bu mecranın okurları büyük ihtimalle biliyordur ama kısaca hatırlatayım: ikinci dalga feminizmin ortaya çıkarttığı iki temel örgütlenme biçimi var; bunlardan biri küçük grup, diğeri kampanyalar.
küçük grup, farkı amaçlarla bir araya gelmiş, farklı sayılarda kadından oluşuyor. her kadının kendi hayatını politik açıdan anlamasını hedefleyen bilinç yükseltme gruplarında 5-7 kişi bulunur. ama bir sığınağın işletilmesi, bir derginin yayınlanması, bir kooperatifin yürütülmesi, belli bir konuda araştırma yapılması gibi spesifik işler için bir araya gelen kadınlar da birer küçük grup ve sayıları daha fazla, bazen de daha az olabilir. sayıda belirleyici olan, doğrudan demokrasinin işleyebilmesi yani kararların ortak alınması, herkesin fikrini ifade edebilmesi. böyle bir şeyi örneğin 60 kişiyle yapmak neredeyse imkânsız oluyor.
kampanyalar, feminist yapıların feminist olmayan yapılarla da bir araya geldiği koalisyonlar olabilir, kimisi kısa süreli bir kampanya yürütüp dağılır, kimisi uzun yıllar faaliyet sürdürür. burada ister istemez temsili demokrasi işler.
ama şunu unutmamak gerek. temsili demokrasi de, doğrudan demokrasi de otorite meselesiyle ilgili sorunları ortadan kaldırmaz, hatta doğrudan demokraside zaman zaman herhangi bir somut sebebe dayanmayan kişisel otoritelerin daha belirleyici olması mümkün. bilgi sahibi, iyi konuşan, özgüveni yüksek, baskın kişilikli insanlar karar süreçlerinde daha fazla dikkate alınabilir. bunu aşmak çok zor ama şunu da hatırlamak gerek; feminizm içerideki otorite meselesiyle en fazla uğraşmış akımlardan biri; anarşizmden de daha fazla çünkü anarşizm esas olarak toplumdaki otoriteye ve tabii devlet otoritesine odaklanıyor.
ama otorite ile yetki arasında dağlar kadar fark var. yetki, feminist pratiğe stk’larla girdi.
“non-govermental organisation/hükümet-dışı örgüt[1] teriminin türkçeye sivil toplum kuruluşu olarak aktarılması bile bence sorunlu ancak o kadar yerleşti ki buna direnmek sanırım artık mümkün değil. ama yine de kısaca izah etmek istiyorum. ngo’lar sosyal devletin çözündüğü dönemde ortaya çıktı ve sosyal devletin siyasal mücadeleyle elde edilmiş -örneğin sığınaklar gibi- kimi işlevlerini yüklendiler. ngo terimi bu tarihi içeriyor.[2] bu özellikle bizim gibi, devletin denetimindeki kamuya demokratik araçlarla müdahale etmenin çok zor olduğu ülkelerde cazip olabilecek bir alternatif gibi görünüyor. ama bir belediyenin sığınağı kamu kaynaklarıyla yürütülürken bir ngo, işlettiği sığınak için kaynak bulmak zorunda. sığınak vb. hizmetleri kamunun vermesi ve layıkıyla vermesi vazgeçilmez bir politik talep; bunu hatırlattıktan sonra devam edeyim. ngo’ların kaynak arama ve bulma süreçlerinin kritik sonuçları var. bu kaynaklar yine kamudan bulunuyor ama edinilme ve yönetilme süreçleri ortaya farklı sonuçlar çıkartıyor.
daha önce başka mecralarda yazdığım bir noktayı tekrarlamak istiyorum; emperyalist kurumlar da dahil olmak üzere bütün kamu kaynakları, kadınlar da dahil olmak üzere halkın hakkıdır, o yüzden fon kullanmakta bence ahlaki bir sorun yok. mesele bu kaynaklara ulaşırken işleyen mekanizmalarda ve bu kaynakları kullanmanın sonuçlarında. bu fonların bazıları bilgi edinme amaçlı veriliyor, bazıları yapılan iş üzerinde denetim talep ediyor. eğer bir mahalleye, çocuk parkı da içeren bir bakım merkezi inşa etmek için bir fona başvuruyorsanız, bunlar sorun oluşturmayabilir. ama politik söz üreten ya da politik olarak şekillenecek –örneğin danışma merkezi- gibi bir iş yapıyorsanız farklı bir özen gerekir.[3] ayrıca birçok durumda fonun elde edilme süreci bazı sorunlar ortaya çıkartıyor. “çok sıklıkla” demek istemiyorum ama zaman zaman, bir “iş” kuruluyor ve o işletmeyi yürütmek, o işletmeyi yürütecek fon bulmak yapılan işten, o işin işlevli olmasından daha öncelikli bir hale geliyor. o kuruluş içinde fon işiyle uğraşan, fon bulan ya da fon bulan mekanizmada merkezi bir konumda olan kişinin, kurumun tamamı üzerinde yetkisi oluyor. çünkü işletmenin devamlılığı politik hedeflerin önünde.
başka bir hatırlatma yapmak istiyorum. hemen her örgütün belli bir mali yapısı vardır tabii ama ngo’lar bir tür “iş”[4] yapan ama kâr amacı gütmeyen kurumlar olarak şekillendi. burada bir parantez açmak istiyorum. ikinci dalganın başından itibaren feministler kâr amacı güden yapılar da oluşturdu. 1980’li yıllarda ingiltere’de yayınlanan feminist dergilerde, elde ayakkabı, kıyafet vb. üreten feminist kolektiflerin tanıtımlarına rastlanırdı. örneğin hindistan’da, küreselleşme sürecinde köylerde, yerel üretim biçimlerini koruyan kadın kolektiflerine feministler öncülük etmişti. yani mesele “kâr” değil.
başka birçok kadın gibi ben de, “kâr amacı gütmeyen” kurumlarda, kâr amacı güden, kapitalist şirketlerden daha keyfi mekanizmaların, daha karmaşık ilişkilerin ve daha zor baş edilen sorunların bulunduğuna şahit oldum. üstelik bu sadece belli bir “iş” üreten kurumlara mahsus değil. birçok örgütlenmeden ağır travmalarla çıkan insanları hepimiz tanımışızdır. bunun sebepleri üzerine düşünmeye çalışacağım. burada iki farklı mesele olduğuna inanıyorum. birincisi otorite, otoritenin ortaya çıkış biçimleri ve kullanımıyla ilgili.
otoritenin çeşitli kaynakları var, kimimiz daha bilgiliyiz, daha fazla görmüş geçirmişiz, yapılan işe daha fazla zaman ayırabileceğimiz koşullara sahibiz… bunların hepsi mücadeleye katılmamız ve katkımız açısından farklılıklar yaratıyor ve bunun bir tür otorite oluşturması kaçınılmaz. ama otorite illa duygusal şiddete dönüşmek zorunda değil. ayrıca bir kısmımız sadece kabalaşmaktan çekinmediği için otorite sahibi olan insanlara karşılaşmışızdır. o yüzden bence mesele otoriteden daha çok duygusal şiddette.
sömürülenler, ezilenler hayatta belli bir öfkeyle yol alır. politikleşmek başka birçok şeyin yanı sıra bu öfkenin gerçek sebebine yönelmesi süreci. bu insanlar aynı zamanda baş eğmeye zorlanmışlar, zaman zaman bunu içselleştirmişlerdir. bu, kadınlara özgüvensizlik yükler. yani sistemin psikolojik sonuçları da var. işte bilinç yükseltme çalışması bunlarla baş etmek için gerekli. bilinç yükseltme çalışması derken hem bilinç yükseltme gruplarını hem de her yapının kendi içindeki, sürekliliği olan bir çalışmayı kastediyorum. çünkü duygularımız da politik ve bunlarla birbirimizi kırıp dökmeden baş etmenin yolunu bulmak gerekiyor.
aslında yetkinin de en yıkıcı sonuçlarını duygusal şiddet ortaya çıkartıyor. ama yetki meselesi bundan ibaret değil.
stk’lar kâr amacı gütmüyor ama belli bir “iş” yapıyor; bu genellikle hizmet vermek oluyor. bu kurumların başarı kriterleri son derece muğlak. genellikle fon vereninki dışında bir denetim yok. bu muğlaklık, kapitalizmin kâra dayanan kurallarından bile kötü sonuçlar verebiliyor. çünkü kapitalizm altında, başarısız bir elaman göreve devam edemez. oysa bir stk’da başarı, bir kadronun devamlılığı açısından her zaman önemli olmuyor. stk’larda patron yok ama –daha önce başka mecralarda yazdığım bir şeyi tekrar etmek istiyorum- kapitalizm patrondan ibaret değil, müdür de kapitalist işleyişin önemli bir parçası. stk’larda patron yok ama müdür pekala var; üstelik de hiçbir denetime tâbi olmayan, dolayısıyla yetkisi sınırsız, görevden çektirilmesi imkânsız olan müdürler. ama bu kurumlarda istihdam edilenler emeklerini, zaman zaman iş hukukunun kendilerine tanıdığı haklardan dahi yoksun halde veriyor. yani yetki duygusal ve ekonomik şiddet doğuruyor ve stk müdürü (tabii adı başka oluyor) herhangi bir kapitalist işletmenin müdüründen daha keyfi hareket edebiliyor. şunun da farkında olmak gerek. kolektif bir iş yürütmek, ortak çalışma saatleri de içeren belli bir disiplin gerektiriyor. ve kapitalizm koşullarında yetişmiş insanların bir kısmı, böyle bir disipline gönüllü olarak uymak konusunda isteksiz olabiliyor. ama aynı şekilde, işin ve çalışma saatlerinin belirsizliği iş yükünün irrasyonel dağılımına sebep olabiliyor.
bütün bunları aşmanın kolay olmadığı ortada. mesele iyi niyet, iyilik değil. ama açıklık bu sorunları en azından halledecek ortamı oluşturma konusunda önemli bir araç. mali açıklık, yapının inşası konusunda açıklık, duygular konusunda açıklık. ikinci bir nokta yetki ve iş aktarmak. eğitim gerektiren konumları bir kenara koyuyorum. belli bir işi, kendisinden başka kimsenin, kendisi kadar iyi yapamayacağına inanmak, bir olguya değil ruhsal bir soruna işaret eder. insanın bir ruhsal sorununun olması büyük bir talihsizlik ama sorunlu birinin bütün bir kurumun işleyişini domine etmesi yapısal bir sorun ve politik. rotasyon çoğu durumda insanlara gerçekçi gelmiyor çünkü bilgi, yetki, iş paylaşılmıyor. günlük işin gerekleri arasında buna vakit ve hal yok diye düşünülüyor oysa bu da işin gereklerinden biri! kaldı ki, kapitalist çalışma da rekabetten ibaret değil, birini yetiştirmek, terfi gibi mekanizmalar kapitalizmin de parçası!
son olarak şunu hatırlatmak istiyorum; mücadelemizi, yapmaya çalıştığımız işi ciddiye almak çok önemli. ama işin geneliyle anlık olanı ayırmak gerek. anlık iş için ilkelerimizden vazgeçmeye hakkımız yok çünkü o ilkeler birer yük değil, çürümememizin teminatı. her mücadeleden, her kurumdan herkes değişerek, güçlenerek çıkmalı ve yaptığı işten mutlu olmalı. bundan başka feminizm bilen varsa söylesin.
Görsel: Blessing Ngobeni, Mask and Struggle, 2016
Notlar
[1] government devlet anlamında da kullanılıyor, o yüzden devlet-dışı örgütlenmeler de denebilir.
[2] bu tanım demokratik kitle örgütlerini –örneğin sendikaları- kapsamıyor. demokratik kitle örgütlerinin temsili özelliği, belli bir alanda çalışan ngo’ların söz hakkıyla farklı. kitle örgütlerinin basınç uygulama açısından farklı araçları ve işlevleri var.
[3] bu sorunları engellemek için, bağış kabul eden ve bağışlarla oluşturduğu fonu politik olarak doğru kriterlerle dağıtan feminist kurumlar var.
[4] “iş”i “business” anlamında kullanıyorum.