Geçen gün iş yerinde bir tartışmaya girdik, “Külkedisi’nin diğer adı Cinderella mı değil mi?” sorusundan başlayarak. İşi gücü bıraktık bunu tartışıyoruz, evet. Ben ikisinin aynı hikaye olduğunu bilmiyordum sanırım ya da unutmuşum, Cinderella’nın başka bir karakter olduğunu iddia ettim. Sonra açtık baktık ki Cinderella ya da Fransızca ve esas ismiyle Cendrillon, “küçük küller” anlamına geliyormuş meğer. Çocukluğumuzun renkli hayallerini süsleyen zavallı (!) Külkedisi Cinderella’nın hikayesini de anmış olduk bu vesileyle.
Feminist çevrelerde bu tarz çocuk masalları toplumsal cinsiyet stereotiplerinden beslendiği için çokça eleştiriliyor. Külkedisi -kendi kaderine boyun eğmiş, üvey annesi ve kız kardeşlerinin zulmünden yılmışsa da iyi kalpliliğinden hiçbir şey yitirmemiş genç, güzel ve beyaz bir kadın- önce iyilik perisi ve nihayetinde de zengin, yakışıklı ve beyaz atlı prensi tarafından kurtarılıyor. Küçükken pek etkileyici, pek dokunaklı gelen Külkedisi masalı, şimdi pamuk şekerler eşliğinde okunacak pespembe bir masal gibi gelmiyor hiç. Kendi kararlarını alıp uygulamaktan aciz, tek çaresi bir erkek tarafından kurtarılmayı beklemek olan bir kadının hikayesi sanki bu.
1981 yılında yayınladığı Cinderella Complex (Külkedisi Kompleksi) isimli kitabında Colette Dowling işte tam olarak bu acizliği kuramlaştırmaya çalışıyor. Kitaba hızlıca şöyle bir göz atayım dedikten sonra bir baktım, epey okumaya başlamışım. Dowling kitaba oldukça ilginç sayılabilecek itiraflarla başlıyor ve evlenip boşandıktan yıllar sonra tanıştığı erkek arkadaşı ile birlikte yaşamaya başlama hikayesini anlatıyor. Dowling, ilk birlikte yaşamaya başladıklarında, geçimini sağlamak için yazarlık ve editörlükle meşgul olacağını öngörüyor. Fakat aradan geçen zamanda, evde kalmak, ev işleriyle ve gereksinimleriyle ilgilenmek hoşuna gitmeye başladığından kariyerinden ve profesyonel hırslarından adım adım uzaklaşıyor. İş dünyasının çekişmeli, zor ve yıpratıcı ritmine kıyasla evin düzeni, sıcaklığı, güvenliği ve rahatlığı ona çok iyi geliyor ve bir süre sonra isteyerek, kendini tamamen eve ve “ev hanımlığı” işine adıyor. İçinde bulunduğu düzeni, sanki yıllardır aradığı ve olması gereken şeymiş gibi algılıyor.
Ancak, bir noktada partneri ona gittikçe kendi gölgesi altına girdiğini ve evi kendisinin geçindirdiğini hatırlattığında, Dowling önce öfkeleniyor. “Nasıl yani? Bütün ihtiyaçlarını karşıladığım halde nasıl hala şikayet edebilir ki!” diye düşünüyor. Öte yandan bu serzenişlerin arkasında bir süredir aklını kurcalayan sorunlar olduğunu da biliyor ve nihayet bunların üzerine gitmeye karar veriyor. Bu noktada, birine bağımlı olarak yaşamaya ve birileri tarafından bakılmaya nasıl bel bağladığını, ve bu durumun “normalliğini” ne denli içselleştirdiğini fark ediyor. Tıpkı Külkedisi gibi, dışarıdan bir gücün kendi hayatına yön vermesini beklediğini görüyor.
Dowling, kendi deneyiminden de yola çıkarak kadınların, yetiştiriliş ve toplumda konumlandırılış biçimi gereğince, içten içe bağımsız olma korkusu ve birileri (anne, baba, eş, vs.) tarafından bakılma, kol kanat gerilme arzusu beslediğini öne sürüyor. Yaptığı görüşmelere ve tanıklıklara dayanarak, kadınların ev hanımlığını nasıl bir “seçim” olarak gördüklerini fark ediyor. Kariyerlerinin zorlaştığı, kritik bir evreye girdiği veya ilerlediği noktalarda kadınların bu durumdan çekindiklerini, korktuklarını ve nihayetinde ev iş yükünü bahane ettiğini veya çocuk yaparak yeniden eve dönmeye çalıştıklarını gözlemliyor.
Elbette, ev işleri gerçek bir yük ve çocuklar gerçek bir sorumluluk ve bunlar büyük ölçüde kadının omuzlarına yığılmış işler. Fakat Dowling bu gerçeği göz ardı ediyor veya küçümsüyor değil. Yalnızca eve dönüşün kadınlara has bir seçenek olarak görülüşünden dem vuruyor ve maddi bağımlılığın zamanla ne tür psikolojik götürüleri olabileceğine dikkat çekiyor. Ayrıca, toplumsal cinsiyet normlarının ağırlığını hatırlatıyor bu noktada. Erkeklere doğduklarından yetişkin oldukları ana dek bağımsız olmalarının gerekliliği her anlamda öğretiliyor; erkek eve ekmek getiren rolüne atanıyor, dolayısıyla çalışma hayatı, kimliklerini şekillendiren olmazsa olmaz bir aşama haline geliyor. Fakat, Külkedisi, Pamuk Prenses masalları ve evcilik oyunları ile büyütülmüş kadınların hayatlarında hep bir aile ve evlilik söylemi var, bağımsızlıktan çok ilişkisellik ve bağımlılık hatırlatması var.
Kitabın yazıldığı 1981’den bu yana toplumsal cinsiyet çalışmaları anlamında önemli gelişmeler kaydedildi, dolayısıyla kız çocuklarının yetiştirilişinde eğitim, profesyonel kariyer ve bağımsızlık nispeten daha önemli kavramlar haline geldi. Fakat hala cinsiyetçi öğretiler yok olmuş değil ve Dowling gibi bağımsız, kendi kararlarını alan güçlü kadınlar dahi bu cinsiyetçi tuzağa kolayca düşebiliyor ve kendini partnerine duygusal/maddi anlamda bağımlı bulabiliyor.
Bu meseleyi geçen gün YouTube’da BBC’nin güncel bir belgeselini izlerken yine sorguladım. Farklı sosyal çevrelerden gelen beş kadın arkadaşın hayat hikayesine odaklanan serinin bir bölümünde, severek ve isteyerek ev hanımı olmuş bir kadının bunu nasıl deneyimlediğini izliyoruz. Her ne kadar arkadaşları kariyerini tamamen bırakmış olmasını şüpheyle karşılasa da bunun kendi kararı olduğunu, eğer sevdiği şey buysa ve mutluysa, böyle devam etmesi gerektiğini söylüyor.
“Agency”, yani kişinin özgürce kendi kararlarını alıp uygulayabilme yetisi ve “choice” yani seçim kavramlarının feminist literatürde gittikçe görünür olduğu bir dönemdeyiz. Dolayısıyla, kariyerini yarıda bırakıp ev ve çocuklar ile ilgilenmeyi seçmek de elbette tıpkı diğerleri gibi bir seçim, hem de bu kişinin durumunda özgürce yapılmış bir seçim.
Fakat, ben yine de içten içe bunda bir terslik olduğunu düşünmeden edemiyorum. Kadının ekonomik ve buna bağlı olarak duygusal bağımlılığını tetikleyen bu durumun, kadını özgürleştiren bir seçim gibi sunulmasında ve algılanmasında bir gariplik var sanki. Yüzyıllardan beri erkek ve kadın arasındaki güç ilişkilerinin dengesini bozan geleneksel “iş paylaşımı”nın sürdürülmesi, her ne kadar isteyerek alınmış bir karar da olsa, uzun vadede kadının özgürleşmesine ve üretime katkıda bulunmasına engel olacak diye düşünüyorum.
Siz ne dersiniz?
Ana görsel: Cindirella illüstrasyonu Arthur Rackham, 1919.