MALA Hermana, gerçek adı değil. Bu adla açtığı bir Instagram hesabı var. Çizimlerini gösteriyor. Sıfatları bir yana bırakalım; ilgimi çekti, diyelim. Gönderilerini gösterip kendisinden çizimlerini ve kendisini anlatmasını rica ettim. O da kabul etti.
Kendine neden MALA Hermana (Kötü kız kardeş) takma adını seçtin?
Anneanne tarafım Sefarad Yahudisi. Annemin liseden bir arkadaşı vardır, Nihal Akbulut. Çok iyi bir çevirmen ve çeviribilimcidir. O, yıllar sonra İspanyolca öğrenmeye başlamıştı, annemi de konuşmaya zorluyordu. Birbirlerine “hermana” derlerdi. Aralarındaki kardeşlik ilişkisini çok sevdiğim için o ismi hemen sahiplendim. Benim kendini hep baltalayan, sabote eden yanım eklenince MALA Hermana oldu.
Seramik takılar yapıyorum ama hiç sırlama falan yapmıyordum. Şu sıralar seramik ile biraz daha tanış olayım diye arkadaşlarımın atölyesine gidiyorum.
Heykel okumamış mıydın?
Evet ama iyi bir heykeltraş değilim. Aslında üretimim hep çok sıkıntılı.
Nasıl?
Genel olarak ‘iyi bir şey yapmıyorum’ hissi hakim bende. Ama sadece ‘iyi bir şey üretmiyorum’ değil. ‘İyi bir insan değilim,’ ‘iyi bir sanatçı değilim,’ ‘iyi hiçbir şey değilim’…
Sanat işlerinde ‘iyi’ tanımın ne?
İşte, o ne, onu ben de bilmiyorum. En çok öykündüğüm, birşeylerin doğallıkla çıkması. Bir şeyin içinde fena halde yoğunlaşma hali. Bunların hiçbiri sanırım bende yok. Hep çok bilinç… Belki akademik eğitim de ekstradan bir şey katıyor: “Onu doğru yapmadın,” “Oradaki denge…” “O kompozisyon oldu mu?”…
Bunlar mesela daha çok eğlendiğim şeyler. iPad’de bir uygulama var; elimle üretiyorum, daha rahat yapıyorum, yolluyorum gidiyor.
Bunlar karalamalar. Bu çok eski.
Ürettiğin objeleri satmak için mi yapıyorsun?
O konuda da bayağı kötüyüm aslında. Burada bir tek Atölye Yeti’ye (https://atolyeyeti.sopsy.com) veriyorum. Ticari bir ilişkiye girmektense paylaşmayı, takası, hediye etmeyi seviyorum. Biri yaptığım bir şeye yakınlık duyuyorsa o şeyi o kişinin kılmayı seviyorum. Bu ara mektup yolluyorum insanlara. Posta kutusundan birinin bir şey alması falan acayip hoşuma gidiyor.
Neden sadece Atölye Yeti?
Sebeplerden biri, kendini yeterli bulmama. Bir diğeri de… yaptığım şeyin meta değeri nasıl, neye göre belirlenecek? Bunların hepsi bana büyük birer sorun gibi geliyor. Kendimi henüz yetişkin dünyasına uyumlanamamış hissediyorum. Bunlar biraz yetişkin dünyasıyla ilgili. Ben genel olarak şuursuz bir insanım.
Nebula diye bir yayınevi var. İki cilt halinde Angela Carter’ın toplu öykülerini yayımlayacaklar. Benden resimlememi istediler. “Çizeceklerin öykülerle paslaşmak zorunda değil, oku, akışına bırak, kendin ol” dediler. Benim için en tehlikeli cümleler. Ben hiçbir şey olamıyorum. Böyle debeleniyorum. Dil çok acayip bir dil. Semboller, betimlemeler çok yoğun. Bu da kitaba girmesi muhtemel çizimlerden biri.
Bunu kendim için yaptım. Giz’li Atölye diye bir yer var. Orada biraz kendime üretiyorum.
Heykel bölümünde seramik öğretilmiyor mu?
Mimar Sinan’da eskiden başka atölyelerin derslerine yazılma diye bir şey yoktu. Bir de ben acayip antisosyal bir insandım. Kalabalık içinde çok rahat üretemiyordum. Genel olarak zaten üretim öyle bir şey ya. Biriktirirsin biriktirirsin, biraz mağarana çekilirsin, orada kusar, üretir ve tekrar bohçanı doldurmak için mağaradan çıkarsın.
Bir de bu “fuck”lı gönderiler var.
Ya o da biraz galiba… biraz popüler kültürü yakalayayım diye mi? Marka olmak da öyle bir dinamizm mi istiyor? Bilmiyorum. Ne yaptığımı çok bilmiyorum.
Marka olmak istiyor musun?
Olamıyorum. Seni disipline sokan bir şey ya. Kendimi disipline etmek zorunda hissediyorum biraz. Çok dağınığım. Böyle bir ne yaptığımı bilmek, belli bir cetvelin içinde gitmek, belli bir sınırın, kalıbın içinde ilerlemek… öyle bir cetvelin olduğunda nereden taşacağını, ne zaman durulman gerektiğini falan daha iyi biliyorsun gibi. Bir hizaya ihtiyaç var gibi. O yüzden istiyorum sanırım.
Bunu masanda mı çektin?
Evet. Sabah.
Nasıl bir yerde çalışıyorsun?
Ev gibi bir yer. Küçük bir köşede. Ben sığıntıyım. Bir kere, kendi yerim yok. Ekonomik durumum da çok sıkıntılı. Biraz annem, biraz babam, biraz arkadaş… bayağı sığıntıyım. O yüzden gerçekten küçük bir hava boşluğu, küçük bir aralık bulduğum anda üretiyorum. O da nefes oluyor resmen. O yüzden biraz kendim için, kendimi sağaltmak için yapıyorum gibi bir durum var.
Rahat etmen için ne gerekiyor?
Kendimi en rahat hissettiğim yer… Büyük Ada’da olmayı çok seviyorum. Orada huzurluyum. Tanıdık, aşina bir mekan. Gezi zamanı, 2013-14’te, bir seneden uzun bir süre orada, arkası ormana bakan bir yerde, tek başıma yaşadım. Gerçekten özgürdüm. Gecenin bir saati, bir anda bir şeyle dolup masanın başında bir şey yapıyordum, kendime konuşuyordum. Yürüyüşüm, ormanla diyaloğum… Acayip güzel ve büyülü bir dönemimdi. Tekrar o döneme dönmek istiyorum.
Bunlar, çalıştığım baskı atölyesinde yaptığım baskılar. Kuru kazıma dediğimiz bir şey. Plakanın üzerine sivri uçlu bir şeyle çizerek, mürekkep vererek yaptığımız bir şey ama asit indirgeme yok.
Çalışmak için belirli bir ruh haline girmeyi bekliyor musun?
Genelde dünyaya o kadar pozitif bakan bir insan değilim. Karanlık bir insan olduğumu söyleyebilirim. Ama hem salak hem karanlık, o nasıl oluyor bilmiyorum. İşte o benim. Kuru kazımanın -doğası gereği sanırım ya da ben onu öyle kullanıyorum- böyle kırık, oya gibi bir şeyi var; hassas bir medyum benim için.
Ressam Enis Malik Duran sık sık gönderilerini beğeniyor. İşleriniz arasında paralellik görüyor musun?
Yakın bir dostumdur, çok iyi bir ressamdır, çok severim. Paralellik görebilir miyim? İşlerin niteliği bağlamında değil ama dünyaya bakışımız ve hassasiyetlerimiz, bizi burada tutan şeyler konusunda ortaklığımız var gibi.
Bunlar gerçek kişiler mi?
Hayır, kafadan çiziyorum. Birkaç yıl önce Nesin Yayınevi’nden Pako Yunke Okulda diye bir kitap çıkarttım. Yeni bir kitap projesinden bahsettiler. Orada bir anneanne ve torun var. Onun için çiziktirmiştim.
Dili kullanma tarzın da sıra dışı. Hem Türkçeyi hem İngilizceyi.
Annem çevirmen, ona bazen soruyorum. “Bana sorma istersen, senin İngilizceni ben anlamıyorum” diyor. Neden İngilizce yazmayı tercih ettim, kendime onu soruyorum. Dili zaten bir problem olarak düşünüyorum. Muhtemelen, “Türkçede döneneceğim duracağım, İngilizcede birazcık daha düz yazarım” diye düşündüm ama orada da tamamen saçmalıyorum. Türkçede de biraz oyunlu olmaya çalışıyorum ama olabiliyor muyum, onu da bilmiyorum. Çok derinlikli değil, sade ama böyle sarkastik…
Annenin, anneannenin kadın olma deneyimini pek anlatmadığı bir aileden geldiğim için bu konuyu gözlemleyerek ve görerek öğrendim, muhtemelen. Daha ben kendimi yeni yeni yapıyorum gibi. O da bir inşa gibi. Başkalarından duydukça, kendime eklemledikçe kendimi bütünlüklü hissetmeye başladım.
Kadın olma konusunda sen de mi konuşmazdın?
Kadın olma ne ki zaten? O da muğlak bir alan. Benim bir şeyin içinde, net bir çerçevenin içinde olmakla ilgili zaten bir problemim var. Toplum normlarının içine uyumlanmaya çalışıyoruz ya. Zaten toplum normu diye bir şey yok. Varmış gibi ama yok. Anlamlı birşeyler söylüyor muyum? Ben sanırım tek bir kadın olma deneyimi varmış da ben onun içine hiç giremiyormuşum gibi hissediyordum. Giremedikçe onu daha da çok reddediyordum. Mesela hayatım boyunca topuklu ayakkabı giymedim. Ya da işte bakımlı olmak falan… Bunlar tam olarak ne? Bende karşılığı olmayan şeyler. Konuştuğum her kadının kendisiyle ilgili hep bir eksiklik meselesi var. Sanırım o eksikliği tamamlayan şey de birbiriyle konuşma ve birbirine temas etme. Çok insana dokundukça, bedenimizle ilgili konuştukça falan bile daha bir yekvücut oluyormuşuz, daha bir anlam kazanıyormuşuz gibi hissediyorum.
Bu poposundan çiçek çıkan kadınlar da neyin nesi?
O galiba bir dijital çizimle başlamıştı. Bilmiyorum, biraz galiba ‘abject’ bir şey durumu mu? Yani, hani güzel olan şeye hafif bir isyan… İğrençleşebilme, basitleşebilme, kirli olabilme falan gibi bir özgürlük alanım olsun istiyorum. Orada kalmak da istiyorum.
GIF yapmayı nereden keşfettim bilmiyorum. Çok da iyi olduğumu zannedip, yapıp yapıp duruyorum. Normalde bilgisayarda çalışmaktan nefret ediyorum. Hiç o havada değilim. Bir şeyin karşısında ve aracıyla yapamıyorum. Daha analog bir insanım. Ama bunu yapmak, çizmeye benziyor. Bir de gerçekten kuralsız, geri dönüşsüz yapıyorum ve bırakıyorum. Bir avazda çıkıyor. Özgür hissediyorum burada. Bunlarla eğleniyorum.
Yaparken bunları kimlerin göreceğini düşünüyor musun?
İlla ki düşünüyorumdur ya. Karşılık bulmak istiyorumdur diye düşünüyorum. Yoksa niye paylaşayım? Bu, kendimi var etme çabası sanırım. “Ben buradayım” demek. Bunu, bildiğim yoldan ve bildiğim sözcüklerle yapmak istiyorum.
Düzenli olarak defter tutuyor musun?
Evet, evet. Yıllardır en disiplinli olduğum şey, bunlara küçük notlar tutmak. Çünkü orası hem çok özel alanım hem de görsel not tutmayı seviyorum.
Bunları burada…
…niye gösteriyorum? Galiba orada… tuhaf narsisistik bir şey mi var? Dahil etmeye çalışma hali var. Belki de hani fiziki olarak yalnızlığı buradan kendime sürekli açık ederek ikinci bir beden bulmaya çalışma hali sanırım. Aslında paylaşıyor olmak bana çok iyi hissettirmiyor ama bir tarafım da sürekli dürtüyor beni “paylaş” diye.
Çizerken de bu aklına geliyor mu?
Şu lanet şey [telefon] olmasaydı aklımda öyle bir şey yoktu. Ama sonra insana ister istemez her şeye “Bu da paylaşılabilir mi” diye tuhaf bir bakış geliyor ya, o da çok rahatsız ediyor. Onunla çok didişiyorum.
Niye rahatsız ediyor?
Çünkü bir noktadan sonra, sanki nesnelere ve etrafıma kendi bakışımı yitiriyorum da bir başkasının bakışı eklemleniyor gibi. Orada samimiyetsiz ve özünü yitiren bir şey oluşturuyor sanki. O yüzden de sıkıntılı buluyorum. Eskiden ara sıra telefonumu kapatır, haftalarca açmazdım. Şimdi onu yasakla yapabiliyorum. Telefonu parçalarına ayırıp “Buna bir süre dokunma” falan diye… Hatta Instagram’da da “Bir hafta yokum” diyorum ki oraya ulaşımım doğal olmasa da yapay bir şekilde engellensin. Yine kendimle kalayım istiyorum.