Bağımsız bir çalışma, üretme ve sergileme alanı olan, Yeldeğirmeni’ndeki KOLİ Art Space‘in kurucuları Elçin Acun ve Yasemin Kalaycı ile söyleştik.
Elçin ve Yasemin, sizi tanıyarak başlayabilir miyiz? KOLİ Art Space’i kurmaya giden yolda sanatsal yaklaşımlarınızın oynadığı rolden bahseder misiniz?
Elçin: Ben Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi Fotoğraf bölümünde araştırma görevlisiyim, aynı zamanda sanatta yeterlik öğrencisiyim ve tezimi hazırlamaya devam ediyorum. Tezim, toplumsal cinsiyet ve video sanatındaki temsili üzerine, lisansta ise fotoğraf okudum. Okulun yanı sıra, aktif bir şekilde sanatsal üretimlerimi de gerçekleştirmeye devam ediyorum. Lens tabanlı pratiklerle çalışıyorum ve genel olarak da kurgusal işler üretiyorum. Sanırım üretmeye ilk başladığım zamanlardan bu yana aklımdaki meseleler ve sorular belirli çerçeveler etrafında dönüyor. Beden, cinsiyet, toplumsal cinsiyet, kamusal alan-özel alan, görünürlük, kadın meseleleri gibi, aynı zamanda kendi hayat dinamiğim içindeki varlık sorgulamalarımı içeren düşünceler sanatsal üretimlerime konu oluyor.
Fotoğrafı kullandığım işlerde daha çok kişisel deneyimlerimin, duygularımın izini sürdüğüm bir yaklaşımım var. Tesadüfe daha fazla olanak tanıyan ve toplayıcı gibi davranmayı sevdiğim, biriktirdiğim, sonradan anlamlandırarak bir şeyler oluşturduğum bir durum. Video benim için fotoğrafik görüntünün anlık olmayan bir versiyonu ya da sürece yayılan hali gibi, zaman mefhumunu kırmaya çalıştığım bir yöntem. Yani başı sonu olan bir senaryodan yola çıkmak yerine hep devam eden döngüler yapıyorum. Zaman ve süreç ile olan bu ilişki hareketli görüntüyü tercih etmemin sebeplerinden biri. Akıştan etkileniyorum. Kullandığım medyumların iki boyutlu imkânlarını esnetebileceğim yerleştirmeler yapmayı seviyorum. Bu kısmı benim için biraz oyun gibi: Malzemeyi kurcalamak, motorlarla, devrelerle oynamak, farklı alışılmışın dışında yüzeyler denemek… Üçüncü bir boyut katmaya çalıştığım müdahalelerde bulunuyorum. İşin anlatısına mekân ve malzemeyle olan ilişkiyi de dahil ederek daha fazla iletişim kurduğumu hissediyorum.
Çoğunlukla da kendi bedenimi kullanmayı seviyorum. Yaptığım işlerde “ben” aslında bir beden temsili olarak var oluyorum. Bedensel olarak da içselleştirdiğim kavramlar etrafında dönmemin etkisi var bunda elbette. Burada herhangi birini değil de kendimi kullanmam işin içine performatif bir hal de katıyor. Video performans ya da kamera karşında yapılan performans gibi de değerlendirebiliriz.
Yasemin: Kocaeli Üniversitesi’nde Fotoğraf bölümünde okudum. Fotoğraf, video, enstalasyon ve dijital sanat gibi birçok pratikten faydalanarak sanat üretimlerimi sürdürüyorum. Çalışmalarımda beden-iktidar ilişkisi, toplumsal cinsiyet vurgusu, ırk ve kimlik gibi kavramlara değiniyorum. Tüm bu başkalıkları, toplumun bedenlere yönelik ideolojik dayatmalarını ve tektipleştirici politikaları parçadan başlayıp bütüne gönderme yaparak irdeliyorum. Son zamanlarda bellek kavramından yola çıkarak üretimlerime yön vermeye başladım. Kişisel hikâyelerde an ve anda yaşanan şeylerin kalıcılığıyla yol açtığı yıkımlarla ya da doğası gereği olumsal yönleri ile düşünüyor ve üretiyorum. Bu süreçte daha organik, yani elle tutulabilen, hassas ve yok edilmeye müsait materyallerle ilerliyorum.
Sanatsal pratiğimden yola çıkarak kendimi var etme sürecinde eksikliğini hissettiğim alanlar, durumlar veya karşılaşmalar vesilesiyle benim çektiğim sancıların başka bedenlerde de aynı tarzda hikâyeler halinde var olduğunu gördüm. Elçin ile de pandeminin başlarında çokça oturup konuştuk. Türkiye’deki ayrıştırıcı politikalardan, bizi kısıtlayan bu kabuktan çıkabilmek için neler yapabileceğimizi tartıştık ve KOLİ’yi kurma düşüncesi gelişti. Bizim gibi düşünen ve üreten insanlarla birlikte serbestçe toplaşabileceğimiz bir alan hayal ettik. Şu an bunun meyvelerini toplayabilmek çok iyi hissettiriyor. Önümüzde koca bir yıl var ve her gün bir öncekinden daha heyecanlı bir şekilde ilerliyor KOLİ’nin oluşma sürecinde. Şu ana kadar ve bundan sonrası için desteğini eksik etmeyen insanlar ile tanışmak, iletişim kurmak bizim için çok değerli.
KOLİ Art Space’in güçlü bir manifestosu var. “Kimliğin ve cinsiyetin akışkanlığına odaklanarak değişim ihtiyacının zorunluluğu inancından” doğduğunuzu, “feminist ve queer sanatçılar arasındaki diyaloğun desteği ile” var olduğunuzu, “kapsayıcılık ve çeşitliliğin gücü ile” beslendiğinizi, söylüyorsunuz. Bugüne kadar gerçekleştirdiğiniz işlere geçmeden önce, bir sanat alanının kapsayıcı olması ne demek, diye sormak istiyorum size.
Türkiye’de yaşayan sanatçı, kadın, kuir bireyler olarak günümüz baskın politikaları sebebiyle sınırları iyice daraltılmış bir alanda, büyük bir sıkışmışlık duygusu içinde yaşıyoruz. Heteronormatif iktidar, hangi bedenin önemli olduğuna ve toplumsal bünyenin meşru bir parçası sayılacağına karar veriyor; kuir bedenleri gözden çıkarılabilir addediyor, ötekileştiriyor; kamusal yaşamın gölgelerine çekilmemizi, okunaksız hale gelmemizi sağlamaya çalışıyor ve tüm farklı formları normallik statüsündeki merkeze indirgeyerek denetim mekanizmasını pekiştirmeye çalışıyor. Pandemi dönemiyle birlikte iktidar söylemleri iyice sertleşti; ayrıştırma, ötekileştirme, kutuplaştırma ve biyopolitik stratejilerle belki de bedenimize müdahalenin en üst noktalarına gelindi. İfade özgürlüğümüz kısıtlanmadan, etnik ya da cinsel kimliğimiz sebebiyle nefret söylemine maruz kalmadan düşüncelerimize nefes aldırabilmek bir gereklilik haline geldi. Diyalog kurma, buluşma, beraber üretebilme gibi ihtiyaçlarımız bu olağanüstü dönemde üzerimizdeki yoğun baskı ve tahakküm ile iyice arttı. Bu bağlamda KOLİ’nin bir dayanışma platformu için olanak sağlayabileceğini umut ediyoruz.
Bakışımız, toplumsal cinsiyet eşitliğine odaklanan, LGBTİ+ bireylerin ayrımcılık, özgürleşme ve görünürlük mücadelesinde aktivist bir aktör olmayı hedefleyen bir doğrultuda. Kuir düşünce, cinsiyet, toplumsal cinsiyet, cinsel yönelim ve cinsel pratiklerle ilgili her tür etikete, dolayısıyla kimlik ve cinsiyet üzerine kurulan her tür kategoriye karşı durur. “Normali” ve normalliği kuran normların kuruluş ve işleyiş yapısını sorgularken, amacı kenarda kalanın merkeze çağrılması değil, bizzat merkezin darmaduman edilmesidir. Cinsiyetle ilgili algılarımıza damgasını vurmuş ikili düşünce yapılarına (eşcinsellik/heteroseksüellik, kadınlık/erkeklik…) ve bu yapıların beraberinde getirdiği kimliğe ilişkin uzlaşımlara karşı, cinsiyet, toplumsal cinsiyet kimliklerinin hiçbirinin “doğal” bir kategori olmadığını, tarihsel, kültürel ve toplumsal olarak kurulduğunu ve dolayısıyla iktidar ilişkilerinden bağımsız düşünülemeyeceğini savunur. Kuir düşüncenin ana soruları, cinsel kimliğin inşası, bu kimliklerin nasıl düzenlendiği, bu kimliklere atfedilen rollerin nasıl açığa çıkarılacağı ve bu kimliklerin özneyi nasıl mümkün kıldığı ve kısıtladığı etrafında yoğunlaşmaktadır. Biz de bu düşünceleri benimseyerek, temelde bir aktivizm yöntemi olarak, belli bir ideolojik gündemi olan bir mekân kurmak istedik; ayrımcılık, özgürleşme ve görünürlük mücadelesinde bu yöntem ile aktif rol almayı amaçlıyoruz.
Kendi düşünce ve sanat pratiğimiz ile paralel düşünen ve eyleyen feminist, kuir sanatçılar ile iletişime ihtiyaç duyuyoruz. Çünkü kimlik hiyerarşilerinin bu kadar baskın olduğu bir toplumda göz ardı ediliyoruz, varlığımız kısıtlanıyor, itiliyor, yok sayılıyor; kamusal alanda, iş hayatında ya da sanat alanında eril olandan kendimize yer açabilmek küçücük bir çatlağa sığışmak şeklinde gerçekleşiyor. Herkes gibi biz de kendimiz olabileceğimiz, düşüncelerimize alan açacak, aidiyet duygusu ile sahipleneceğimiz bir düzleme ihtiyaç duyuyoruz. Bizim için kapsayıcı olmak tektipleştirici politikalardan, ikili düşünce yapılarından uzak olmaya çalışarak her türden kimliğin varlığından gururlanmak ve bütün bu çeşitliliğin güzelliği içinde insan olmanın, hayatın olasılıklarının sınırsızlığının düşünü kurmak sanırım.
Daha önceki söyleşilerinizden birinde, Brian O’Doherty’nin Beyaz Küpün İçinde: Galeri Mekânının İdeolojisi kitabında, modern sanat galerilerinde hakim olduğunu tespit ettiği iktidar tipine referans verdiğinizi gördüm. Kitaba göre, sanata ve sanat işine atfedilen kutsallığın mekândaki kusursuz estetik tasarımla bütünleşmesinden doğan bir güç ilişkisi söz konusu. KOLİ’yi kurarken isminiz, mekân tasarımınız, kurumsal olmayan kurumsal kimliğiniz vs. bakımından bu yöndeki farkındalığınız nelere yansıdı?
Bizim için bağımsız bir sanat alanı olmanın anlamı modern sanat galerisinin yani “beyaz küpün” yarattığı bu güç ilişkisinden soyutlanabilmek. 20. yüzyıl modern sanatında ideal galeri mekânı sanat nesnesinin dışında, algıyı başka bir tarafa çekebilecek tüm ögeleri dışarda bırakmak üzerinden tasarlanmıştır. Dolayısıyla dış dünya ile temas yok edilmek istenir, pencereler iptal edilir, duvarlar steril bir beyaza boyanır. Galeri mekânında sanatçıya deha atfeden, sanat nesnesini de yücelten bir aura, adeta sonsuzluk duygusunu andıran bir zamansızlık, ilahi bir kutsallık vardır. Senin de belirttiğin gibi. Hatta O’Doherty “Biraz kilise kutsiyeti, biraz mahkeme salonu resmiyeti, biraz deney laboratuvarı gizemiyle şık bir tasarım buluştuğunda, benzersiz bir estetik mekân ortaya çıkar. Bu mekândaki güç algısı o kadar yoğundur ki yapıtları mekânın dışına çıkarmak onları yeniden seküler bir statüye düşürebilir,” der. Bu durum sanatı soyutlayan, kendi dünyası ile sınırlı kalmasına sebep olan bir sonuç doğuruyor. Beyaz küp 1970’lerin ortalarından bu yana var olan ve birçok sanatçının kırmaya, tepetaklak etmeye çalıştığı bir olgu. Ne var ki bu “kutsallık” yakıştırması aslında zaman zaman hepimizin hissettiği bir durum. Galerilerin sokaktan yalıtılmış, fısıltı ile konuşulan, kurallarla dolu, tedirgin edici soğukluğu bizim sanat izleyicisi olarak çekingen davranmamıza yol açabiliyor bazen. Bizim gibi sanat anlarında ya da inisiyatiflerde başlangıç olarak bunun kırıldığını düşünüyoruz. Dış dünyayla, dolayısıyla mahalle ve semtle olan ilişkimiz daha olumlu ve etkileşim içeriyor. Mekânın fiziksel durumu ve ideolojisi tepeden bakan bir izlenim yaratmıyor; aksine, yerle ve yüzeyle bütünlük oluşturuyor. Böylelikle birçok şey aynı düzleme geliyor ve demokratikleşiyor diyebiliriz. Ayrıca anaakım galeri mantığının dışında kaldığımızda ya da bir kuruma bağlı olmadığımızda bir karar mekanizmasının düzenlemesinden muaf oluyoruz. Sanat ortamına revaçta olanı benimseyen, piyasaya odaklanmış, satış kaygısı güden ya da sansür korkusu taşıyan bir açıdan yaklaşmak zorunda kalmıyoruz. Mekân bizim ikinci evimiz gibi. Sobası, mutfağı, koltuğu, masasıyla içinde rahat hissedilen bir ortam. Çok pencereli olması sayesinde sokakla doğrudan bağlantı kurulabiliyor Koli kelimesi Lubuncada seks, partner gibi anlamlara gelir; tabii Lubuncaya gönderme yaptığı kadar, beyaz küp olmama haline de işaret ediyor. Yani KOLİ gibi bir kutu, oradan oraya sürüklenebilecek, aynı zamanda bozulup tekrar kurulabilecek, tedirgin etmeyen, fazla hassas olmayan; başka bir deyişle kirletmekten, dokunmaktan, temas etmekten korkmayacağımız, dolayısıyla denemelere açık, hatta deneyip yanılmayı, deneysel olmayı göze alabilen ve teşvik eden bir yapı.
KOLİ’de bugüne kadar yer almış, alan açtığınız işler neler? Küratöryal süreci nasıl yönetiyorsunuz?
Şu sıralar altıncı sergimiz, Ahmet Rüstem Ekici, Ateş Alpar, Hakan Sorar ve Mert Çağıl Türkay’ın farklı disiplinleri bir arada kullandığı Hadi Bana Geçelim devam ediyor. Sergi izleyeni, sanatçıların kişisel deneyimlerinden oluşan hikâyelerle örülü özel bir alana davet ediyor ve bu davet kimi zaman kamusal alanda “buluşturamadıkları” beden imgesinin izini sürerek kimi zaman da potansiyelinin ötesinde, direnişe doğru ilerleyen bir etki bırakmayı amaçlıyor. İz, temas ve bellek kavramları etrafında dolanan bu sergi kültür tarafından şekillendirilmiş bellek, bireysel izler karşısında aldığı konum ile bedene dair yeni bir sorgulama alanı açıyor. İz sadece bir sembol olarak ortaya çıkmaz, kuir bir ivme ile çıktığı yolda bedenin toplumsal bellekteki yerini de irdelemeye başlar. Sergi bu bireysel izlerin kuirleri birbirine nasıl bağladığı sorusu üzerinde duruyor ve sanatçılar, yara izlerinden yola çıkarak hafıza ve kültürel travmalar üzerinden bir beden okuması sunuyorlar.
Genel olarak, sergileri tanıdığımız küratörlere, işlerini sevdiğimiz sanatçılara teklifte bulunarak ve sonraki süreçte de hep beraber ortaklaşa organize ederek ilerliyoruz. Tabi ki önerileriler ve yeni tanışıklıklar da oluyor, bunları da manifestomuz doğrultusunda değerlendiriyoruz. Bu sergiden önce Gurbette Hasret isimli, Almanya’ya göç etmiş kadınların müzikal hikâyeleri üzerinden oluşturulmuş bir projenin sergisi vardı. İlk sergimiz Senkron Video Sergileri kapsamında gerçekleşen, kavramsal çerçevesi bedenin “geçirgen” olabilme ihtimali ve görünürlüğün akışkanlığı üzerine kurulu olan bir seçkiydi. İkinci sergimiz küratör arkadaşımız Melike Bayık’ın gözetleme, gözetim ve röntgencilik kavramları üzerine karma bir sergiydi. Daha sonra yine arkadaşımız olan küratör Tuba Kocakaya ile sanatçı Özge Horasan bir sergi gerçekleştirdi. Ardından İsrailli sanatçı Yael Meiry’nin beden ve doğa, canlı ve cansız formlar arasındaki ilişkiyi boyut ve odağı bozarak bir ilüzyona çevirdiği Artık Yalnız Kaldığımıza Göre sergisi oldu. Yael’i Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi Fotoğraf Bölümünün gerçekleştirdiğimiz Fotoğraf Kitabı Festivalinde tanımıştık. Devam eden Hadi Bana Geçelim’de ise bir küratör ile çalışmadık. Biz Ateş Alpar’ı davet etmiştik, o da diğer sanatçı arkadaşları davet etmek istedi; bu şekilde toplantılara başladık, hep beraber işleri inceledik, üzerine tartışıp ortak kavramsal çerçeveleri üzerinden bir metin çıkardık ve sergileme düzeni belirledik. Kolektif bir çalışmanın sonucunda ortaya çıkan besleyici bir süreçti.
Sergilerin yanı sıra, mekânınızı On İkinci Ev isimli bir tiyatro oyununa açtığınızı biliyorum. Geçenlerde de Gurbette Hasret sergisi kapsamında müzik etkinliği yaptınız. Yeldeğirmeni’nin yükselen bir merkez haline gelmesine katkınız aşikâr. Nitekim, bu semtte peş peşe açılan kafe ve restoranların yanı sıra, birçok sanatçı atölyesinin bulunduğunu da biliyoruz. Merkez ve çeper ilişkisi bakımından ve Yeldeğirmeni’nin kendi atmosferi çerçevesinde konumunuzu nasıl değerlendiriyorsunuz?
İkimiz de optik sanatlar alanından geliyoruz, fakat KOLİ’de, ilk kurduğumuz andan bu yana her zaman disiplinlerarası işlerin yer almasını da hayal ettik ve bu tip fırsatlar olduğunda kaçırmamaya çalışıyoruz. Melek Ceylan’ın tek kişilik oyunu On İkinci Ev, bir sokak tiyatrosu olarak KOLİ’nin vitrininde gerçekleştirildi ve izleyiciler oyunu sokaktan izlediler. Şimdiki sergi esnasında Ateş Alpar, Hrant Dink’e adanmış “Tüm Sular Çatlağını Bulana Kadar” isimli bir performans gerçekleştirdi. Böyle projeler sayesinde mahalleyle olan yakın ilişkimiz daha fazla ilerliyor, insanlar merak ediyor ve kolaylıkla dahil olabiliyorlar. Nitekim iki projede de sokaktan geçen insanlar durup uzun uzun seyretti, yakınlardaki kafeden, kıraathaneden geldiler, apartmanlarda evlerin pencerelerinden izlediler. Mahalleliyle olan ilişkiyi çok önemsiyoruz, KOLİ’nin fiziksel yapısı da kamusal alan ile direkt ilişki kurmaya çok müsait.
Yeldeğirmeni son zamanlarda oldukça popülerleşmeye başladı ve Kadıköy’ün merkezlerinden biri haline geldi. Değişmeye başlamasının yanı sıra hâlâ mahalle kültürü devam ediyor; yerli esnaf yoğunlukta, insanlar komşuluk ilişkilerine önem veriyor, birbirlerini yadırgamadan, alanlarına saygı duyarak yaşadıklarını gözlemliyorum. Elitist bir yapısı olmayan rahat ve özgürce var olabildiğimiz İstanbul’daki nadir semtlerden biri. KOLİ’yi Yeldeğirmeni’nde açmamızın önemli sebeplerinden biri bu güvenlik ve özgürlük alanını burada sağlayabileceğimizi düşünmemiz. Tabii bir yandan da, burada yaşıyoruz ve her ne kadar galerilerin çoğu Avrupa yakasında olsa da, senin de dediğin gibi, sanatçılar atölyelerini buralarda tutuyorlar. Gerçi, Yeldeğirmeni’nde sanatçı atölyeleri eskiden beri çok fazlaydı çünkü fiyatlar uygundu. Şimdi popülerleşmeyle beraber fiyatlar yükseliyor, bu durum sanırım kentsel dönüşümün bir parçası. Sanatçılar yeni kurulmuş ya da sitelerden oluşan semtlere değil de, şehrin ruhunu hissedebilecekleri, İstanbul’un kaosunu yaşayabilecekleri Yeldeğirmeni gibi semtlere yerleşerek atölyeler açıyorlar. Böylelikle orada bir komünite oluşmaya başlıyor. Bu potansiyeli fark eden diğer insanlar da o semtlere kafeler, butik restoranlar açıyor. Bu kafelerin açıldığını gören semt dışında yaşayan insanlar da gelmeye başlıyor, sonra kafeler fazlalaşıyor, kiralar artıyor ve sanatçılar yavaş yavaş atölyelerinden çıkmak zorunda kalıp başka yerlere taşınıyorlar; bu bir döngü gibi. Yeldeğirmeni’nde de olmaya başlayan bir durum, sanırım bu kaçınılmaz.
Peki, 2022 senesinde KOLİ’de bizi neler bekliyor?
Kendi hayatımızda çok programlı davranamasak da KOLİ’de son derece programlıyız. Pride ayına kadar sergi programımız hazır, hatta çok kesin olmamakla beraber sonbahar programımız bile mevcut, aynı zamanda birçok işbirliği ve kolektif üretim planımız var. Süreç yoğun ve keyifli geçiyor ve yeni insanlarla tanışmak, projeler geliştirmek, güncel konular hakkında tartışmak çok besleyici. Bizi destekleyen, gönüllü bir şekilde çalışmalarımıza yardım eden, teorik bilgisini paylaşan, deneyimlerini, bağlantılarını esirgemeyen, ayrıca işlerini sergileyen, sergileri görmeye gelen, etkinlikleri takip eden herkese çok teşekkür ediyoruz.
Kapak fotoğrafı: Gurbette Hasret sergisinden.