Böyle “zamansız güneşli umulmadık mavi günlerde” toplum olarak bir bütünmüşüz algısı hâkim oluyor. Toplum sizi kendi içinde eritmiş, damıtmış, sizden kendisine yeni bir ten yapmış kendinden memnun geriniyor… balkonu varsa balkonunda, yoksa evinde. Bazen yırtıp çıkmaya çalışırken o elastik, çamur kıvamlı yapışkan sıvıdan yüzünüz belirir gibi oluyor bir yerlerde ama sonra o koca yoğunluk sizi geri içine çekiyor. “Toplum bireylerin bir toplamı değildir”[2] diyen Durkheim’a inat, Türkiye toplumu sadece bireylerin değil, birbirinin aynı bireylerin toplamıdır diyen otoriter ses tarihin tekerrürü misali yankılanıp duruyor…
23 Nisan, 19 Mayıs ve diğerlerinin hissettirdikleri…
Bir sokağı dolaşıyormuşum, duvarlarda afişler, afişlerde sözde “aşkımızın” bir resmi var. Film “dillere destan” bir “beraberliği”, yani zor şartlarda bir araya gelmiş ama yine de “kurtulabilmiş” “bizim hikayemizi” anlatıyormuş. Bu hikâye böyle değil. Biz de çoktan ayrıldık. Yeni bir hikâye neden anlatılamıyor diyorum, içimde yükselip alçalan bir öfkeyle… Her gün başka bir olayla anlattıklarımızın önemsizleştiğini izliyorum; 65 temsilcinin 44 üne kayyum atanması gibi… Bitmeyen bir maruz kalış bu… Öfkem zaman içinde hınca dönüşüyor… Hıncım sözcüklere işliyor. Buna izin vermeli mi?
Anlatmanın her zaman yollarını aradım. Boynumda çocukluktan bir dert. İlk kaygımdı anlaşılmamak. Tüm varlığımın anlatacaklarımda bir araya geleceğini düşünürdüm. Okul, arkadaşlar, öğretmenler, televizyondaki spiker, bakanlar ve bakmayanlar herkes beni (Kürtlüğümü/Aleviliğimi ve kadınlığımı) olumsuzladığına göre anlattıklarımla var olacaktım. Her söz alışta sıfırdan başlamak. Tüm evreni, algı dünyasını yeniden yaratmak zorundasınız, hem de kendi yoklamanızı yaptırmak için. Birkaç damla kanından damlat ve yaz bakalım. Güçlü imgeler bulsan iyi edersin, böylelikle lafı uzatıp kansızlık çekmezsin. Her sözcük tarihin içinden çekip çıkarılması gereken bizi kurtaracak o imgenin ağırlığı altında beni de altına alarak ezer…
Çocukken/gençken aslında bir bölücü olmadığımı, Türk olmadığımı, Türkçe konuşarak bunu söylemenin ne kadar zor olduğunu, Müslüman olmadığımı ama şimdi Aleviliğin ne olduğunu da anlatamayacağımı kendim de zaten nasıl yaptığımızı bilmediğimi, zenginliğin ayıp bir şey olduğunu, eylemlerde dayak yiyenlere bir yakınım dövülüyormuş gibi üzüldüğümü, polis sevgisi gördüğümde tüm beynimin kuruduğunu anlatmak isterdim. Teneffüslerde tanrıyı isteyenin inanabileceği bir varlık haline getirmeye çalışırdım, yine kendimi normalleştirmek için.
Bugünlerde ne anlatmak istiyorum sorusuna verdiğim yanıtlar çok mu farklı emin değilim. Sosyoloji doktorasının referanslar ver ve konuyu kavramsal bir çerçeveye taşı diyen makul ama baş etmesi zor sesinin baskısıyla iki arada bir derede ne diyeceğimi bilemeyebiliyorum. Bir taraftan da bol keseden neo-liberalizm ve kapitalizm kelimeleriyle hop diye bırakan köşe başlarını tutmuş erkek yazarlara bakıyorum. Bıraktıkları kütlenin ağrılığı hatta rengi bile aynı, gıdasını yıllarca değiştirmeyince insan, belli ki böyle yazıyor. (The platform [Galder Gaztelu Urrutia, 2019] filmindeki Trimagasi karakterinin, belli ki kelimesi için pazarlık edişini düşünebiliriz burada, çok naifti.)
Velhasıl anlatma ağrısı eşlik etti durdu hep. Yazının başındaki hislerimi canlandırdığım sahneye dönersek, bir sokağı dolaşıyordum ve sokağın duvarlarında beni/bedenimi/dilimi kendi tarihsel anlatıları/duyguları içinde afişe etmişlerdi. Sokak sokak dolaşıp tüm afişleri sökmek istedim. Bu mümkün değil biliyorum. Hikâyeyi düzeltmeli ama nasıl? Tüm sinema salonlarında, evlerdeki televizyonlarda, ünlülerin sözlerinde, yazarların kalemlerinde dahası kendi kuzenlerimde ve üst dudağımla burnum arasındaki o arada, neredeyse her yerde, olmayan bir birliktelikten taşan duygular ağzımdan, burnumdan içeri girmeye çalışıyorlar. Kusmak bile işe yaramıyor, başka şeylerle geri geliyorlar. Gözlerin bakışından, ellerin dokunuşundan, evlenip baş göz olmaktan, birlikte yaşamaktan, sarılmaktan ve konuşmaktan birbirine bulaşıp çoğalan bu hikâye, bu tarih bir virüs mü yoksa? Sevgili Corona buradaysan söyle lütfen, cumhuriyet tarihi kadar yalan ve bir o kadar da bulaşıcı mısın?
Bu beraberlik hikayesi, bu tarih rastlantısal değil çünkü. Bir iradeyle yazıldı, benzer bir iradeyle edebiyatı yapıldı, ne tesadüf ki yine benzer bir iradeyle filmleri çekildi.[3] Bu benzer iradi sese katılıp onu çoğaltmak dünyanın en kolay işidir, o kadar senkronizesinizdir ki kalabalığın coşkun haykırışları yükselirken aralardan varlığınız seçilip eşkâliniz tanınmaz bile. Devletin tüm aygıtlarının birlikte söylediği şarkının yazarı anonim kalır, aslında çoktan bir aygıt olmuş siz sadece yazılmış bir metni seslendirdiğinizin farkında olmadan kendi sesinizden konuştuğunuzu varsayarsınız. Oysa sahibinizin sesini seslendiriyorsunuzdur. Bu ifade büyük ihtimalle tanıdık gelmiştir, kimilerine Sevim Burak’ın tiyatro metnini hatırlatırken kimilerine eski bir reklam repliğini anımsatmış olabilir. Bazısını da benim şu sıralar okuduğum Mladen Dolar’ın sesi psikanalitik açıdan işlediği kitaba götürecektir.
Otoriter Ses’in tonları
Madem resmi bayramların hissettirdiklerinden bahsediyoruz, Dolar’ın bahsettiği otoriter ses’in duyguların bedenler arası hareketindeki rolünden söz etmek istiyorum. Bazen bir metnin icracısı bazen de yasa koyucu bir biçimde işleyen bu otoriter sesi Dolar, ideolojik temelde birbirinden farklı liderler üzerinden yorumluyor. Örneğin, Eichaman’ın savunmasında, Führer’in sesinin yasa olduğuna ilişkin yaptığı vurgudan, Troçki, Tito ve Castro gibi liderlerin sesle kurdukları ilişki ve aktarıma kadar çeşitli değerlendirmeleri var. “Bizim” toplumumuzla benzerlik taşıdığını düşündüğüm Stalinist yöneticilerin sesi performe etme biçimi ise “kendini ve sesini unutturmaya gayret” ederek “metnin icracısı” oldukları üzerine. Dolar’a göre, Stalinist yöneticiler “yasa koyucu” olmadıkları için sesleri görünmez ve duyulmaz bir monotonluktadır. Onlar kısaca, metnin “bir vasıtasından memurundan başka bir şey değildir ve tek düze okumanın gayesi olabildiğince az sapma ortaya koymaktır.” Dolayısıyla, sesin değil harfin otoritesi esastır. “Olay olan harftir.”[4] Stalinist yöneticilerin sesi icra etme biçimi geçmişten günümüze Atatürkçü/Kemalist düşüncenin seslendirilme biçimleriyle yeterince örtüşüyor diye düşünüyorum. Söylenenler değişmez, sapmaz, saptırılan cezalandırılır, icra edilecek şey bellidir, edebiyat da olsa film de olsa hepsi büyük metinden, yani Nutuk’tan türetilmelidir, yasa hatta anayasa böyledir. Sapmayı, alayı, öznenin kendi sesini suç kategorisine atar hemen. Emre Günsalı’nın yaptığı espri sonrası tutuklanması gibi.
Günsalı, Atatürkçü düşüncelere düşman veya bu düşüncelerle uyumsuz siyaset yapan biri olmadığı için sapmayı ve öznenin kendi sesini anlamamız açısından iyi bir örnek. Günsalı, metne yani Atatürkçü düşüncenin tüm ciddiyetiyle eleştirisiz ve “oynanmamış formuna”, aslında iltifatla karışık hafifçe dokunur, mizahın gerçekleşme koşulu varsayabileceğimiz tam anlamıyla bir yer değiştirme veya bozma da yoktur sözlerinde, ancak yasa, aracı memurlarca tahammülsüz bir biçimde bir asırdır uygulandığı için yorumlamak/gülmek isteyen sesin duyulmasını istemez, sesi sahneden dışarı atar. Günsalı’ya verilen tepki, mizahın bu otoriter sesi (yani nutuk, türev ve temsilcilerini) çatlatma potansiyelinden ne denli endişe duyulduğunu da göstermiş oldu bize.[5] Hemen öncesinde Pınar Fidan’ın şovuyla ilgili hukuksal süreci başlatan mağdurun sesini, elbette bir asırlık bir düşüncenin otoriter sesine indirgeyemeyiz, ancak benzer işlediği şu noktaya bakmak gerekir; travmatik geçmişi paylaşan öteki bir topluluk da travmanın yalnızca kendisine müsamaha göstermektedir, aktarılma biçimlerinin ortaya çıkışı veya bu aktarımların yarattığı yeni bellek onun için de rahatsız edici ve katlanılmazdır. Fidan’ın sözleri aslında kısaca yeni bir belleğin mizahla dışavurumuydu. Mağduriyetin/travmanın bir araya getirdiği bu ses de nutuk örneğinde olduğu gibi, öznenin sesini değil orijinal metni ister, özne bir aracı, bir vasıta olsa yeterlidir. Elbette ve neyse ki, özne için bunun yeterli olmadığı örnekler de var. Aynı ses ve aynı duygulara mecbur kalmıyoruz böylelikle.
Dolar’ın analizi üzerinden Rte’nin sesi siyasal açıdan kullanma biçimine de kısaca değinmeli ve bu sesin metnin icracısından ziyade yasa koyucu olarak çalıştığını söylemeliyiz. Hepimiz Erdoğan’ın hastalandığındaki çatallı, tahammül edilmesi güç ama her yerdeki sesine, bitmek bilmeyen mitinglerine aşinayız. O, kimsenin kendisinin de her an çıkaracağı kararnamelerle ne olacağı bilinmeyen metni birazcık da olsun farklı icra etmesini istemez; yasa koyucudur çünkü ve metinle/anayasayla devamlı (söylemesi lüzumsuz nekro politik bir üslupla) oynar. Kemalist düşüncenin tahammül edemediği en temel sorun da budur, metinle iyi ya da kötü oynanmaz, zira bu düşünceyi icra eden birçok yazara göre Rte öncesi hukuksal işleyişte, anayasada “pek de” bir sorun yoktur. Birçoğu bugün yaşadığımız adaletsizliklerin tamamının yeni Türkiye’nin yani son 18 yılın ürünü olduğu fikrini inandırıcı bulur. Misal, Fatih Yaşlı bir yazısında[6], Palu ailesinin- yani farklı yaşlardaki aile bireylerinin- ilginç bir şekilde tamamen yeni Türkiye’nin ürünü bir aile olduğunu savunmuştur. Bu aileyi cüzzamlı gibi görmenin aslında hiç doğru bir yaklaşım olmadığını, Anadolu’daki aile yapılarının geçmişten günümüze geçirdiği dönemlerce incelendiğinde bu örneğin absürt kalamayacağını, sosyolojik açıdan değerlendiren Nükhet Sirman’a saygısızca saldırmakta da sakınca görmemişti. İronik bir biçimde Yaşlı da Erdoğan gibi sosyolojiyi sizden mi öğreneceğiz demiştir aslında. Zira, Kemalist düşünce yazara, bu ailenin toplum içerisindeki yerini, hareketlerini anlamaktansa o parçayı kesip atmanın en doğrusu olduğunu söylemiştir. Yine onun gibi bu düşüncenin memurlarına göre, Kemalist rejimin toplumsal hiçbir kötülükle bir yakınlığı yoktur.
Ağırlıklı ordu yönetiminde geçen üç darbeli cumhuriyet tarihindeki; Büyük Mübadele, Trakya Olayları, Dersim ‘38, Varlık Vergisi, 6-7 Eylül Pogromları, Diyarbakır 5 Nolu, Cumartesi Anneleriyle bildiğimiz Kayıplar, Çorum/Sivas ve Maraş Katliamları, Manisalı Gençler, Hayata Dönüş Operasyonu gibi en bilindik trajedileri sıraladığımızda, bu olayların gerçekleşme dinamikleri arasında Müslümanlık ve vatan sevgisiyle harmanlanmış “milli duyguları” bulacaksınız. Hani bunca yıldır yeterince yüceltilerek her an bir linç kafilesi oluşturma potansiyeli yokmuş gibi okşanan bu milli duygular resmi bayramlarda da eleştirel yazarlar tarafından amiyane tabiriyle misafir edilip ağırlanıyorlar. Bakınız yazılarını genellikle sevdiğim Murat Sevinç’in “Olağanüstü güç koşullarda örgütlenen bir ulusal isyanın ete kemiğe bürünmesidir” şeklinde ifade ettiği bir 23 Nisan yazısına.[7] 23 Nisan günü bir ulusal isyanın ete kemiğe bürünmesi midir hakikaten? Eğer öyle ise hangi ulusun kimin etine kemiğine bürünüp işlediği bir isyandır? Belli ki uluslaşma yoluna koşulmuş farklı tebaalardan halklar yerine, kendinden menkul, ezeli bir ulusun varlığını kabul ederek başlamış söze Sevinç. Oysa ulusların ne kadar da hayali cemaatler olduklarını vurgulamaya gerek var mı? 23 Nisan 1920’deki katılımcı ilk meclis ile 1923’teki Türk ve Müslüman olmayanların tasfiyesiyle yenilenip ikinci kez ilan edilen bu defa da 29 Ekim olarak kutlamaya mahkûm edileceğimiz ikinci meclise dair yazılacaklar, bir asırdır yaşanan adaletsizlikleri tonlayarak devam ettiren kelimeler ve duygular arasından mı seçilmeli? Öyleyse yazmanın ne anlamı var? Belli ki daha adil bir geçmişin inşasına su taşımıyor bu ezber tarih. Sevinç’in sonraki “milli değerler” üzerine olan yazısı[8] ise bu ezber tarihi oldukça eleştiren boyutlara açılıyor. Hatta bu değerlerin kaynağını sorgularken Türkiye Cumhuriyeti’nin suni Türk kimliği üzerine inşa edilişine de vurgu yapıyor. Ancak bu inşa faaliyetini başlatan, yürüten Mustafa Kemal’in bu eleştirilerle ilişkisi oldukça çelişkili yazılarında. Yazar, 23 nisanla ilgili yazısına Mustafa Kemal’in “milletin istiklalini yine milletin azim ve kararı kurtaracaktır” sözlerini başlık yaparken, 24 Nisan üzerine okurdan düşünmesini rica ediyor. Peki ama neyi? Ermeni soykırımında Mustafa Kemal’in başka bir cephede ve henüz cumhuriyeti ilan etmemiş oluşunu mu? Bunu düşünmek çok zor olmasa gerek, malum ezber tarih. Bense okurların, Mustafa Kemal’in Adana esnaflarına yaptığı bir konuşması üzerine düşünmesini isterdim.
“Ermenilerin bu verimli ülkede hiçbir hakkı yoktur. Memleketiniz sizindir, Türklerindir. Bu memleket tarihte Türk’tü, o halde Türk’tür ve sonsuza dek Türk olarak yaşayacaktır. Gerçi bu güzel memleket eski asırlardan beri çok kere yabancı istilâlarına uğramıştı. Başlangıçta Türk ve Turanî olan bu ülkeleri İranîler zaptetmişlerdi. Sonra bu İranileri mağlûp eden İskender’in eline düşmüştü. Onun ölümüyle memleketler paylaştırıldığı zaman Adana kıtası da Silifkelilerde kalmıştı. Bir aralık buraya Mısırlılar yerleşmiş, sonra Romalılar istilâ etmiş, sonra Doğu Roma yani Bizanslılar eline geçmiş, daha sonra Araplar gelip Bizanslıları koymuşlar; en sonunda Asya’nın göbeğinden tamamen kaynayan Türkler soyundan ırkdaşlar buraya gelerek memleketi, geçmiş ve asli hayatına iade ettiler. Memleket en sonunda yine gerçek sahiplerinin elinde karar kıldı. Ermeniler ve diğerlerinin burada hiçbir hakkı yoktur. Bu bereketli yerler koyu ve öz Türk memleketidir… cuma günlerini teneffüs ve tatil günü yapmakla çok mantıklı bir iş yapmış oldunuz. Birer haftada bir günlük tatil hem sıhhatiniz için hem de din gereği olarak lüzumludur. Biliyorsunuz ki, şeriatte Cuma namazından maksat herkesin dükkânlarını kapatarak, işlerini bırakarak bir arada toplanmaları ve İslâmların topluma ait meseleler hakkında dertleşmeleri idi. Cuma günü tatil yapmak şeriatın da emri gereğidir. Bu kadarcık bir gerçeği size herhangi bir kişinin milletvekili olsun, ben olayım, hacı olsun, hoca olsun “bu yapılan şey dine aykırıdır” demesi kadar küstahlık, dinsizlik, imansızlık olamaz…” [9]
Bu metin elbette yeni ortaya çıkmış değil, hatta benzer çözümlemelerin yapılabileceği başka birçok metinle akraba. Yine de oldukça çarpıcı ve yalın. Bugün yazılanlara bakınca yeterince bilinirliğe sahip olmadığı da açık. Mustafa Kemal’in bu konuşması, Türklüğün inşasıyla ilgili ciddi analizlerin yanı sıra mizaha da açık duruyor aslında. Memleketin asıl sahipleri ilan edilen Türkler belli ki yaşadıkları yere dair kendilerinden pek de emin değillerdir. Buraya aitler midir hakikaten ya da burası onlara, yoksa memleket özenle kimlere ait olmadığı vurgulanan Ermenilere ve diğerlerine mi aittir? Mustafa Kemal’in konuşmasından etraflı bir tarih dersi çıkar, fakat bu dersin içeriği öyle sahicileşiyor ki bir yerden sonra memleketin neden Türklere ait olduğu fikri inandırıcılıktan uzaklaşıp gittikçe absürt bir vurguya bırakıyor kendini; şimdi bizim elimizde olduğuna göre asıl sahiplerini bulmuştur işte. Ama özellikle kimlere ait olmadığını hadi bir kez daha hatırlayalım, yarın etrafta onların yaptığı binaları, kiliseleri, sokakları görecek ve bir kelimesini bile anlamadığınız dillerini duyacaksınız kafanız karışmasın. Metinde bu yapılara el koyma, yakıp yıkma, aşağılama duygularının hangi teşviklerle ortaya çıktığının tarihsel izlerini de bulabiliriz. Daha birçok şey söylenebilir, başlı başına bir inceleme hak ediyor şüphesiz, dine dair söyledikleri de oldukça ilgi çekici çünkü.
Ama ben bu yazıyı, Ermeniler ve diğerlerinden biri olarak bu vb. metinleri okumanın hissettirdiklerine bağlanarak bitirmek istiyorum. Belli ki Kürtler bu diğerlerinin içinde. Her ne kadar birlikte ötekileştirilip Türklüğün dışına memleketin misafirleri gibi cümleten bırakılsak da bugün Ermenilerin, Rumların kamusal alanda bir şekilde var edebildikleri okullarını, kiliselerini ve mezarlıklarını düşündüğümde- bunu söylemek hiç kolay değil- ama şanslı buluyorum onları. Bu duyguyu ifşa ederken bir acı yarıştırması yapmak istediğim veya Kürtlerin Ermeni soykırımındaki rolünü görmezden geldiğim düşünülebileceği için ayrıca kaygılıyım, ama kılçıklı duygulardan bahsetmek bu olsa gerek. Bu duyguların ortaya çıkışında gömülebilmenin/ölümün, yasın bugün imkânsız bir pratiğe dönüştürülmesinden, kendi dilimle mezun olabileceğim bir lisenin varlığını hayal etmek bir yana, yarım yamalak anladığım bir anadilime kadar uzanan farklı gerçekliklerin payı var. Belki böylelikle, Türklüğün anayasal ayrıcalıklarından farklı derecelerde muaf tutulmuş bu biz topluluklarının, ulusalcı ve milliyetçi politikaların harekete geçirdiği yıllarca en temel haklardan mahrum kalarak bedenlerimizde ağırladığımız duyguların yanı sıra, birbirine doğru hareket eden duygularından da konuşmaya başlarız. Ben bu yazıda, meseleyi kasıtlı olarak kendi özneliğim, bedensel deneyim ve duygular üzerinden işlemek istedim. Biraz da bu yüzden, Pontus Rumlarını yok etme planlarının yürürlüğe konduğu 19 Mayıs gününü, Rumluk üzerinden ve bu kimliğin hissettirdiklerine temas ederek okuyamayacağımı, aynı şekilde 24 Nisan günüyle de Ermeni bir özneliğin hissettirdikleri üzerinden ilişkilenemeyeceğimi düşünüyorum. Bu resmi günlerin hissettirdiklerini- her ne kadar bu kimliklerin birbirlerinden kalın çizgilerle ayrılan homojen pratik ve düzenlemelerden menkul olmadıklarını düşünsem de- Kürtlüğe, Aleviliğe temas eden bedensel pratiklerim üzerinden anlatmak istedim. Bu pratiklerle, geçmişe ve bugüne baktığımda ise tek görebildiğim hukuka dahil edilmeyen defacto bir beden ve dil, bir de Alevilik. Bu yüzden belki de artık kimseye makul gelmesini beklemediğim öfke ve hınç duygusu ile bitiriyorum yazıyı. En çok da eşitsizliğin kaynağı olan kahramanlaştırılıp, ilahlaştırılan Türklük hikayelerinin kutlandığı resmi günlerde beliren bu duygular belki statü kazanırlar.
* Bu ifadeye, Umut Tümay Aslan’ın Kaos GL için yazdığı eski bir yazısında rastladım ve çok hoşuma gitti doğrusu. Bahsetmek istediğim duygular için daha iyi bir ifade düşünemedim. Kendisi de Fatih Özgüven’in Fassbinder’le ilgili bir yazısından ilhamla kullanıyor. (Özgüven’in yazısına ulaşamadığım için bakamadım maalesef.) Tümay hocanın güzel kaleminden: “hem duygulardan bahsetmek hem de duyguların kendisi kılçıklı. Kılçıkları ayıklayıp anlattığınızda, yüzeyden bir playbackten ibaret kalıyorsunuz; kılçıklardan bahsettiğinizde ise sesiniz sürekli tökezliyor; kararlı kendinden emin bir anlatıcı olmak imkansızlaşıyor. Zulüm gören, yok sayılan, üzeri çizilen, işaretlenen, tekinsizleştirilen bedeni, saf bir yüceltimle konuşturmak, anlatmaya koyulduğunuz ıstırabı mutenalaştırmaktan başka bir işe yaramıyor. Kararsızlaştığınızda ise ıstırabın şiddetine olan inancınızı pekâlâ kaybedebilir, bir parodiden ya da sinik bir akıldan ibaret kalabilirsiniz.” “Kılçıklı duygular, kiç ve piç”, Umut Tümay Arslan, Kaos Gl, Mayıs- Haziran 2008. Online erişim burada.
[2] İkinci yazıda da aynı alıntı olunca bir Durkheim takıntısı mı var denebilir tabi, desinler değişemem… “Toplum, bireylerin bir toplamı değildir; aksine toplum, bireylerin bir araya gelmesiyle [asssociation] meydana gelen, kendine özgü bir karaktere sahip özgül bir gerçekliği [réalité] temsil eden bir sistemdir.” Online erişim burada.
[3] Bu iradi/otoriter sesi çoğaltma gayesi güden filmlerin farklı kavramsal çerçevelerde okunmaları mümkün. Ama özellikle, Çanakkale Savaşı (Yeşim Sezgin, 2002), Sarıkamış felaketi (Özhan Eren, Murat Saraçoğlu, 2008), Mustafa (Can Dündar, 2008), Dersimiz: Atatürk (Hamdi Alkan, 2010) ve Veda (Zülfü Livaneli, 2010) filmlerinin, Türklüğün hatırlama ve unutma biçimlerini görebileceğimiz bir okumasını yaptığı Pınar Yıldız’ın çok sevdiğim doktora tezini tavsiye ederim. Travmatik sesin ve bakışın “Türklük perdesinde” (Umut Tümay Arslan) bazen bir yokluk bazense bastırılmış olanın geri dönüşü olarak nasıl karşımıza çıktığını görebileceğimiz bir çalışma. Hatırlanacaklara ve unutulacaklara karar veren Türklüğün hakikat rejiminin nasıl işlediğini bu filmler üzerinden okuyan Yıldız’ın doktora tezi bu konuda fikir verecektir. (Pınar Yıldız, Hatırlamanın ve Unutmanın İmgeleri, 2016)
[4] Mladen Dolar, Sahibinin Sesi Psikanaliz ve Ses, 2013, s121.
[5] Nutuk’un değinmek istediğim başka bir boyutu da okullardaki resmi tarih kitapları yazılırken kendisinden feyz alınmasına rağmen, Atatürkçü düşüncenin icracılarınca yine bu düşüncenin “selameti” için yüksek yoğunlukta ayıklanmış, reelde okutulmak istenmeden absürtçe kutsallaştırılmış bir metin olmasıdır. Yazılan kopya metinler ve bu metinlerin icracıları, Nutuk’la aslına da sadık kalamadıkları ölçüde fetiş bir ilişkiyi büyütmüşlerdir.
[6] “Palu ailesi yeni Türkiye’dir”, Fatih Yaşlı, Birgün, Online erişim burada.
[7] ‘Milletin istiklalini yine milletin azim ve kararı kurtaracaktır’, Murat Sevinç, Diken, Online erişim burada.
[8] “Bir ‘milli değer’ olarak Zeki Müren”, Murat Sevinç, Diken, Online erişim burada.
[9] Atatürk Kültür Dil ve Tarih Yüksek Kurumu, Adana Esnaflarıyla Konuşma, Online erişim burada.