Sevgili 5Harfliler,
İnsanın eli kaleme hiç gitmiyor bugünlerde. Memleketimiz yine isli, puslu, etraf toz duman. Hal böyleyken “ben ne yazabilirim ki?” diye diye günler geçiyor. Hani böyle biraz nefes alayım diye bakınırken yıllardır sakladığım bir filmi buldum. 1956 yapımı 34 dakikalık bir Fransız filmi: Kırmızı Balon (Le Ballon rouge). Zaten bilenler daha yazının görüntüsünü görünce gülümsediler belki, hatırlamış olmaktan da ancak mutluluk duyacaklar. Hiç bilmeyenleri güzel bir hikâye bekliyor (herşeye rağmen!)
34 dakikanız varsa hemen buradan seyredin. Seyredecek gibiyseniz de, yazının kalan kısmını seyirden sonra okuyun. Fransızca bilmenize de lüzum yok zira çok az konuşma var.
Fransız yönetmen Albert Lamorisse’nin kendi oğlunu başrolde oynattığı bir film Kırmızı Balon. Paris’in mahallelerinden birinde bir oğlan çocuğu, elinde çantası merdivenli bir yolda giderken kırmızı bir balonu fark ediyor. Henüz filmin başındayız.
Balon kırmızısı çok kırmızı, çok cazip, albenili, balon ne güzel. Biraz tırmanarak, ipinden tutabiliyor çocuk. Ve beraberlikleri, hikâyeleri, film böylelikle başlıyor.
Okula gidiyorlar beraber, sonra eve. Ama balonun ne okula, ne de eve girmesine izin veriliyor. Eve girdikten hemen sonra çocuk, annesi mi kim, bir kadın evin camından dışarı salıveriyor balonu ve tam burada hikâye beklenmedik bir hal alıyor. Balon uçup gitmiyor kadın onu bırakınca, camın önünde beklemeye başlıyor. Balon, öyle bildiğimiz gibilerden değil. Kendi kararlarını verebilen, hür bir balon bu! Bundan sonrasında çocukla kırmızı balonun, okul öğretmenlerine, diğer çocuklara, büyüklerin dünyalarına rağmen sürdürdükleri arkadaşlığı izliyoruz. Sonunda da bir sürpriz var.
Paris’in mahallelerinde dolanıyoruz onlarla. Paris, İkinci Dünya Savaşı’nın izlerini taşıyor hala, binalar yıkık dökük. Sabahları fırınlar açılıyor, insanlar tramvaylara doluşuyor, camdan bakan kadınlar var, köşede de seyyar satıcılar. Çocuk, balonu yağmurdan korumak için, tanımadığı insanların şemsiyelerinin altına sığınıyor. Bir köprüde, alttan geçen treni seyrediyor, tramvaya biniyor, etrafta geziniyor, okula gidiyor. Balonla tramvaya binemeyeceğini fark edince, okula kadar koşuyor bir defasında. Okula balonla giremeyince de onu yaşlı bir adama emanet ediyor.
Balonun kırmızısı herkese cazip yalnız. Okula ne zaman gelse karmaşa çıkıyor. Hop, balon kapı dışarı. Ceza alıp, bir odaya kilitlendiğinde çocuk, balon yine dışarıda. Hep onu bekliyor.
Bir de birbirlerine yaptıkları şakalar var. Tam ipini kaptıracakken kaçıveren balon, hiç umursamaz görünürken bir köşeye pusu kurup ipinden balonu yakalayıveren çocuk. Filmin neredeyse sonuna geldiğinizi hiç anlamadan dakikalar geçiyor böyle böyle.
Sonra, minik, basit, ama güçlü bir fikri işleyen film, balonun herkes tarafından sahiplenmek istenmesiyle başka bir hal alıyor yine. Okuldaki, sokaktaki çocukların balona sahip çıkma istekleri giderek şiddetleniyor. Sonra büyük bir kovalama sahnesi. Elinde balon, dar geçitlerden geçerek, merdivenlerden tırmanarak, saklanmak istediği evlerden kovularak çocuk balonu korumaya çalışıyor diğerlerinden. Fakat güzel olanı, sırf sahiplenemediği için tahrip etme isteği insanın içine çok küçükken yerleşiyor. Balon taşlanıyor, çekiştiriliyor, hırpalanıyor. En sonunda havası kaçmaya başlıyor. Balon yok oluyor. Kendi kararları peşinde, özgür balon, basit, plastik bir çöpe dönüyor. Fakat bundan sonrasında hâlâ sürpriz var.
İki güçlü teması var filmin. İlki çocukken aradığımız hakiki bir arkadaşa duyulan ihtiyaç. Diğeri, bahsettiğim güzel olanı tahrip etme eğilimi. Film, iyi olanın iyiliğini kötü olanın suretiyle belirginleştiriyor. Söylemediğim “son”daysa, üçüncü bir temaya açılıyor film: İyileşme ihtimaline. Hepimizin en sonunda sığınmak zorunda olduğu ihtimale. Bana da yazıyı yazdıran, filmin güzelliği, zamanında topladığı Oscarlar, Altın Palmiyeler ve diğer büyük ödüller değil, bu oldu galiba.
Çocuklara da seyrettirim bunu, ne çok severler kim bilir.