu arayan bu coğrafya uzun süredir halının altına süpürdüğü travmaların hesabını vermekte zorlanıyor ama bir yandan da dünyanın biçtiği katılımcılığı esas tutuyor. Holokostu çaresizce izleyen dünya onun ardından onun hakkında sayısız film çekip nasıl böyle bir şey oluru artık dijital platformlardan izlerken bir travma varsa platforma dökülecek; bizim de iki çift travmamız var edasıyla İstanbul Pogromunu konu alan Kulüp’le, taşra travmalı Bir Başkadır’la yakalamaya başlıyoruz travma anlatılarının perdelenişini. Halihazırda kendini ülke dışına atmaya çalışanlar varken, sürgün edilenler varken, açılan davalar, içeri kapatılmalar havada uçuşuyorken oturuyoruz, halihazırda olan bitene gücümüz yetmediğinden, bakalım geçmişte yaşanan travmaları nasıl yansıtmışları izliyoruz. Halihazırda başka bir kıyım yapılıyorken. Belli aralıklarla oturuyoruz, yıkım nedir, nasıl olmuştur, kimlere yapılmıştırı konuşuyoruz, araya biraz magazin dedikoduları koyuyoruz yanmış beynimizi havalandırmak için, sonra bir tur daha oturuyoruz ve bir ülkenin dolduramadığı koca boşluğu bu defa da obruklarla anlamlandırmaya çalışıyoruz.

 

Bugün, toplumsal cinsiyetin verdiği ağırlığın altında kalan LGBTQ+bireyler varsa, ölmek istemiyoruz diyen kadınların önüne barikat kuruluyorsa, trans bir doktorun görevine son veriliyorsa, yakılarak öldürülen Hande Kader es geçiliyorsa Kurak Günler gibi perdeye yansımış bir filmde daha filmi izlemeden kulağımıza gelen gay karakterler, yalnızca boğuk konuşmalarının içinde yaşadıkları erotizmle, yıllardır dışarıda uzun yürüyüşlerin peşinde gözaltına alınıp Korkma Haykır diye bağıranları, şiddet görenleri, tercihlerini alenen yaşama mücadelesini gösterenleri temsil edebilecek mi? Çünkü belli ki her bir oyuncu her bir derdin temsilini amaç edinmiş ama homoseksüellik konusu yine en muhafazakâr yerde bitmiş.  Üç memur bir köylünün, bir memur beş köylünün geçtiği bu kek tarifine dönüşmüş, kendini aşamayan taşra kokulu sözümona alegorik senaryoların sermaye ucu hak mücadelesi verenleri ne zaman bulur bilinmez… Peki biz, dünyaya fırlatılmışlığını tokuşan kılıçların ucunda, sermaye kavgalarının ortasında acıyla yaşamaya yazgılı sıradan varlıklar, olan bitenleri öylece izleme çaresizliğinden başka sahip olacak bir şeyimiz olamıyorsa, bunları izlemek bize tam olarak neyi kazandırıyor, sorusunu sormadan edemiyorum. Bu sanat itibarının kasaba sermayesinin etrafında dönmeyi bırakacağı günleri beklemekteyim.

 

 

Ana Görsel: Domenico Fetti, Melancholia, yak. 1615

 

[1]W. Shakespeare, Hamlet, çev. Bülent Bozkurt, İstanbul: Remzi, 2012, V. Perde II. Sahne.

[2]Saime Tuğrul, Ebedi Kutsal Ezeli Kurban: Çok Tanrılılıktan Tek Tanrılılığa Kutsal ve Kurbanlık Mekanizmaları, İstanbul: İletişim, 2010, s. 90.

 

 

 

YAZARIN DİĞER YAZILARI

Bir de bunlar var

Dalgınlığım benim, pasaklı kontesim
Bazılarımızın Babası Memelidir. O, Bunu İspatlayabilir…
Laverne Cox, “Bana Caitlyn deyin” Vanity Fair kapağı üzerine

Pin It on Pinterest