Bu yazıyı hekim Ekrem Karakaya’nın 6 Temmuz’da katledilmesinin ardından doktor cinayetlerine yol açan toplumsal dinamiklere ve iktidarın haysiyet katline dair düşüncelerin peşimi bırakmadığı uykusuz bir sabah vakti yazmaya başladım. Besim F. Dellaloğlu’nın “Haysiyetin Sosyolojisi” makalesi bana aklımdan geçenlere ve kendi yaşadıklarıma “haysiyet”le ilişkisi içinde bakmamı sağlayacak çerçeveyi sundu.
Hayatlarımızda, genel siyasetin etkisiyle sabit ve tutarlı pek bir öğenin kalmadığı bu son dönemlerde okuduğum bir yazının ateşlemesiyle haysiyet ve iktidar kavramlarıyla ilgili düşünmeye başladım. Kendi hayatım boyunca nasıl farklı haysiyet konumlanmalarına girip çıkmıştım? Okul, iş, politik hareketler gibi çeşitli çatıların altında haysiyetle ilişkim de farklı evrelerden geçmiş oldu. Bu evreler arasında haysiyetimle ilişkimde hissettiğim farklar çarpıcıydı. Son yıllarda hissettiğim, zamanın ruhunun Türkiye’de iyice hızlı değiştiği, makro düzeydeki bu değişimin bir yurttaş olarak benim haysiyetimi mikro düzeyde giderek daha aşağıya çektiğiydi. Kadın cinayetleri, trans cinayetleri, doktor cinayetleri, nefret suçları, politik eylemliliklerin, hatta toplumdan çıkan her tür farklı sesin cezalandırılması, doğal kaynaklarımızın ne doğal, ne de bize, halka ait kalması üzerinden bu ülkede yurttaş olarak nasıl bir konuma sıkıştırıldığım(ız)a ve haysiyetim(iz)e neler olduğuna daha çok kafa yorar oldum. Hayatımız boyunca içine girip çıktığımız çeşitli kurumlar ve çatılar, kendi içlerindeki öznelere nasıl haysiyet konumları aftediyor? Öznelerin haysiyetleriyle ilişkileri kurumları dönüştürebilir mi? Yaşayanların ve bazen de ölenlerin haysiyetlerinin başına neler geliyor? Bu yazı benim bireysel hikâyem üzerinden gitse de arka planda Türkiye siyasetinin ilerleyişini düşünmekte fayda var. Benim yaşadıklarım haysiyet kırımı yelpazesinin daha az şiddetli kısımlarına denk düşüyor ama daha şiddetli örneklerde de aynı dinamiğin işlediğini düşünüyorum.
1999-2003 yılları arasında ilkokulun sonunu ve ortaokulu iyi bir özel okulda okudum. Derslerde işlediğimiz kitaplar üstüne bol bol kompozisyon yazardık. Deneme gibi biraz. Bunları yazarken epey bir düşünmek gerekirdi, çünkü dilbilgisi ve kompozisyonun yapısı kadar, düşüncelerimiz de görülür ve değerlendirilirdi. Ellerimizi ve hayal gücümüzü devreye sokmamız gereken ödevler hazırlardık. Bu okulun müfredatı içinde öznelliğe, ürettiğim özgün düşüncelere yer vardı. Derslerde konuşmamız teşvik edilirdi, öyle ki bazen konuşmam için üzerimde bir baskı hissederdim. Ders dışında, hocalarımın başına absürt olayların geldiği hikâyeler yazar ve bu hikâyeleri okumaları için onlara verirdim. Hikâyelerimi okumaktan keyif alır ve beni takdir ederlerdi; hikâyeler içinde şekilden şekle girmek gururlarını incitmezdi. Demek ki, mizaha yer varmış. Derste sadece müfredat işlenmez, hayata dair diğer şeyler de ders materyali olarak sınıfa girerdi. Böylece farklı bağlamlar arasında sentez yapmamız, kendi düşünce süreçlerimizi başlatmamız teşvik ediliyormuş, bunları bugünden bakınca daha iyi anlıyorum. İngilizce öğretmenime dinlediğim İngilizce şarkılarda anlamadığım deyimleri sorardım. Şarkı sözlerinin olduğu kâğıt çıktısının üzerine açıklamalar yazar, hepsini bir bir izah ederdi. Demek ki bir öğrenci olarak müfredat dışında da öğrenme merakım teşvik edilmiş ve kişisel merakım kapris gibi görülmemiş. Şu mesajı almış olmalıyım: Yükümlülüğüm olan derslerin dışında kendi ilgi duyduğum, merak ettiğim ve ürettiğim şeyler de, yani bana dair diğer parçalar da değerli ve saygı duyulası. Bunun, bir okulun öğrencisine hissettirebileceği yüksek bir haysiyet mertebesi olduğunu düşünüyorum.
Bu okula devam ederken bir yandan da liseye hazırlanmak için, eve yakın olması gibi lojistik nedenlerle, sonradan kapatılan malum dershanelere gittim. Ortaokulum benim için nasıl bir evren oluşturduysa, burada o evrenin dinamiklerinin tam tersi işliyordu. Bu evrenin birincil düzenleyici gücü korkuydu, derslerde erkek öğretmenlerin sağı solu belli olmazdı; her an birilerine sataşabilirlerdi. Soru mu bilemediniz, öğretmen başınızdan aşağı su döker, sizi ayaklarınızdan tutup ters çevirip havaya kaldırır (okurken canlandırması zor, ama gerçekten sirk gibi, oldu bunlar), örneğin, gerilme kuvvetini erkek öğrencileri kollarından havaya kaldırıp anlatırdı. Dini hassasiyetler erkek öğretmenleri kız öğrencilere bedensel zorbalık yapmaktan alıkoyardı. Bu evrenin ikincil düzenleyici gücü ise dindi; bilim vardı ama yok gibiydi de. Örneğin, biyoloji öğretmeni Kuran’a atıflarda bulunarak insan vücudunun yapısının toprakla ne kadarbenzeştiğini anlatırdı. Benim yatıya kalmadığım dershane çalışma kamplarından birinde öğretmenler öğrencilere, çalışma kampının bulunduğu okul binasının bir odasında ölü birinin yattığını ve onun için dua edileceğini söylemişler. Arkadaşlarım, içinde bir ölünün yattığını düşündükleri bu karanlık odaya girip dua etmeye başlamışlar, derken bu sözde ölü aniden doğrularak onları korkutmuş. Bugünden bakınca bu düzenbazlığın esprisini hâlâ çözemiyorum; dini hassasiyeti artırmak deseniz değil, üstelik öğretmenler de göz göre göre yalan söylemiş oluyor. Belki de işin esprisi, korku yaratarak düşünsel melekeleri iyice ketlemekti. Bu ilişki dinamiğinde haysiyete, haysiyeti bırakın, kişinin bedensel bütünlüğüne dahi yer yok. Çok klasik ama maalesef korku yaratarak otorite kurulmak, düşünmeyi durdurarak biat elde edilmek isteniyor. Bu ortamın en can sıkıcı kısmı öğrencilerin hocalardan gelen tüm bu zorbalıkları, arkadaşları arasında rezil edilip sindirilmelerini mahcup tebessümlerle karşılamalarıydı. Kimsenin başından aşağı su dökülünce ya da ayaklarından ters çevrilip havaya kaldırılınca öfkelendiğini hatırlamıyorum, kimsenin velisinin dershaneye “çocuğuma bunu yapamazsınız” diye geldiğini de duymadım. Bu ekosistemde haysiyet en başından men edilmiş, kapıdan içeri bile girememişti.
2003-2006 yılları arasında, liseyi iyi bilinen, geleneği olan bir devlet lisesinde okudum. Arkadaşlarım önceki okuluma göre çok daha çeşitli, arkadaşlıklarım daha keyifliydi. Derdimizi bir yere kadar anlamaya çalışan belki birkaç hoca vardı. Bir sinema kulübü kurmak istiyorduk, kulüp kurma prosedürü için gerekli imzayı atacak bir öğretmenimiz çıkmıştı (ne var ki aynı öğretmen ileriki yıllarda, bir değişim programına başvurduğumda imzalanması gerekenbir evrakımla ilgili sorumluluk almak istemediğini söyleyerek imza atmamıştı). Sinema kulübü olarak film gösterimi için bize toplantı odalarından biri de ayarlanmıştı. Uzun ömürlü olmayan ama bize hareket alanı sağlayan bir girişim olmuştu bu. Ne var ki, okulun genel atmosferinde bireysel düşüncelerimiz kendine pek ifade alanı bulamazdı. Belki hocalarımız da sistem içerisinde bezmişti ve bize o alanları açmakta zorlanıyordu. Fiziksel müdahale ve şiddet az da olsa vardı: Mesela sabahları okul girişinde felsefe öğretmeni elini belimize, gömleğimizin altına sokar ve eteğimizi belimizden katlayarak kısaltıp kısaltmadığımızı anlamaya çalışırdı. Yahu birkaç saat sonra sınıfa gelip bize felsefe, düşünme, insan iradesi anlatacaksın, gazete okumamızı şiddetle tavsiye edeceksin. Ayıptır, bari sen yapma bedene müdahale soslu bu ahlakçılığı. Bir de, kendisi derse çok geç kaldığı için koridora çıkan (sadece) erkek çocukları tahtaya dizip sıra dayağından geçiren tarihçimiz vardı. Henüz Lise 1’deydim ve benim için bu o kadar acayip bir sahneydi ki öfkelenmemiş, olanları gerçeküstü bir şey izler gibi izlemiştim. Ancak, bir başka örnek var ki, bu, haysiyet ve özne olarak kabul görme konusunda beni sonradan dayaktan bile daha çok düşündürdü. Bir din dersinde görece rahat bir şekilde düşüncelerimizi ifade ederken, din dersi öğretmenimiz haccın ticari yönleri olduğunu düşündüğünü söyleyen bir arkadaşımıza uzun ve soğuk bir bakış attıktan sonra “Ben olsam tevbe ederdim,” dedi. O zaman bu sahneye içimizden gülüp, sonrasında kendi aramızda dalgasını geçmiştik ama bugünün makro dinamiklerini anlayabilmek için kristalize bir anmış meğer bu. Bir öğrenci-öğretmen ilişkisi düşünün ki, öğrenci düşüncesini dile getiriyor, öğretmense bu düşünceyi bir düşünce olarak algılamayı, işlemlemeyi, cevaplamayı reddediyor ve bir lise öğrencisinin düşünsel çıktısına dini bir ayıp muamelesi yaparak ona bir tövbe çağrısı olarak geri döndürüyor (bkz. memnuniyetsizliklerini, protestolarını ortaya koyan yurttaşların esas derdini görünmez kılıp onları damgalamak). Okuduğum lisenin haysiyet değerlendirmesi: Bazen var, bazen yok. Lisenin bu konuda bana belirgin bir duruş aktardığını hissedemiyorum. Yurttaşın konumunun tümden ayaklar altına alınmadan önce sallantıda olduğu yılların Türkiye’si gibi.
2007-2012 yılları arasında üniversiteyi –burada isim vereceğim- Boğaziçi’nde okudum. Benim için öznel ve eleştirel düşüncenin kutlandığı bir dönem oldu bu. Bir öğrencinin içsel analiz yetisinin gelişmesi için ona saygı duyulan bir tartışma ortamı kadar gerekli başka şeylerin de olduğunu üniversitede, yaşayarak gördüm: öğrenenin hevesini kırmamak, onun için orada olduğunu hissettirmek, ona değerli hissettirmek gibi. Hocalarımın çoğundan bunları fazlasıyla aldığımı düşünüyorum. Ders aralarında hocalarımızın kapısını tıklattığımızda (artık hocanın tutumuna göre) bazen bir soru, bazen kısa bir sohbet için bize yer açıldı, değişim programlarında istediğimiz ülkelerle anlaşmalar yapıldı, hocalara derste anlatılanlarla ilgili oluşan başka başka soruları sorduğumuz maillerimize cevap verildi. Öğrenciye dünyada merak etmeye, dünyadan bir şeyler almaya yeri ve hakkı olduğunu hissettiren bir ilişkilenme ağı vardı burada. Bu ilişkilenme içinde öğrenciler olarak haysiyetliydik.
Kampüsteki Çarşı Kantin binası 2011 yılının sonunda yenilemeye girmiş, bu nedenle pek çok öğrencinin kahvaltı, öğle ve akşam yemeklerini alabildiği ortasınıf büfelerin hepsi kapatılmıştı. Bina yenilendi, bizim büfeler geri gelmedi ama içeriye bir Starbucks kondu. Öğrenciler olarak birkaç ay boyunca mekânı işgâl ederek, orta karar yemek imkânlarımızın elden gitmesini ve onların yerine kampüse gerekli olmayan pahalı kahvecinin gelmesini protesto ettik. Starbucks’ın bulunduğu yerin ortak bir çalışma alanına dönüştürülmesini talep ediyorduk, akademisyenler de işgâl alanında verdikleri açık derslerle protestoyu destekliyorlardı. Rektörlük sürecin başında işgâle türlü şekillerde taş koymaya çalıştıysa da, baktı ki olmuyor, okulun spor salonunda rektör ve tüm öğrencilerin katıldığı bir toplantı düzenlendi. Toplantıda herkes büyük bir halka kurup oturdu. Bunu önemsiyorum, çünkü herkesin birbirini muhatap aldığı bir forma işaret ediyor bu halka. Halkada tartışılır, iktidarın aldığı kararlar ise balkonlardan, kürsülerden kalabalığa tebliğ edilir. O toplantıda rektör bize okulun mütevelli heyetinde iş insanlarının bulunduğundan, Starbucks’ı öyle bir günde dışarı atamayacağından, Starbucks’a verilmiş uzun yılları kapsayan kullanım izinleri olduğundan bahsetti, ancak, protestocuları muhatap almak ve diyalog kurmak zorunda kaldı. Bunu çeşitli şekillerde açıklayabiliriz. Haysiyet ekseninden düşününce diyorum ki, öğrenciler olarak biz taleplerimizi ısrarla devam ettirecek güçteydik, çünkü taleplerimiz öncelikle kendi nezdimizde meşru ve haklıydı, zira haysiyetimizden besleniyordu. Sürecin sonunda Starbucks gerçekten de gitti ve o mekân ortak çalışma alanına dönüştü. Bu örnekte öğrencilerin duruşu ve direniş süreci üniversite-öğrenci-şirket üçgenindeki güç ilişkilerinde belirleyici bir rol oynamış oldu.
Yüksek lisansımı ise, bana üniversiteden çok liseyi çağrıştıran başka bir devlet üniversitesinde yaptım. Pek çok şey lisanstaki üniversitemden farklıydı. Burada meşhur bir üniversite kitaplığı vardı olmasına ama dışarı kitap çıkartamazdık. Hatta kitapların arasında bile gezemezdik. Bilgisayardan aradığımız kitabı sistemde aratır, kodunu kütüphane görevlisine verir, kitabı da kütüphanede okumak üzere alırdık. Bana kalırsa bu, varoluş amacı eleştirel bilgi üretimi olan üniversite için kabul edilemez bir uygulama. Yahu ben zaten araştırmaya gelmişim, hangi kitabı aradığımı bilmiyorum ki? Araştırma yapmam için o kaynaktan bu kaynağa sıçramam, alanımın biraz dışındaki kaynaklara kaymam, geri gelmem, yine yayılmam lazım. Hem öğrenme sürecim için, hem de yaptığım araştırmanın hakkını verebilmem için merakımın bu şekilde beslenmesi lazım. Bu sistem üniversite öğrencisinin bir araştırmacı sayılmadığı, öğrenciden bir araştırmacı çıkartmak gibi bir derdi olmayan bir yapının ürünüydü. Anlayacağınız, biraz oku geç, deniyordu. Derslerde -üstelik de yüksek lisans dersleriydi bunlar- karşılaştığımız kuramlara eleştirel bakmak ve yeni sorular getirmekten çok, kuramı hatmetmek makbul sayılıyordu. Hocalar ve öğrenciler arasındaki hiyerarşi daha belirgindi, kasıtsız bir şekilde hocanın sinirine dokunan yetişkin öğrencilerin hocalar tarafından diğer öğrenciler arasında yerin dibine sokulduğu durumlar yaşandı. Genel itibariyle, burada özgün düşünceye istekle geniş bir yer açıldığını hissedemedim. Şu mesaj veriliyor gibiydi: Sorgula ama biraz. Kafa tutar gibi algılanmayacak kadar, nazikçe sorgula. İkinci üniversitemin haysiyet değerlendirmesi: Bu nazik yapıyı sarsmadığın ve tüm beklentileri yerine getirdiğin müddetçe haysiyetin zarar görmez. Yoksa görür.
Anti-otoriter faaliyetlerim sürerken, hayatın bir ironisiyle, Aile Bakanlığı’nın sosyal hizmetle ilgili bir biriminde çalışmaya başladım. İşte ruhsal ve fikirsel gelişimimin kırılma evresi de burası oldu. Boğaziçi’nin idealizmi ve cüretkâr merakı, anti-otoriter hareketlerin isyanı ve romantizmi, kimseye zarar vermedikçe bazı şeyleri talep etmeye hakkım olduğu inancım, ezilen gruplarla dayanışma etiğim: Hepsi tek tek, tek tek yıkıldı. 2015’te girdiğim sosyal hizmetlerden, 2021’de altı yılımı doldurup çıktım. Aile Bakanlığı tam bir Türkiye panoramasıydı; bu altı yılda salt kendi birimimizde gerçekleşen değişiklikler bile Türkiye makro-siyasetindeki çöküşün birebir yansımalarıydı.
İlk çalışma yıllarımda, idareciler ve çalışanlar olarak el birliğiyle işleyişe kafa yorup çalışmaları belli bir standarda oturtmaya çalışırdık; birkaç uzman bir araya geldiğimizde ve ağız birliği yaptığımızda idareciler bizi kaale almak zorunda kalırdı, vakalara dair ortak toplantılarda unvanların ağırlığı değil, oy çokluğu karar için belirleyici olurdu; idarenin aksi yöndeki fikirlerine rağmen, uzmanlar olarak böyle döndürdüğümüz çok karar olmuştur. İdareciler Ankara’ya ne diyecekleri kadar, birlikte çalıştığımız kesimin görüşlerini de önemserlerdi; idareden gelen muhafazakâr, kimi zaman da ayrımcı eğilimleri çalışanlar olarak ortak duruşumuzla dengeleyebilirdik. Yıllar geçtikçe işi iyi bilen müdürler (muhalif olmasalar da) birimden yıldılar ya da uzaklaştılar; onların yerine iktidarın ödüllendirdiği liyakatsiz ve çeşitli açılardan şaibeli müdürler getirildi. Birlikte fikir yürüttüğümüz, tartıştığımız alanlarımız yok oldu; toplantılarda fikir beyan ederek idareye karşı çıkmak şöyle dursun, idarecilerle büyük ölçüde diyalog kuramaz olduk.
Birimimizde müracaatçılar, çalışanlar ve idareciler arasında dinamikleri hızla değişen güç mücadeleleri olurdu: Hem ekonomik hem sosyal olarak dezavantajlı bir müracaatçı kuruma geldiğinde, nezaketli bir üslupla karşılaşırsa bunu sıklıkla zayıflık olarak yorumlayıp, özellikle de genç kadın çalışanları sözlü ya da fiziksel şiddetle ezmeye, kurum prosedürüne takılan taleplerinin yerine getirilmesi için zorlamaya kalkar ama ne zaman ki ileri yaşlı bir erkek çalışan veya müdürle karşılaşsa, aniden ton değiştirir ve mazlum bir konuma geçerdi. Hiç dezavantajlı olmayan müracaatçılar ise, kurum işleyişi işlerine gelmediği zaman araya tanıdık sokar, vali yardımcısına kişisel taleplerini (ya da kaprislerini) iletir, böylece çalışanlar olarak çocuk yararına olmadığı için gerçekleştirmeyi reddettiğimiz bir talep, valilikten bizim müdüre, müdürden de bize sözlü emir olarak geri dönerdi. Bazen de kendi idarecilerimiz ya da işimizin düştüğü diğer devlet dairelerindeki idareciler sırf makamları sayesinde bunu yapabildikleri için bize hakaretamiz davranırlardı. Aşağıdan yukarı ve yukarıdan aşağı çift yönlü bir kısırdöngü diyebiliriz buna.
Çok canımı acıtan ve öfke uyandıran bu ikili oynamalar, dayanışmanın gösterildikçe artan, insanları bir araya toplayan ve kolektif güçlendirmeyi sağlayan bir duruş olduğuna dair inancımı da her gün parça parça koparıp götürüyordu. Öyle ya, biz anti-otoriter hareketlerimizde, ötekileştirilmiş mahallelere girip yaşamsal haklar için hep birlikte hareket etmeye ve bir şeyler üretmeye çalışıyorduk. İşler de gayet iyi gidiyordu. Tabii, o zamana kadar göremediğim şey şuydu: Harekettekiler ve mahalledekiler arasında bir çıkar çatışması yoktu, aynı cephedeydik diyemeyeceğim ama, yan yana durabiliyorduk. Oysa çalıştığım birimde, dezavantajlı kesimden olan ve olmayan farklı konumlardaki müracaatçılarla aramıza koskoca bir prosedür ve yetişkin müracaatçıların kendi çıkarlarıyla her zaman örtüşmeyen çocuk yararı ilkesi giriyordu. İdareciler için de –işini önemseyen az sayıdaki idareciyi tenzih ediyorum- her anı doğası gereği ateşli karşılaşmalar içeren sosyal hizmet dünyasında sağlıklı bir biçimde iş halletmekten çok, vitrin yapmak önemliydi: Ramazandaki iftar programlarına kaç müracaatçının geldiği, kaymakamlığın kaç ailenin evine ziyarete gittiği gibi şişirilen gündemlerimiz olurdu. Tüm kurum personeli, devlet büyüklerinin icabet ettiği gösteriş yemeklerine sırf ortalık kalabalık görünsün diye misafir değil, “kelle sayısı” olarak sürüklenir, orada da insanca bir muamele görmez, kıyıda köşede kalan işlerin yapılması için azarlanırdı. Türkiye genel siyasetiyle birebir örtüşen bakanlık dinamiklerinde anladım ki, çöplüğün dengelerini sarsacak bir şekilde ötmedikçe, cansızmışsın, kendi kişiliğin yokmuş gibi varlığını idame ettirmek mümkündü. Ola ki ötmeye kalktın, mesleki ve kişisel itibarın hedef alınırdı. Haysiyetsizleştirme en etkili etkisizleştirme yöntemiydi. Çünkü insan, haysiyetine (bu bağlamda, doğru olduğuna inandığı şeyi yapma ısrarı, mesleki kanaat, vicdan da giriyor buna) sahip çıktıkça bir şeylerin karşısında durup söz üretebiliyor. Ancak, örgütlenip bir ağızdan konuşamadıkça bu nafile karşı çıkışlar insanı yiyip bitiren bir döngüye dönüşüyor ve çalışanlar çoğu zaman, zaten bozuk giden yorucu bir sistemde mobbingci idarecilerle savaşmamak için zaman içerisinde fikrini söylemez ve eylemez hale geliyordu. Haysiyet değerlendirmesi: Burada haysiyete yer yok. Gücü yeten, yetmeyenin üzerinde tepiniyor.
Tüm politik mücadelelerin ve hukuki yargılamaların aynı zamanda haysiyetin geri kazanılmasının da mücadelesi olduğunu düşünüyorum. Haysiyet, yaşamsal bir hak; özne olarak da, grup olarak da meşru olmayı, eşit ve iyi koşullarda yaşamayı, daha iyi koşullar talep etmeyi hak görmemizle ilişkili. Haysiyetin kaybedilmesinin de bir matematiği olsa gerek. Mesela yaşam alanlarımızın ve bedenlerimizin sınırları çiğnendikçe, devlet/otorite/kurumlar bizi tanımlayamaz diye düşünsek de içimizden kendi haysiyetimizle kurduğumuz ilişkinin zedelenmesi mümkün. Zira iktidar “bunlaaar” demeye başladığında, “kız mıdır kadın mıdır bilemem” dediğinde, “ayyaş”, “sürtük”, “terörist”, “gerizekalı,” “müsvedde,” “çürük” diye hakaret ettiğinde, Gülsüm Elvan’ı yuhalattığında, doktorlara “giderlerse gitsinler” diye gözdağı verdiğinde toplumda zincirleme bir reaksiyon harekete geçiyor. İktidar hem kendi nezdinde farklı olanın haysiyetini düşürüyor, hem de şürekâsının saldırabileceği hedefleri belirlemiş oluyor.
Yusuf Yerkel’in Soma’daki madenciye tekme atma cüretinikendinde bulmasını yurttaşların haysiyetinin (madencinin, benim, sizin, hepimizin) iktidar tarafından gasp edilmesinin bir sonucu olarak okuyorum. Cüret, diyorum ve bu kelimeyi tekrarlıyorum, çünkü bakanlıkta çalışırken müdürlerin meslek uzmanlarına karşı aşağılayıcı tavır ve sözleri bana hep bunu sorgulatırdı: Bu cüreti nereden buluyorlar?Ne zaman ve kimin nezdinde benim kişisel ve mesleki yetkinliklerim ve sınırlarım dilendiği zaman çiğnenebilecek yırtık bir beze dönüştü? İşte bu uzun erimli, merkezden çepere yavaş yavaş ilerleyen, bir strateji olarak uygulanan haysiyet katli ile. Buradan bakınca, Dilek Doğan’ın kendi evinde özel harekât polisi tarafından öldürülmesi de, Dilek Özçelik’in ihtiyacı olan ilaçları isterken bakan Erdoğan Bayraktar’ın bu talebi duymayı reddedip Dilek’in cebine para sıkıştırarak onu aşağılaması da, Hacı Lokman Birlik’in öldürüldükten sonra cansız bedeninin zırhlı araca bağlanıp sürüklenmesi de, Aysel Tuğluk’un annesinin mezarının tahrip edilmesi de, Gülistan Doku cinayetinin tek şüphelisi Zeynal Abakarov’un elini kolunu sallayarak yurtdışına çıkması da, Pınar Gültekin’in katili Cemal Metin Avcı’nın haksız tahrik indirimi alması da, Şule Çet’in “o gece orada ne yaptığının” sorgulanması da, Okmeydanı Fetihtepe Mahallesi sakinlerinin evlerinden -zenginlere siteler yapılacak diye- elektrik ve sularının kesilerek çıkmaya zorlanmaları da aslında yurttaşlık konumunun haysiyetine saldırıdır. Yurttaşlık konumuna yapıldığı için, aynı zamanda hepimize karşı yapılan, zaman içerisinde üst üste binen, biriktikçe yargıyı, eğitim sistemini, sokaktaki insanı önüne katıp zehirleyen kolektif bir haysiyet saldırısı. İş bir noktada, iktidarın bizi nasıl damgaladığı olmaktan çıkıp, bizim haysiyetle ilgili yaşadığımız gündelik karşılaşmalara dönüşüyor: Hekimlerin, hastaların çıkartıp sedyelere koyduğu silahlarla karşılaşması, iktidarın tornasından geçiremediği sanatçıların konser iptalleriyle karşılaşması, memurların “Siz kendinizi ne sanıyorsunuz, siz kimsiniz ki?” diyen müdürlerle karşılaşması, geçinemediğini söyleyen gencin “çıkar telefonunu”cularla karşılaşması, kadınların sokakta “ne var seni öldürür, üzerine hapis de yatmam” diyebilen tacizcilerle karşılaşması gibi.
Dellaloğlu’nın yazısının son paragrafını alıntılamak istiyorum, adeta Aile Bakanlığı’nın (ve iktidarın) ütopyasını tasvir ediyor:
İşin en trajik yanı ise otoriter toplumların ürettiği haysiyetsizliğin bir anlamda iyiliğin ve kötülüğün bile ötesine geçebilmesidir. Yani bu noktada iyilik, kötülük, doğruluk, yanlışlık, güzellik, çirkinlik anlamsızdır artık. Her şeyin, herkesin yekpare bir otorite etrafında, neredeyse onun klonları olarak vücuda geldiği ortama artık toplum demek bile mümkün değildir. İşte en vahimi de budur: Herkesin birbirinin neredeyse aynı olduğu yerde aslında kimse kalmamıştır. Elbette haysiyet de.*
Bu klonlaşmanın panzehiri elbette yukarıdan bir yerlerden, seçimden, sandıktan filan gelecek değil. Ne de olsa hepimizin yaşadığımız haksızlıklarla, haysiyet yaralanmalarıyla harladığımız, birleşerek büyümeye hazır bir itiraz ateşimiz ve haysiyetli ilişkilerimizle yeşerttiğimiz, yan yana çığırmaya istekli özgün seslerimiz var.
*Besim F. Dellaloğlu, “Haysiyetin Sosyolojisi,” https://www.perspektif.online/haysiyetin-sosyolojisi/
Tüm fotoğraflar yazara aittir.