Yine bir Aralık akşamı işten eve yalpalaya yalpaya dönmüştüm. Toplam üç vasıta değiştirerek eve gelene kadar canım çıkmıştı. İzne ayrılmama bir hafta kalmıştı, günleri saydığım ve her iş günü bittiğinde çarpı işareti koyduğum takvime o günün çarpısını atarken mutfakta eşim tavuk ve ıspanak yemeği hazırlamakla meşguldü. Yemek hazır olduğunda, Homeland’in sondan bir önceki bölümünü koyduk, başladık izlemeye. Daha bölümün yarısına gelmeden tuvalete kalkmam gerekti ve o anda anladım suyum gelmişti. (O nasıl bir Homeland sezonuysa bebeği erken getirecek cinstenmiş!) Doğruca hastaneye koştuk tabii, o sırada takside suyun gelmesinin ne demek olduğunu iyice anladım.
Ebe kontrolleri yapıp doktoru aradıktan sonra derhal doğuma gireceğimiz haberini aldım. Daha doğuma bir ay vardı ama bizimki annesini düşünüp erken gelmeyi seçmiş olsa gerekti. Doktor seni bir saat içinde sezaryene alacağız dediğinde tereddüt yaşadım mı? Kesinlikle hayır! Hamilelikten kurtulacak, bebeğimizi kucaklayacaktık. Elbette biraz tedirgindim, bebek sonuçta erken geliyordu.
Doktor epiduralli sezaryen olacağımı çünkü daha bir saat önce yemek yediğim için genel anestezi olamayacağımı söylediğinde biraz gerildim. Tüm operasyonu (meğer topu topu 15 dakikaymış) hissetmekten, o koca iğnenin omurgama girmesinden çekiniyordum. Ama tüm doğumu canlı canlı yaşayıp bebek doğduğu anda onu gördüğümde iyi ki de uyanık kalmışım dedim. Buraya ilham verici bir resim koymak isterdim ama hastane önlüklü boneli resmimin kimseye ilham vereceğini sanmıyorum. Sıradan bir doğumdu işte benimkisi. İnsanlık adına hiçbir çığır açmasa da bizim hanede büyük bir değişikliğe yol açtı.
Babasıyla hazırladığımız hastane çantasının içinde sadece bana ait bir gecelik olduğundan bebeğe hastanede başka bir bebekten kalan eski bir tulumu giydiriverdiler. Oysa ki anneannesi ne güzel hastanelik bir set hazır etmişti. Bizimki eski tulumun içinde bir uzaylı gibiydi ve nedense ona bakmaya doyamıyorduk. İlk saat içinde emzirmeye başladık ama daha henüz sütüm gelmemişti. İlk gece biraz ağrılı geçse de ertesi sabaha toparlandım. Artık önümde yeni bir mücadele- emzirme çabası- vardı (ki bu başlı başına ayrı bir yazının konusu olabilir).
Böyle sıradan bir şekilde ama (bence) çok mucivezi olarak anne oldum. Daha doğumun nasıl olacağına karar bile verememişken çıkıverdi bebek. Doğururken, sezaryen mi “normal” mi sorusunu aylar boyunca cevaplamaya devam edeceğim, her seferinde kendimi mazur gösterecek bir açıklama yapmamın bekleneceğini tahmin edemezdim. “Normal doğursaydın göbeğin hemen giderdi/sütün hemen gelirdi/belin ağrımazdı” türünden duyarsız yorumlara kafa sallamam gerekeceğini de bilmiyordum. Tüm bu sorulara, yargılara, duyarsız yorumlara rağmen bir an bile pişmanlık duymadım. Doğumu planlayan, projelendiren bir insan değildim. Başbakandan tutun Amerikalı yıldızlara, hippilerden tutun pek çok feministe kadar bir sürü aslında hiçbir konuda hemfikir olmayacak insan “doğal” doğum konusunda hemfikirdi. O kadar ki bazı Hollywood yıldızları (mesela çok sevdiğimiz Jessica Alba) “bebeği ben istedim, doğumu da ‘normal’ yaşamalıyım” demiş sonra da doğururken hiç bağırmadığını anlatmıştı. Yine Gisele Bündchen gibi yıldızlar hastane doğumunu “uyuşturucu etkisi altında”, “sevgisiz, steril ” diye tanımlamıştı.
Ben ise, belki de sabırsız bir insan olduğumdan, doğuma değil sonucuna odaklanmıştım. Belki de gizliden gizliye hedonist olduğumdan fiziksel acı aracılığıyla kendimi tanıma, anlama ve olgunlaşma fikri bana uzak geliyordu. Yine de herşey yolunda gitseydi vajinal doğumu da seçebilirdim. Kısacası doğumu ve hamileliği hiçbir zaman kendimi ya da kadınlığı tanımlayıcı bir hâl olarak görmediğimden bu konuda herhangi bir kararlılığım yoktu. Yanlış anlaşılmasın, bu konuda kararlılığı olan kadınlara lafım yok; sadece günümüzde pek çok kadın bilinçli bir şekilde doğurmamayı tercih ederken, doğum deneyimini ve anneliği kadınlığın merkezine koyma konusunda ciddi tereddütlerim var.
Doğum konusunda niye kamplaşmalar olduğunu anlamak zor değil, annelik gibi toplum baskısının en çok hissedildiği kurumda her kadının endişeler yaşaması, yetersiz hissetmesi ve bu hisleri kendinden farklı tercihler yapan kadınlara karşı öfkeye dönüştürmesi çok doğal. Elbette ben de kadın üremesinin ne kadar ticarileştiğini, ticarileştikçe kadının nesneleştiğinin farkındayım fakat kadın hareketinin amaçlarından biri üreme konusunda kadınların önüne alternatifler sunmak değil mi? Adrienne Rich’in klasik eseri Of Woman Born’da da kadınların Batı dünyasında dini sebeplerden yüzyıllarca doğumda acı çekmeye zorlandığını ve ancak 19. yüzyılda ağrı kesicilerin kullanımına izin verildiğini yazar. Elbette bu erkek-egemen tıp biliminin dayatmasıdır. Aynı şekilde Elisabeth Badinter, The Conflict: How Modern Motherhood Undermines the Status of Woman kitabında epiduralin ilk kullanılmaya başlandığında nasıl bir devrim kabul edildiğinden bahseder ve bu algının günümüzde neden değiştiğini anlamaya çalışır. Elbette bunun sebepleri kadını “doğallığa” ve evcimenliğe hapseden bir toplum yapısında yatar.
Yani kadın bir uçta ticari çıkarların hüküm sürdüğü ve kadın bedenini mekanikleştiren erkek egemen tıbbın, diğer uçta da “doğalın” en iyi olduğunu dikte eden, bedene metafiziksel bir anlam yükleyen bir anlayışın arasında kalıyor. Belki de “sezaryancı mı doğalcı mı” ayrımından öte asıl düşünmemiz gereken kadın bedeninin hangi üreme politikaları tarafından ne şekilde kodlandığı ve bu kodların nasıl değiştiği. Zira Silvia Federici’nin Caliban ve Cadı’da not ettiği gibi, sezaryan 12. yüzyıl İtalya’sında ilk kez uygulanmaya başladığında, bu ameliyatı yapanlar kadın ebelerdi. (Üreme konusunda bilgi ve güç sahibi bu ebeler daha sonra kapitalizmin geliştirdiği nüfus politikaları yüzünden cadı olarak avlanacaktı.)
Donna Haraway’i kendine akıl hocası seçmiş benim gibi bir kadın için çözüm, tıbbı ve bilimi tamamen reddetmektense bu erkek egemen kurumu kadınlaştırmaya çabalamaktan geçiyor. Nasıl ki ebelerin yüzlerce yıllık bilgileri, daha sonra erkek doktorlar tarafından da kabul edilmek zorunda kaldıysa, kadınların bilgisi, deneyimleri, paylaşımları ve bunların bilimin üretimine katkısı tıbbın daha insani bir kulvara girmesini sağlayacaktır. Kaldı ki her sene en azından bir kere “Benim Bedenim Benim Kararım” diye bağırmamızın icap ettiği ülkemizde, en azından biz kadınların doğumdan emzirmeye tüm üremeyle ilgili konularda, birbirimizi eleştirip yargılamaktansa, her birimizin tercih hakkını savunması gerekmez mi?