Susan Raffo’nun, 29 Şubat 2020 tarihli “coronovirus, climate change and community care” başlıklı makalesinin çevirisidir.
Çelişkiler. İsmi değişen koronavirüs, dünyada hızla yayılarak pandemi halini almışken bu yazıyı okuyanlar arasında (koronavirüs testi pozitif çıkmış olmasına rağmen) kendini gayet iyi hissedenler de olacak, vücudunda ağrılar ve yüksek ateş gibi grip belirtileri olanlar da. Diğer bütün virüslerde olduğu gibi bu virüs de herkesi aynı şekilde etkilemiyor. Ölüm oranı erkeklerde kadınlara göre daha yüksek seyrediyor (ikili cinsiyet sistemi dışındakilerle ilgili istatistik ne arar tabii). Ölüm oranı en yüksek olan gruplar, yaşlılar ve bağışıklık sistemi zayıf olanlar: ölenlerin %14’ü 80 yaş üstü kişilerden oluşuyor. Yani geçmişimizin hikâyelerini bugüne taşıyan yaşlılarımızdan. Onları kaybetmeyi göze alamayız ancak kaybedeceğiz. Hâlihazırda diyabet, astım, kalp ve damar hastalıkları gibi çeşitli sağlık sorunları olanlarda ölüm oranları çok daha yüksek. Sevdiklerim arasında diyabeti olan, astımı olan, bağışıklık sistemini zayıflatan başka hastalıkları olan bir sürü kişi var. Sizin sevdiklerinizde de var, biliyorum. Bütün bu istatistikleri bir araya getirirsek %2’lik genel ölüm oranına tekabül ediyor. Bunların arasında gözlerini devirerek COVID-19’un abartılacak bir şey olmadığını söyleyenler de var, eve kutu kutu maske ve su stoklayanlar da, zaten zor nefes alan ve virüslere karşı savunmasız olan bedeninin bu yeni şeye nasıl tepki vereceğini bilemediği için endişe duyanlar da var, bu kaotik ortamda daha fazla kaosa yol açmak istemeyen ve bütün bu yaşananlar karşısında ne yapacağını bilemeyenler de.
Eskiden salgınların ve virüslerin insafına kalmazdık. İnsanlık tarihinde 12.000 yıl öncesine kadar her türlü sebepten ölebiliyorduk ama virüsler hepimizin hakkından gelmiyordu. Şehirleşme, hayvanların evcilleştirilmesi ve yoğun tarımın gelişimiyle birlikte salgın hastalıklar da değişim geçirdi. Şehirlerde yaşayan insanların soyundan gelen bizler sıkış tepiş yaşar olduk, tükettiğimiz besinlerin çeşitliliği azaldı ve doğalından uzaklaştı, etinden sütünden faydalanmak için beslediğimiz hayvanlarla dip dibe yaşamaya başladık. Halimizi gören virüsler sevindi. Vücutlarını konak olarak kullanacakları insanların, dünyayı onlar için daha bereketli –ve daha nemli- bir yer haline getirmelerini mutlu mesut izlediler. Ve başladılar yayılmaya. Kayda geçen en eski virüs 80 milyon yıllıkken (herpes’ten bahsediyorum), salgın hastalıklar insanlık için yeni sayılır. Şu an yaşadığım Turtle Island’da salgın hastalıklar nadiren görülürmüş, ta ki sömürgeciler bu hastalıkları soykırım silahı olarak kullanmak için bilerek ya da bilmeyerek bu topraklara getirene dek. En eski virüslerden olan çiçek hastalığı, kabakulak ve kızamıkçık günümüzde hala var. Bu antik yaşam formları hala aramızdalar. Koronavirüs diğerlerine göre daha yeni. İlk örneğine 10.000 yıl önce yaşayan çok eski kuşlarda rastlanmış. Her şey, 1960’larda bir bilim insanının mikroskopta gördüğü şeye bakıp “hmm, bu da ne?” demesiyle başlamış.
Evde oturmuş haber başlıklarını okurken benim de kafamda hepimizin aklında olan sorular var: endişelenmeli miyiz?
Doktor bir arkadaşımla konuştum. Doktor arkadaşlarımdan birkaçıyla konuştum daha doğrusu. Hepsine aynı şeyleri sordum. Kimle konuştuysam kafasını şişireceğim için önden kusura bakmamasını rica ettim. Çünkü böyle zamanlarda doktor arkadaşlarımızı hep aynı sorularla bunaltıyoruz. Ben yine de merak ettiklerimi sordum. Hepsi üç beş şey söyledi: gribe göre 2-3 kat daha bulaşıcı, evet endişelenmek lazım, hayır endişelenmeye gerek yok, sürekli mutasyon geçiriyor o yüzden neler olacağını bilemeyiz, grip sebebiyle daha çok insan ölüyor ama bu virüs daha çok kişiyi hasta edecek, senin ailen yüksek risk grubunda değil size bir şey olmaz, korkma, daha ne kadar yayılacak bilmiyoruz. Sonra cevaplar değişmeye başladı: evet, kesin buraya da gelecek, yaşadığın şehre de gelecek muhtemelen, ama daha ne kadar yayılacak bilmiyoruz ve siz tehlikeli bölgede değilsiniz o yüzden normalden daha kötü geçen bir grip dönemindeymişiz gibi davransanız yeter.
Bir arkadaşımla geçenlerde yaptığımız sohbet, olaylara farklı bir açıdan bakmama vesile oldu. Arkadaşım şöyle şeyler dedi. Evet, koronavirüs gripten daha bulaşıcı ve virüs yayıldıkça çok daha fazla kişiyi hasta edecek. Bu, özellikle hâlihazırda savunmasız olan insanlar için korkutucu bir durum ancak tek sorun bu değil. ABD’de, her yıl yaşanan grip ve nezle salgını zamanında bağışıklık sistemi zayıf olmayan insanların ulaşabildiği istikrarlı diyebileceğimiz bir sağlık sistemimiz var. Benzin istasyonlarında, eczanelerde ve süpermarketlerde ibuprofen ve diğer temel ağrı kesici-ateş düşürücü ilaçları kolaylıkla bulabiliyoruz. Marketlerde yiyeceklere ulaşabiliyoruz. Çoğumuz yılda en az bir kere hasta olsa da ihtiyacımız olduğunda bize çorba yapabilecek, hasta olduğumuz için işe gidemediğimizde bir telefon uzağımızda olan ailemiz, komşularımız, arkadaşlarımız var. Bu ülkede yoksulluk içinde yaşayan, başını sokabileceği bir evi olmayan, yeterli sağlık hizmetlerine ulaşımı olmayan, iyi bir geliri olmayan bir sürü insan var. Bu imkanlara sahip olsa bile evde tek başına kapalı kalmış insanlar var. Bağışıklık sistemi zayıf olan insanlar var. Onlar için viral enfeksiyonlar ölümcül olabiliyor. Yine de birçoğumuz, mesela şu an bu yazıyı okuyan sen, reçetesiz satılan ilaçlara rahat bir şekilde ulaşabiliyorsun, ulaşabiliyoruz.
Yıllar önce kuzenlerimden biriyle konuşmuştum. Kendisi dini inançlarına pek bağlı olan biri değildi, kiliseye falan gitmezdi. Çocukları olduktan sonra düzenli olarak kilisedeki ayinlere katılmaya başlamıştı. Başta çocuklarını dini inançlarına göre yetiştirmek istediğini düşünmüştüm ama durum öyle değilmiş. Kuzenim şöyle demişti: “Bekâr bir anne olduğum için, bana bedava çocuk bakımı sağlayan ve evdeki herkes hastayken yardımıma koşan tek yer kilise.” Başta bu yüzden kiliseye gitmeye başlamış ama zamanla o topluluğun bir parçası haline gelmiş. Düşünceleri ve dünya görüşü, çocuklarının bakımına yardım eden kişilere göre şekillenmeye başlamıştı. Siyasi görüşleri de artık hayatının merkezinde olan kiliseyle paralel hale gelmişti. Temel hayatta kalma mekanizması bu: hepimiz, kendimizin ve varsa çocuklarımızın, hayatta kalmasını sağlayacak kişiler ya da sistemlere göre kendimizi isteyerek ya da farkında olmadan şekillendiririz. Bu hep böyledir. İnsanların ulaşılabilir sağlık hizmetlerinden ne beklediğine bakarak bir kültürü gözlemleyebilirsiniz. Hayatta kalabilmek için ortama uyum sağlarız, bu hepimiz için geçerli.
Bu her zaman böyle olmasına rağmen bazı koşullarda çok farklı tezahür edebilir. Mesela gençseniz, fiziksel engeliniz yoksa ve/veya bakımını üstlendiğiniz birisi yoksa, kenara para koyabiliyorsanız, saldırı altında değilseniz… Liste daha uzar gider. Kendisinin ve çocuklarının yaşamını güvence altına alacak sağlık hizmetlerine nasıl ulaşabileceğine kafa yormak zorunda olmayan kişilerle, bu hizmetlere ulaşmanın bir yolunu arayanlar arasındaki farkları uzun uzadıya konuşabiliriz. Herkesin aşmaya çalıştığı engeller aynı değil. Ama bu yazının konusu bu değil.
Doktor olan arkadaşım, bana meslektaşlarının endişeli olduğunu söyledi. Çünkü çok fazla kişi hastalandığında ve birbirleriyle ilgilenememeye başladığında ne olacağını bilmiyorlar. O zaman şöyle şeyler olacak: insanlar dışarı çıkıp yiyecek alamayacaklar, temizlik yapamayacaklar ve virüsün birbirlerine yayılmasını engellemek için kendilerini karantinaya alamayacaklar. İkincil enfeksiyonlar böyle zamanlarda ortaya çıkıyor. O zaman “grip işte” dediğimiz zararsız gözüken hastalık başka bir şeye dönüşüyor. Ne kadar masum gözükse de ableism’in beraberinde getirdiği aşırı bireycilik bir şekilde başının çaresine bakan insanların korkularına yenisini ekliyor böylece.
Milano, İtalya’da yaşayan bir arkadaşım var. Milano’da şu an koronavirüs nedeniyle karantina uygulanıyor. Yani okullar kapatılmış, toplu taşıma durdurulmuş ve insanlara evden çıkmamaları emredilmiş. Arkadaşımın fiziksel bir engeli yok, sağlığı yerinde ve henüz çok genç. Bu yüzden evde oturmaktan sıkılmış. Karantinanın ne zaman sona ereceğini kimse bilmiyor ve dediğine göre civardaki marketlerde gıda stokları azalmış bile, insanlar endişeli ve öfkeliymiş. Karantina şu an küçük bir bölgeyi kapsıyor o yüzden insanlar gıdaya ve temel ihtiyaç malzemelerine ulaşabiliyorlar ancak karantina bölgesi genişletilirse ne olacak? Stokları marketlere ulaştıran kamyon şoförleri hastalanırsa ne olacak?
Virüse karşı en savunmasız olanlarımız hayatını nasıl idame ettirecek ya da aynı anda çok sayıda insan hasta olursa günlük hayat bundan nasıl etkilenecek? Bunlar küresel bir salgının beraberinde getirdiği problemler, diyor doktor arkadaşım. Rastgele bir anda, marketlerde aşağı yukarı 3-4 gün yetecek kadar yiyecek bulunduğu tahmin ediliyor. ABD’de aynı mahallede oturan ama birbirlerini tanımayan bir sürü insan var.
Rebecca Solnit, A Paradise Built in Hell kitabında, büyük çaplı felaketler yaşandığında insanların rekabet çılgınlığına kapıldığı ve şiddete eğilimli olduğu inanışına karşı çıkıyor. Kaliforniya, Nova Scotia ve Meksika depremlerinden sonra, Katrina Kasırgası ve 11 Eylül saldırılarının sonrasında insanların, felaket zamanlarında nasıl bir dayanışma içinde olduklarını örneklerle gösteriyor. Asker ya da polis güçleri “düzeni sağlamak” için müdahale edene kadar insanlar birlik içinde oluyorlar. Asıl bu müdahalelerden sonra ayrışmalar ve direnişler başlıyor.
İnsan vücuduyla çalışan ve uzun süre topluluk örgütlenmesiyle uğraşmış biri olarak, kendime sürekli şunu söylüyorum: değişimi meydana getiren biz değiliz, sadece değişimi sağlayan koşullara zemin hazırlıyoruz. Koronavirüs sebebiyle insanların hayatını kaybettiğinin ve de kaybedeceğinin elbette farkındayım. Minnesota’nın kışında soğuktan ölen evsizler olduğunun ya da partneri şiddete eğilimli olduğu için hıncını onun bedeninden çıkaran insanlar olduğunun da farkındayım. Çünkü yaşadığım ülkede polisin belinde silahıyla dolaşmaya ve tehlikede olduğunu hissettiğinde o silahı kullanmaya hakkı var. Bütün bu ölümleri engelleyebilmek, temelden kültürel ve sistemsel değişimle mümkün.
Kendisine sonuna kadar güvendiğim, yaşça büyük bir tanıdığım var. İklim değişikliği veya iklim değişikliği nedeniyle gerçekleşmesi muhtemel bir felaket senaryosu hakkında söylediği şeyler, koronavirüs ya da olası başka pandemiler akla geldiğinde çok faydalı oluyor. İklim felaketi için endişelenerek boşa vakit harcadığımızı söylüyor. Bir şeylerin olacağını biliyoruz ama tam olarak ne olacağını bilmiyoruz. Şu anda da neler olduğunu bilmiyoruz. Harıl harıl haber başlıklarını okumak ve bütün dünyada olanlara karşı kendimizi çaresiz hissetmek, stres seviyemizi arttırmaktan ve bizi bunaltmaktan başka bir işe yaramaz. Onun yerine, stres ve paniğin altında yatan duygularla yüzleşebilmek için birbirimize destek olmalıyız, diyor. Bu köşeye sıkışmışlıktan kurtulup içimizdekileri dökelim. Kızgın mıyız? Yasta mı? Kafamız mı karışık? Ne hissediyorsak hissedelim ve bir duyguya takılıp kalmayalım. Aramızda savunmasız olanlar, sadece olası bir kaosta değil ama tam şu anda savunmasız olanlar, onlar şu an güvendeler mi? Onlarla ilgileniyor, onlara destek oluyor muyuz? Kendilerini yalnız hissetmemelerini, sevildiklerini hissetmelerini sağlayabiliyor muyuz? Ortama kaos hüküm sürdüğünde, ki öyle olacağını biliyoruz, panik anında onları unutmayacağımızdan nasıl emin olabiliriz? Duygularınızın akışına izin verin ve hislerinizi eyleme dönüştürün, ilişkilere ve bağlılığa dönüştürün.
Bu konuşmaları yaparken bir yandan da başka planlar yapmaya devam ediyoruz.
İklim felaketi senaryosu gerçek olduğunda, arkadaşlarımız ve komşularımızla nasıl ilgileneceğimizi ve mahallelerimize iklim mültecileri geldiğinde onlarla nasıl ilgileneceğimizi konuşmak için iş işten geçmiş olacak. Yiyeceklerin nerelerde yetiştiğini bulmak, daha fazlasını yetiştirmek ve kendimizi hazırlamak için şimdi tam zamanı. Kim bakım ve gözetim işinde daha iyi, kimin boş odası var, kim arabaya düz kontak yapabilir ya da bitkisel yağdan yakıt üretebilir? Ateş düşürücü etkisi olan, bağışıklık sistemini güçlendiren bitkileri bilen kim? Yaşça büyük arkadaşım, değiştiremediğimiz şeyler için, daha ne olacağını bilmediğimiz şeyler için endişelenmek ve stres yapmak yerine enerjimizi böyle şeyleri düşünmeye harcamalıyız, diyor. Eğer bunların hiçbirini bilmiyorsak öğrenelim ve öğrendiklerimizi paylaşalım.
Peki koronavirüs konusunda endişelenmeli miyiz? Koronavirüsle mücadelede yapmamız gereken şeylerin aslında hayatın her anında yapmamız gereken şeyler olduğunun farkına vardıkça şaşırıyorum. İşler boka sarana kadar kendimizi izole etmek yerine kendimize bakmak, sevdiklerimizle ilgilenmek, güvenliğimiz ve sağlığımız için sürekliliği olan ortak stratejiler geliştirmek ve bunları desteklemek. Çünkü işler boka sardığında daha adımızı bile bilmeyen (ve destek hizmeti verirken çoğu zaman yeniden travmaya sebep olan) altyapılara bel bağlamak zorunda kalacağız. Peki bu ne anlama geliyor?
Mesela el yıkamak. Şuradaki videoyu görene kadar aslında ihtiyacım olduğunu fark etmediğim temel önlemlerden biriydi (tabii partnerim ve kızım bunu öğrenmekte çok geç kaldığımı söyleyecektir). Her zaman aklımızın bir köşesinde durması gereken bir şey el yıkamak.
Dr. Diana Inlak’ech’in bağışıklık sistemini güçlendirmeye ve virüsten korunmaya yardımcı bazı bütüncül yöntemleri paylaştığı yazısı için müteşekkirim. Bağışıklığımız düşük olsa da olmasa da hep yapmamız gereken şeyler bunlar. Yerlilerin yemek kültürünün insanı derinden besleyen, bir yandan da bağışıklığı güçlendiren yiyeceklerden oluşması ama buna bir ad takma gereği duymaması da bu yüzden. Pandemi sırasında oluşan yiyecek talebini karşılayabilmek için gıda adaleti ve gıda özgürlüğü de bu yüzden önemli işte.
Bakım ağları kurmamız ve onlara göre yaşamamız da önemli. Fiziksel engeli olmayan arkadaşlar, işte size fırsat. Çevrenizde bakım ağları yoksa ya da ailenize ve kültürünüze bu bilinç işlememişse, yeni ağlar kurma zamanı şimdi, hatırlama zamanı. Henüz okumadıysanız Lakshmi Piepzna-Samarasinha’nın Care Work: Dreaming Disability Justice kitabı, bakım ağları kurmak ve desteklemek için teori, hikayeler ve pratik stratejilerden oluşuyor. Yazarın derin, rızaya dair ve zarar veren insanlarla nasıl başa çıkılacağına dair düşünceleri de kitapta yer alıyor.
Koronavirüs salgını, iklim değişikliği ya da her geçen gün bir yenisiyle karşılaştığımız doğal, askeri veya hastalık kaynaklı felaketler yaşandığında, yarın birlikte yaşayacağımız toplumu bugün bizler yaratıyoruz. Yirmi beş senedir Minneapolis’teyim. Hala aynı mahallede oturuyorum. Herkesin bu kadar uzun süre aynı yerde yaşama şansı olmuyor, benim oldu. Sokağa her çıktığımda tanıdığım insanları görüyorum ve bu beni mutlu ediyor. Kızım küçükken ne zaman evin yakınındaki parkın karşısına geçse illa tanıdık birilerini göreceğini biliyordu, bu da hoşuma gidiyordu. Çok büyük bir şehirde yaşamamıza rağmen bizim için ufak bir kasabadaymışız gibiydi. Bu yazıda bahsettiğim şeyleri daha çok uygulamamız lazım. Bakıyorum, sevdiklerim bizi bir araya gelmeye, hayatta kalma ve bağımsızlık hakkında muhabbet etmeye ve fiziksel alan ağı yaratmaya çağırıyor. Beraber çocuklarımızı büyüttüğümüz komşularımızla konuşuyoruz. Şu an ne durumdayız ve nasıl daha sıkı kenetlenebiliriz? Sadece birbirimize kenetlenmek yetmez çevremizdekilerle de kenetlenmek lazım. Artık biliyoruz. İster ruhsal ister bilimsel yöntemler olsun, hangisi size hitap ediyorsa artık, bize aynı şeyi söylüyorlar: stres seviyeniz artacak ve bundan ilk etkilenenler en savunmasız olanlarınız olacak ama herkes etkilenecek.
Bilim insanları yıllardır virüslerin canlı olup olmadıklarını tartışıyor. Virüsler tek başlarına yaşayamaz ve çoğalamazlar. Canlı kalabilmek için konak hücreye ihtiyaçları vardır. Yaşamlarını sürdürürken konakladıkları canlıyı da derinden etkilerler. Bunları düşününce şunu sormadan edemiyorum: öyleyse virüslerin diğer canlılardan ne farkı var? Biz de bu gezegenin yaşam gücüne muhtacız. Gezegendeki her şey devasa bir ağ misali birbirine bağlı, birbirini etkiliyor. Bizi biz yapan da virüsler aslında. Bilim insanlarının tahminlerine göre, bizi insan yapan genetik yapının yaklaşık %30’u virüslerle insanların etkileşime girmesi sayesinde şimdiki halini almış. Bu yaşamı beraber yaratmışız. Eğer virüslerle etkileşime girmemiş olsaydık, şimdiki insan dediğimiz şey daha mı iyi olurdu yoksa daha mı kötü hiç bilmiyorum. Sonuç olarak virüslerle etkileşime girmişiz ve bu noktaya kadar geldik.
Özelleşmiş ve aşırı bireyselleşmiş baskın kültürlerde yaşayan insanların köklü bir değişime ihtiyacı var. Gezegenimizi öldürüyoruz, “bizim gibi” olmayanları yok ediyoruz. Koronavirüse karşı sadece ellerimizi yıkamak, öksürürken ağzımızı kolumuzla kapatmak veya bağışıklığımızı güçlendirmekle kalmayıp virüslere karşı daha savunmasız olan kişilere göz kulak olmayı unutmasak, güvenliğimiz ve sağlığımız için ortak stratejileri desteklesek belki virüs sebebiyle insan türünün evrimi bir kez daha değişir. Etrafı yıkıp geçerek iklim felaketine doğru ilerlerken bu olay yönümüzü değiştirir belki? Şu an bulunduğumuz noktadan henüz hayal bile edemediğimiz noktaya nasıl geleceğiz bilmiyorum ama insan ilişkilerini ve güveni ön plana alırsak, en savunmasız olanlarımızı önceliğimiz haline getirirsek birilerini kurtarabilmek için başkalarını öldürmek zorunda kalmayız.
Bu metni Şubat ayının sonunda yazmıştım. O zamandan beri çok şey değişti. ABD’de toplum temelli bakım (community care) için atılmaya başlanan adımlar ve müşterek dayanışma üzerine bir yazı var burada.
Bu makaleyi yazarken hikayeleriyle, destekleriyle hep kalbimde ve aklımda olan Anjali Taneja, Cara Page, Dr. Diana Inlak’ech, Kristen Brown, Georgia Schaefer-Brown, Marcie Rendon, Mankwe Ndosi, Mia Mingus, Leah Lakshmi Piepzna-Samarasinha, the Powderpups’a, Greenham Common’ı hayata geçirenlere ve diğer herkese teşekkürler.
Son bir şey daha:. Virüs yüzünden Asyalı/Çinli olduğunu düşündüğünüz kişileri hedef göstermek ırkçılıktır, zenofobifidir, cahilliktir ve şiddetin bir türüdür.
Ana görsel: Etel Adnan, “Dünyanın Yükü” sergisinden bir iş.
Serpentine Sackler Gallery Image © Tristan Fewings / Getty