2019 yılında Kıbrıs'ta ortaya çıkan iki seri kadın cinayeti ve toplu tecavüz davalarına ilişkin olarak kamuoyunda yer alan eleştirel analizlerden farklı olarak, konunun daha az belirgin bir yönüne, Kıbrıs'ta cinsiyete dayalı şiddetin devam ettiği çatışma sonrası bağlama odaklanıyorum.

MEYDAN

Tecavüze Devam Eden Savaş: Çatışma Sonrası Kıbrıs’ta Kadın Cinayetleri ve Cinsel Şiddet

Olga Demetriou’nun* feministiqa dergisinin güz 2020 tarihli 3. sayısında yayınlanan yazısı Emine Ayhan tarafından çevrildi.

 

 

2019 Nisan’ında Lefkoşa civarında beş kadın ve iki kız çocuğunun cesedi bulundu; hepsi de Kıbrıs ordusunda subay olan aynı adamın kurbanlarıydı. Katil 24 Haziran 2019 tarihinde, beşi üst üste olmak üzere yedi kez müebbet hapis cezasına çarptırıldı. Kararın üstünden bir ay geçmeden Aya Napa ilçe polisi bir toplu tecavüz vakasıyla ilgili soruşturma başlattı; kısa süre sonra durdurulan soruşturma yerini, kadın mağdura yönelik, asılsız iddialarla suçlamalara bıraktı. Mağdur aynı yılın sonunda, kendisine yöneltilen “kamuya zarar verme” suçundan mahkûm edilerek ertelenmiş hapis cezasına çarptırıldı.

 

Bu iki vaka Kıbrıs’ta ve uluslararası kamuoyunda büyük yankı yarattı, ki bunun nedeni sadece işlenen suçların korkunçluğu ve işletilen süreçlerde (iki vakada polis soruşturması sürecinde, ikincisinde ise hukuki soruşturma sürecinde) açığa çıkan fiyasko değil, aynı zamanda mağdurların esasen yabancı uyruklu olmasıydı. Uluslararası kamuoyunda, Kıbrıslı yetkililerin kadınları cinsel ve ölümcül şiddetten koruma konusundaki ihmal ve yetersizliği kapsamlı ve ikna edici bir şekilde defaatle gündeme getirildi. Feminist ve hak savunucusu örgütlerin bu konudaki seferberliği, ülkeler arasında nasıl ittifaklar kurulabileceği ve adada farklı gündemleri kapsayacak şekilde giderek büyüyen bir feminist hareketin nasıl desteklenebileceği konusunda da fikir verici oldu. Bugün itibariyle iki davanın seyri de farklı bir zeminde, hükümet yetkililerinden buradaki bariz kötü muamele için tazminat istenmesi yönünde ilerliyor.

 

Gelgelelim söz konusu iki vaka çeşitli yönleriyle bunca ilgi gördüğü halde, ben burada sürekli göz ardı edilen bir yönleri üzerinde, bu suçların çatışma sonrası bir ortamda gerçekleştiği gerçeği üzerinde durmak istiyorum. Bu gerçek, en az 1950’lerden bu yana Kıbrıslı Rum ve Türk toplumlarını karşı karşıya getiren tarihsel etnik şiddet ve toplumsal militarizasyon mirasını; adanın, 1974 savaşıyla daha da sağlamlaşan Rum ve Türk idari bölgeleri arasındaki coğrafi bölünmesini; 1963’ten bu yana büyük ölçüde askıya alınmış olan güç paylaşımına dayalı bir anayasayı temel alan bir hukuk sistemini ve son elli yıldır kolaylaştırıcılığını BM’nin üstlendiği bir siyasi müzakere sürecini içermektedir (tüm bunların günlük yaşamdaki sonuçlarını başka bir yerde incelemiştim [Demetriou, 2018]). İlk suçta bu husus bilhassa önem arz ediyordu, zira kayıplarla ilgili bir soruşturma yürütülmemesinin ardındaki temel varsayım, mağdurların muhtemelen Güneydeki hayat ve çalışma koşullarından kaçarak Kuzeyde yaşamaya başlamış olmasıydı. İkinci suçta ise, İsrailli yetkililerin (tecavüzle suçlananlar İsrailliydi) kapalı kapılar ardında (ve Kıbrıs sorununu ve müzakeresini etkileyen girift bölgesel politikaların arka planında) yürütülen müzakerelere dahil olmasının, hiçbir zaman açıkça dile getirilmese de, suçlamaların geri çevrilmesinde payı olduğuna dair genel bir kanı vardır.

 

 

Aşılmayan Çizgi

 

2019 yılının Nisan ayı ortalarında bir bakır madeninin kuyusunda iki kadın cesedinin bulunmasının ardından tutuklanan adam en az yedi cinayet işlediğini itiraf etti; öldürdüğü beş genç kadından ikisinin yanında kızları da vardı. Öldürülen kadınların hepsi yabancıydı: (6 yaşında bir kız çocuğu dahil) dördü Filipinli, (8 yaşında bir kız çocuğu dahil) ikisi Romanyalı, biri de Nepalliydi. Cesetler madenin etrafındaki geniş alanda, bir atık göleti, orduya ait bir atış alanı ve bir göl olmak üzere ayrı ayrı yerlere atılmıştı. Bütün cesetlerin çıkarılması iki ay sürdü; bu iki ay boyunca da olaya dair ardı arkası kesilmeyen haberler yapıldı ve arama çalışmalarında kullanılan ekipmanlarından zehirli suya yapılan dalışların zamanlamasına ve polis ifadelerinin planlanmasına kadar soruşturmanın her ayrıntısı haberleştirildi.

 

Bu iki aylık zaman zarfında Filipin toplumundan kadınların ve Kıbrıs’taki ev işçilerinin haklarını savunan örgütlerin sesleri ve görünürlükleri kısa süreliğine de olsa güçlendi. Olaydan sonra Lefkoşa şehir parkında nöbetler tutulduğu ve başkanlık sarayının önünde sessiz protestolar düzenlendiği bildirildi. Yaşanan şok ve dehşetin dile getirildiği tonca basın açıklamasına ve açılacak bir soruşturma kapsamında adaletin sağlanmasına ve önceki soruşturmalarda yapılan ihmallerin sorumluluğunun üstlenilmesine yönelik onca kamusal çağrıya rağmen, yerleşikleşmiş yapısal güvencesizliklerinden ötürü hayatı tehlike altında olan kadın göçmen işçileri bir topluluk olarak kamu önünde muhatap alan herhangi bir özür dilenmedi. Cumhurbaşkanının yanı sıra, ikisi de istifa eden Emniyet Genel Müdürü ile Adalet Bakanı’ndan özür geldi ama bunlar da kurbanların ailelerine yönelik özürlerdi: yaşanan olay sanki beklenen bir şey değilmiş gibi tınlayan ve cesetlerden kalanların devlet bütçesiyle ülkelerine geri gönderileceğine dair tumturaklı beyanların eşlik ettiği özürler. Bu konuda toplum odaklı adımlar atılacağı konusunda da kesin taahhütte bulunmayan özürler. Ev işlerinde çalışma koşullarıyla ilgili şikâyetleri incelemek üzere kurulan resmi daire de henüz herhangi bir bulguyu kamuoyuna açıklamış değil. Göçmen kadın ev işçilerinin çalışma koşullarıyla ilgili olarak çoktandır süregiden şikâyetler arasında çalışma saatlerine uyulup uyulmadığının denetlenmemesi, işverenlerin işçilerin özel hayatlarına müdahalesi, ücretsiz çalışma talepleri, cinsel ve fiziksel saldırı, sendikalaşma yasağı ve sözleşmelerde işverenlerin kayırılması yer alıyor (ki KISA adlı STK tarafından yıllar boyunca defalarca dile getirilmiş şikâyetler bunlar, bkz. www.kisa.org.cy). Ama daha da endişe verici olanı, şikâyetleri soruşturmak üzere böyle bir resmi dairenin kurulduğu duyulurken, eş zamanlı olarak, ev işçilerinin “yükümlülüklerine” ilişkin endişelerin dile getirilmesiydi. Aktarılanlara bakılırsa, cinayetlerin ardından güvenliklerinden endişe eden kadın işçiler işyerlerini terk etmiş, bunun üstüne, Cumhurbaşkanı da onlara yönelik olarak, bu davranışın, yükümlülüklerini yerine getirmedikleri anlamına geldiği konusunda ikaz kabilinden bir beyanda bulunmuştu (Omega News, 3 Mayıs 2019). Başka bir deyişle, işverenlerin hakları böyle trajik anda bile yeniden tasdik edilmiş ve yabancı kadın bakım işçilerinin haklarının üzerinde tutulmasa bile yanında yer almıştı. Irkçı imaları nedeniyle haklı eleştirilere konu olan bir başka olayda ise, Cumhurbaşkanı, özürlerin “kurbanlar yabancı olsa da” dilendiği için özel bir önem taşıdığına ifade etmişti (Politis, 4 Mayıs 2019).

 

Burada skandal yaratan soru, elbette, yetkililerin bu kadın ve kız çocuklarının kaybolmalarını, aileleri, arkadaşları, işverenleri tarafından derhal ihbar edildiği ve en az bir kere de gazeteciler tarafından haberleştirildiği halde neden soruşturmadıklarıdır. Tüm vakalarda, kaybolmalar şüpheli kayıp vakası olarak kaydedilmek yerine, “polisi ilgilendirmeyen” vaka olarak dosyalanmıştır; soruşturmayı yürüten polis memurları, kurban kadınların işverenlerinden veya eski kocalarından kaçarak, Kıbrıs Cumhuriyeti polisinin kontrolü dışında adanın Kuzey kesimine geçtiklerini varsaymıştır. Üstelik polis bunun aksi yönde deliller sunulduğunda dahi bu varsayımda ısrar etmiştir. Oysa öldürülen kadınların banka hesaplarına dokunulmamış, seyahat belgeleri, buzdolaplarındaki yiyecekler, mutfak çekmecelerindeki ilaçlar olduğu gibi geride bırakılmıştır. İlk iki kurban için geçerli sayılan Kuzeye kaçış varsayımı, beş kişinin daha hayatına mâl olmuştur.

 

Buna karşılık, cesedi Kuzeyde yol kenarındaki tarlalara atılmış halde bulunan Nepalli bir kadının aynı adamın kurbanı olma ihtimali sorulduğunda, polis derhal ısrarla böyle bir şeyin mümkün olmadığını belirtmiştir. Delillerin bu cinayetin aynı adam tarafından işlenme olasılığının düşük olduğunu doğruladığı bildirildiğinde ise, suçun aydınlatılmasına katkıda bulunabilecek olası diğer bağlantıların, hatta bilgi veya bilirkişi görüşlerinin araştırılması, olası bir koordineli çalışmanın kararlılıkla dışında tutulmuştur. An itibariyle sınır ötesi cinayetleri birbirine bağlayan kesin kanıtlar bulunmasa bile, dikkat çekmek istediğim husus şu: Her iki tarafta da son birkaç yıla ait uzayıp giden kayıp kişi listeleri bulunduğu göz önüne alındığında, bu vaka soruşturmalar noktasında iki taraf arasında bir işbirliğini yeniden düşünmek için bir vesile yaratabilirdi.

 

Bu tür bir işbirliği fikrinin önüne geçen varsayımlar, on yıllardır adanın başına bela olan siyasi duruma yönelik kökleşmiş bir yaklaşımdan kaynaklanıyor. Bu öyle bir siyasi durum ki, BM sistemine ve Avrupa Birliği’ne bağlı bir siyasal entite (Kıbrıs Cumhuriyeti) bir ayrım çizgisiyle ikiye bölünmüş durumda ve sınırın bir tarafı Kıbrıslı Türk yetkililer tarafından bağımsız yönetilmeye devam ederken, diğer tarafla veya uluslararası organlarla resmi bir teması yok. Kuzey’deki yetkililerle temasın Cumhuriyet’in egemenliğine halel getirme riski taşıdığını söyleyen bir yaklaşım söz konusu burada. Kısaca, egemenlik ile soruşturma arasında yapılacak seçimde kazanan, egemenlik oluyor. Gelgelelim bu arada kadın cinayetleri işleniyor ve sınırın öteki tarafına bakmaktan imtina edildiği için, insanlar ölmeye devam ediyor.

 

İki kesimin polis idareleri arasındaki teması egemenlik sermayesini riske atmadan, dolaylı olarak kolaylaştırmakla görevli olan iki toplumlu ceza işleri teknik heyeti, öldürülen kadınların Kıbrıs’tan ayrılmadıklarını tespit etmek dışında, bu kayıp vakalarına müdahil olmamıştır. Benim de üyesi olduğum Toplumsal Cinsiyet Eşitliği Komitesi’nin ise, yürütme yetkisi şöyle dursun, lobi çalışması yapma yetkisi dahi yok. Demek istediğim, iki kesim arasında bir temas kurulmuş olsaydı, bu cinayetlerin aydınlatılmış olacağı değil, bazılarını önlemenin mümkün olabileceğidir. Zira nereden bakarsanız bakın, vakaların şüpheli olmayan vaka kategorisinde dosyalanması, Kıbrıs’taki kurumsal ırkçılıkla ilgili aynı ölçüde tiksinti verici iki hakikatten kaynaklanıyor. Bunlardan birincisi, kadın göçmen işçilerin çok sık istismar ve sömürüye maruz kaldığı ve işverenlerinden kaçarak yetkililerin onları sınırdışı etmek üzere aramayacağını bildikleri bir bölgeye sığınmak için çoğu zaman geçerli nedenleri olduğudur. İkinci hakikat ise, istismar ve sömürünün hemen her zaman işveren lehine işleyen yasalar yoluyla cezasız kalmasına cevaz veren bu sistem içinde kadın göçmen işçilerin bedenlerinin ve hayatlarının harcanabilir olarak görüldüğüdür. Bu iki hakikatin farkında olan polis de ortada soruşturulacak bir şey olmadığını varsaymış ve yedi kadın bu yarıklarda kaybolmuştur.

 

Kıbrıs’ta egemenlik ile gündelik hayat arasındaki bu yarıklarda toplumsal kayıtsızlık hüküm sürüyor. Davaları reddeden soruşturma memurları, anaakım ve sosyal medyada, mesleki sorumluluklarını yerine getiremedikleri ve Filipinli kadınları zaman harcamaya değer bulmadıkları için ırkçı önyargıya sahip oldukları gerekçesiyle ağır eleştirilere hedef olmuştur. Bu tepkilerde pekala haklılık payı olabilir. Cesedine ulaşılan ilk kurbanın işvereninin polis teşkilatında üst düzey bir kadın görevli olmasından ise sadece ilk birkaç gün kısaca bahsedilip geçildi. Böylesi bir kayıtsızlık karşısında akıllarda, ev içi iş ilişkilerinin tabiatına dair bazı sorular uyanıyor. Öte taraftan, soruşturma memurlarının vicdanı, kayıp kadınların Kuzeyde güvende ve özgür, hatta Güneydekinden bile daha iyi durumda olduğu konusunda rahat olduğu için, arz ettikleri siyasi ve teknik sorunlardan ötürü davaları düşürmeye karar verme kolaycılığına kaçmış olma ihtimali de vardır.

 

Vurgulamak istediğim, bu korkunç seri kadın cinayeti vakalarındaki ihmallerin sistemik ve kurumsal olduğu ve devlet yapılarının altında yatan ırkçı, milliyetçi ve patriyarkal zihniyete işaret ettiğidir (bu da zaten adadaki birçok kadın örgütü tarafından dile getiriliyor). Ama bu ihmaller, Kıbrıslıların ne ölçüde bu zihniyetle yaşamayı öğrendiklerini ve ona katılmasalar bile varlığına nasıl uyum sağladıklarını gösteren toplumsal ihmallerdir aynı zamanda. Toplumsal normların insanların öylece ortadan kaybolmasına kayıtsız kalınmasına cevaz verdiği çatışma günlerinin hayaleti, etnik gruplar arası paramiliter cinayetlere dair hafızadaki canlılığını korumaktadır, ki görüldüğü gibi, sonuçları elli yıl sonra halen ortaya çıkmakta olan cinayetlerdir bunlar. Kamuoyu tartışmalarında, son iki vaka ile 1960’lardaki kayıplar arasında bu yönde kurulacak bir sembolik bağlantıdan kaçınılmıştır: 1960’larda Kıbrıslı Türklerin (çoğunlukla) Kıbrıslı Rum paramiliter güçler tarafından kaçırılıp öldürüldüğü bu kayıp vakaları Kıbrıs çatışma tarihinde dillendirilmesi en güç konulardan biri olarak kalmıştır. Yetkililer şimdi olduğu gibi, o zaman da derhal soruşturma başlatmaktan geri durmuştu. Kurbanlar şimdi olduğu gibi, o zaman da Kıbrıslı Rumlar değildi. Buna karşın, günümüz Kıbrıs Rum yönetimi, 1960’lardakinin aksine, çatışma dönemlerine kıyasla çok daha gelişmiş kurumlara sahip demokratik ve liberal bir Avrupa devletidir. Her ne kadar militarizasyon mirası özellikle son vakada belli bir rol oynamışsa da, bugün soruşturma açılmamasındaki ihmal, çatışma ortamının kaosundan ve otorite kırılmasından kaynaklanmıyor. Dolayısıyla, kötü yönetilmiş bu talihsiz vakayı, soruşturmaları en başta duraksatan varsayımlara kaynaklık eden çatışma sonrası ortamdan ayırmak çok önemli hale geliyor. Katilin Kıbrıs Rum Milli Muhafız ordusunda görevli bir subay olarak askeri geçmişi, Milli Muhafızlar’ın, mesleklerine leke sürüldüğü gerekçesiyle medyaya yönelik şikâyette bulunduğu noktaya kadar sürekli dile getirilmiştir. Bununla beraber, katilin kurbanlarına çoğunlukla askeri üniformayla yaklaştığı bildirilmiştir. Kurbanlara uygulanan şiddet ortaya çıktığında asıl şok etkisi yaratan da katilin askeri mevkii olmuştur. Buna karşılık, katilin kurbanlara modellik isteklerini gerçekleştirme vaadiyle bir aracı rolünde yaklaşmasını sağlayan fotoğrafçılık geçmişi, medyada yine türlü yorumlara yol açmışsa da, fotoğrafçı derneklerinden bu yönde bir şikâyet gelmemiştir. Katil evvela bir asker olarak görünüşte “kusursuz ölçüde iyi bir insandı.” Bu algı da, bana göre, militarist zihniyetin sadece kurumsal değil, aynı zamanda toplumsal bir olgu olduğunun göstergesidir. Böylece günümüzdeki seri kadın cinayetlerinde, on yıllar öncesindeki kayıpların mirasının izini sürmek mümkündür.

 

 

Uzun ve şiddetli bir sahil

 

Eğer Mitsero köyü artık ölümle ve cinsiyetçi iğrençlikle ilişkilendirilen bir madenin bulunduğu ücra bir hiç-yeri belirtiyorsa, Ayia Napa da bunun tam tersi çağrışımlarla akla gelen bir addır: Göstergebilimsel düzeyde küçük bir sahil kasabasının bölgesel sınırlarından çok daha büyük bir şeye tekabül eden bu yer, en azından şimdiye kadar cinsel şiddetin rutin olarak mazur görüldüğü, yaz aşırılığının küresel her-yerini temsil eder. Bu genel çağrışımın aksine, Ayia Napa’nın (gayri)muteber bir tatil beldesine dönüşmesi, savaş sonrasında gerçekleştirilen çok spesifik jeopolitik düzenlemeler sonucunda olmuştur. Bu anlamda, Ayia Napa’nın çatışma sonrası bir tatil yeri olduğu söylenebilir, zira burası 1974 yılında Türk ordusu tarafından işgal edilmeden önce, 1960’lı ve 1970’li yıllarda kozmopolit bir cazibe yeri halini almakta olan uzun Mağusa sahilinin kalan kısmı üzerinde hak talebinde bulunmuştur. Şimdilerde harabeye dönmüş bir “hayalet şehir” olarak çitlerle çevrilmiş olan Maraş plajı, farklı bir şiddet düzeninin uzaktaki bir işareti olarak Ayia Napa’dan görülebilmektedir.

 

Ayia Napa bölgesinde 1974’ten bu yana gelişen turizm endüstrisi zamanla büyük ölçüde geçiş ritüeli turizmine dayanır hale gelmiştir. Ayia Napa’da sahilin çatışma hattının diğer tarafında kalan Kuzey kesimiyle rekabet halinde olan başlıca turizm faaliyetleri arasında düğünler, evlilik öncesi partiler ve üniversite öncesi gençlere yönelik yerel ve uluslararası yurtdışı tatilleri vardır. Sınırlar, otel ve kulüplerdeki mimari aşırılıklardan tutun da ulusal yasaları atlatmaya yönelik etkinliklere (bunlar arasında en meşhuru, uluslararası sulara gidip gelen parti tekneleriyle yapılan gezintilerdir) kadar şehrin ekonomisini yapılandırmakta ve kelimenin tam anlamıyla beslemektedir. Bu uluslararası sular birden fazla otoritenin (Kıbrıs Rum Kesimi, Türkiye, BM, İngiliz üsleri) karşılaşma alanı olduğundan, burada polislik faaliyeti yürütmek bilhassa zordur. Bölgede polislik faaliyetlerinin konu olduğu eşiktelikler (liminalities) karada sadece elde bir varsayılmakla kalmayıp, bölgenin (bir yandan Kuzeyle rekabet ederken, diğer yandan Güneydeki, daha aile dostu addedilen başka turistik mekânları tamamlayan) ekonomisiyle de bütünleşmiş durumdadır. Sözgelimi, 2020’de turistik gezilerin tanıtımını yapan bir reklam şirketi, kampanyalarında sahte polisliği bu yolculukların cazip ve heyecan verici bir yönü olarak şöyle lanse etmektedir: “Constable Cruise’a [seyahat gemisi] dikkat edin, Ayia Napa’nın yozlaşmış polisi tüm yasakları ortadan kaldırmak için gemide olacak!!!” (http://www.fantasyboatparty.com, 16/2/2020). Ayia Napa (2012 ve 2014’teki iki infaz girişiminin ardından) 2016 yılında bir mafya infazına sahne olmuştur; dört kurban arasında, hedef alınan işadamının yanı sıra, buluştuğu bir polis memuru ile kiralık katil de vardı.

 

Bu eşiktelikler polislik pratiklerini zorlaştırıp baltaladığı gibi, militarizasyonun genellikle göz ardı edilen başka bir yönüne de kapı aralıyor. Ayia Napa’nın da ev sahipliği ettiği önemli geçiş ritüellerinden biri, lise bitiminde zorunlu askerlik hizmeti öncesi Kıbrıslı Rum erkeklere sunulan eğlenceli bir yaz tatili önerisidir. Yaşanan son olaylar, bu önerinin İsrailli erkekler için de geçerli ve cazip olduğunu ortaya koymuştur. Ayia Napa başka ülkelerde katıldıkları çatışmalardan izin alarak Kıbrıs’a gelen askerlerin de uğrak yeridir. Bu anlamda, Kıbrıs sadece kendi yerel çatışması bağlamında değil, küresel Doğu ve Güneydeki sıcak çatışma noktaları ile askeri müdahaleye kaynaklık eden Batı ülkeleri arasındaki kavşakta yer alan bir bölge olması nedeniyle küresel anlamda da çatışma sonrası bir yerdir. Ayrıca, kendi çatışma mirası nedeniyle, BM barış gücü birliği ve İngiliz askeri üsleri gibi, askerlere “baskı azaltma” turları diye adlandırılabilecek hizmetler sunan altyapılara ev sahipliği eden bir noktadır. Ayia Napa’da sunulan eğlencenin militarizasyonu, yerel yetkililer tarafından ilk kez, ağır fiziksel şiddet olaylarının ardından kasabanın İngiliz askerlerine yasaklandığı 2008 yılında fark edilmiştir (Smith, 2008).

 

Ülkeye geçici süreyle gelmiş bir kadının, 2019 yılının Temmuz ayında alkollü bir gece gezmesinin ardından, saldırıyı erkek arkadaşıyla birlikte planladığı iddia edilen birden fazla erkek tarafından tecavüze uğraması da yine bu yarıklarda gerçekleşmiştir. Kıbrıs’a üniversite eğitimi için gelen ve bir kulüpte yarı zamanlı çalışan kadın İngilizdi, grup halinde tatil yapan ve en azından birkaçı ordu mensubu olan adamlar ise İsrail’den geliyordu. İlk toplu tutuklamanın ardından, üç ülkede medyanın tepkisi ve adadaki diplomatik makamların devreye girmesiyle tutuklananların bir kısmı o hafta içi serbest bırakıldı. Suçlamada bulunan kadın olaydan 10 gün sonra ikinci kez ifadeye çağrılarak gece boyu sorgulandı ve ertesi sabah erken saatlerde ilk ifadesini geri çekti. Sonrasında, geri kalan tutuklular da serbest bırakılırken, kadın yalan beyanda bulunarak kamuya zarar vermekle suçlandı, gözaltında tutuldu ve ardından yerel mahkemede görülen dava sonucu dört ay ertelenmiş hapis cezasına mahkûm edildiği yıl sonuna kadar kefaletle serbest bırakıldı.

 

Dava Kıbrıs, İsrail, İngiltere ve başka ülkelerdeki kadın örgütleri tarafından geniş çapta kınanırken, İngiltere hükümeti ve Lordlar Kamarası ise yargı sürecinin düzgün işletilmediğine dair endişelerini dile getirdi. Nitekim başlangıçta, mahkeme kadının şikâyetini geri çekmesini geçerli kabul ederken, polis de ilk iddiasını reddetmişti. İlk ifadenin geri çekilmesini nasıl değerlendirdiği sorulduğunda, soruşturma memuru iddialar geri çekildikten sonra davanın sona erdiği ve bu nedenle ortada değerlendirilecek herhangi bir “tekzip olmadığı” konusunda ısrar etmiştir (Gazimağusa Bölge Mahkemesi, 2019, s. 14). Yine de, uzun mahkeme kararının bazı bölümleri, şikâyetçinin ilk ifadesini geri çekmesinin, dolayısıyla yalan söylediği sonucuna varılmasının gerekçeleriyle ilgilidir. Örneğin, kararda, şikâyetçinin verdiği ifadelerin detaylarının farklı olduğu ve kendisinin (kaç failin olduğuna, daha önce içmeye gittiği için neler olduğunu tam göremediğine ve takip edemediğine, zorla alıkonulduğuna dair) bu farklılıklara açıklık getiremediği belirtilmiştir. Savunma ekibindeki bir uzmanın dikkat çektiği adli hatalar, gündeme getirdikleri konulara girilmeksizin taraflı olarak reddedilmiştir. İkinci ifade sırasında çeviri ve yasal temsil konusundaki şikâyetler de benzer şekilde temelsiz bulunarak reddedilmiştir. Okunan karar, uygulanan yasaların, Kıbrıs’ın gururla imzalayıp (2015) onayladığı (2018) Kadına Yönelik Şiddet ve Aile İçi Şiddetin Önlenmesi ve Bunlarla Mücadeleye İlişkin Avrupa Konseyi Sözleşmesi’ne yahut Kıbrıs’ı 8 ilerici Avrupa ülkesi arasına sokan, rızaya dayalı tecavüze ilişkin yerel mevzuata (Uluslararası Af Örgütü, 2019) uygun olduğuna dair en ufak ipucu vermemektedir. Tersine, çarpıcı betimlemeler, uzman tanıkların öylece üzerinden atlanan kadın düşmanı alıntıları ve gerek yargıç gerekse tanıkların (karar metninde adı geçmeyen) L’ye yönelik hakaretamiz atıflarını içeren bir karardır bu.

 

Birçok kadın örgütü, Kıbrıs toplumunun patriyarkal ve geri kalmış yapısıyla, feminist aktivistlerin bugüne kadarki göreceli sessizliğiyle (gerçi bu davada kendini hissettiren varlıkları övgüyle karşılanmıştır) ve polis ile adli makamların uzmanlık ve eğitim eksikliğiyle ilgili sorunları gündeme getirmiştir. Bu değerlendirmeler pekâlâ yerinde olmakla birlikte, burada durumu daha da karmaşıklaştıran çok sayıda siyasi sorunun devreye girdiğini belirtmek isterim. Önceki yıllarda Ayia Napa’da yabancı uyruklu kadınların yaptığı tecavüz suçlamalarının da reddedildiği ve geri çekildiği göz önünde bulundurulduğunda, polisin eğitimsiz olmak şöyle dursun, tecavüz soruşturmalarında belirli bir süreç işletme konusunda gayet eğitimli olduğu söylenebilir. Ağır suçlara (tecavüz dahil) ilişkin polis istatistiklerinde mahkûmiyet kararlarının değil, ihbar ve soruşturmaların içerildiğini hatırlatalım (police.gov.cy). Tecavüz istatistiklerinin erişilebilir olduğu 2010-2017 yılları arasında ise, tecavüz ihbarlarının oranı neredeyse yarı yarıya (%36’dan %19’a) düşmüştür. Sonuçsuz kalan süreçlerin halihazırda mağdurları caydırıp caydırmadığı ya da daha doğrusu, gayet etkili şekilde işletilen bir sürecin mağdurları caydırmayı amaçlayıp amaçlamadığı sorulabilir.

 

 

Kaynak: EPA. Kıbrıs’ta çalışan göçmen işçiler Neredesin yazılı bir döviz taşıyorlar.

 

 

Dolayısıyla, 2019’daki tecavüz vakasından önce de cinsel suçları normalleştiren bir kültürün hakim olduğunu varsayarsak, bu kültür hangi politikalara öncelik verilip verilmeyeceğine dair fikirlerle kesiştikçe daha da yerleşikleşmiştir. Davanın uluslararası ilişkiler boyutuna ilişkin tartışmalarda ise, Kıbrıs Cumhuriyeti yetkililerinin davayla ilgili bir tutum almayı reddetmesinde, İsrail, Yunanistan ve Kıbrıs arasında, deniz altından geçecek bir doğalgaz boru hattı anlaşması konusunda devam eden müzakerelerin rol oynadığı öne sürülmüştür (McShane, 2020). Doğalgaz politikaları şu anda Kıbrıs Dışişleri Bakanlığı’nın en önemli meselesi olmanın yanı sıra, sondaj hakkı talep eden (ve bu konuda şimdiye kadar olumlu bir sonuç alamayan) Türkiye’yle yaşanan anlaşmazlıkla da yakından bağlantılıdır. Bahis konusu doğalgaz boru hattı anlaşması 3 Ocak’ta; mahkeme kararından birkaç gün sonra ve hükmün verilmesinden birkaç gün önce imzalandı. Yunanistan ve Kıbrıs hükümet yetkilileri yargının bağımsızlığını gerekçe göstererek dava hakkında yorum yapmayı reddetti. Bununla beraber, İsrail hükümet yetkililerinin olaya karışan erkeklerin birkaçının aileleriyle bağlantıları olduğu açıklanmıştır (Daily Mail, 2020; New Statesman, 2020). Ulusal çatışma politikalarını oldum olası toplumsal cinsiyet politikalarından öncelikli tutan iki ülke (Kıbrıs ve İsrail) arasında, bu önceliğin kaldırılmasının zararlı etkileri olacağı, dolayısıyla yüksek mevkilerdeki erkeklere yönelik kovuşturulmaların engellenmesi gerektiği artık gayet açık bir şekilde kararlaştırılmış görünüyor.

 

 

Kadınlara açılan savaş

 

İngiltere Dışişleri Bakanlığı 2020 Şubat’ından bu yana, Kıbrıs’a seyahat edecek vatandaşlara yönelik tavsiyelerinde alkollü içeceklere atıfta bulunarak, tecavüz ve cinsel saldırıya dikkat çekiyor. Bakanlık Kıbrıs’taki yabancı kadınlara zarar veren iş güvencesizliğinden ise hiç bahsetmiyor, çünkü bakım ve eğlence meslekleri (Agathangelou’nun [2004] uzun zaman önce gösterdiği gibi, yerel çatışma ve küresel siyasetle bağlantılı oldukları için) “yüksek riskli” sıfatıyla normalleştirilmeye devam ediyor. 2019’da yaşananlar, bu güvencesizliğin Kıbrıs’taki kadınların yaşamlarına halen ne kadar zarar verdiğini hepten su yüzüne çıkarmıştır.

 

Bu suçların işlenmesini mümkün kılan ırkçı, patriyarkal, militarist ve milliyetçi yapılar üzerinde durup yeniden düşünmek gerekiyorsa, bu hem kurumsal hem de toplumsal bir görev olarak algılanmak durumundadır. Nisan ayında Mitsero’daki atık göletlerinde cesetler bulunmaya devam ederken, Filipinli kadınlar ve diğer göçmenler seslerini duyurmaya başladılar. Düzenledikleri nöbetler ve sessiz protestolarla, anaakım medyada nihayet giderek daha fazla görünürlüğe ulaştılar. Bu sayede, topluluklarının maruz kaldığı ırkçılık için kendilerinden birtakım özürler dilendi. Potansiyel mağdurlar ve hayatta kalanlar polise ihbarda bulundu ve seslerini duyurmaya çalıştı. Keza, davanın görüldüğü Aralık ve Ocak aylarında da İsrail, İngiltere ve Kıbrıs’tan kadınlar bu adaletsizliği protesto etmek, haykırmak ve mağduru sanık haline getiren yapıları boykot etmek için bir araya geldi. O zamana kadar, daha önce işlenen cinayetler kamuoyu tartışmalarından çoktan silinmiş ve daha Batılı yeni ittifaklar kurulmaya başlanmıştı.

 

Bu suçlar, göze çarpmadan tecavüz etmeye ve öldürmeye devam eden çatışma kültürünün ve militarizmin dünden bugüne düşen gölgesini olduğu kadar, kurulması ve sürdürülmesi gereken ittifakların önemini de hatırlatıyor. Kıbrıslı, İsrailli, Britanyalı, Filipinli, Romanyalı, Nepalli göçmenler ve dünyanın her yanından feministler, bugüne kadar biyopolitik olarak gözden çıkarılmış ve yası tutulmamış bir prekaryanın yanında durmaya devam etmelidir. Şu anda, ne kadar kısa süreliğine olursa olsun, siyasi çatışmanın kör noktalarını (ve Yeşil Hattın ötesine bakmama konusundaki resmi ısrarı) ve Kıbrıs toplumundaki ırksal tabakalaşmayı (yerel halk ile diğerleri arasındaki dayanışmanın önündeki örtük engelleri) ortadan kaldırmanın yanı sıra, çalışma sistemini (ev işlerini düzenleyen yasaları) ve cinsel şiddetin önüne geçilmesini (tecavüzün ve tacizin cezalandırılmasını) odağına alan ittifaklar kurulabilir.

 

Bu noktada son olarak, kızlarıyla birlikte öldürülen iki kurbanın Kıbrıs doğumlu çocukların anneleri olduğunu, yani sırasıyla altı ve sekiz yıldan uzun bir süredir Kıbrıs’ta yaşadıklarını hatırlatmakta yarar var. Hal böyleyken, insanları kanunen değil istisnaen vatandaşlığa kabul eden bir sistemde, bu kadınlar hayattayken olduğu gibi öldüklerinde de birer öteki olarak tanımlandılar: Onlardan katiyen Kıbrıs toplumunun entegre mensupları olarak değil, sırasıyla Filipinli ve Romanyalı olarak bahsedildi. Belki de hiçbir zaman peşine düşmedikleri (ve nerede olduklarının soruşturulmasını “polisi ilgilendirecek” önemde bir mesele haline getirebilecek) haklı bir vatandaşlık talebiyle anılmadılar. L’nin medyada her şeyden önce hak sahibi bir kişi olarak değil de bir “İngiliz turist” olarak çerçevelenmesinin altında da bu ödünsüz ve sert politika yatmaktadır. Şayet Mitsero ve Ayia Napa birer kod ise, sadece seri kadın cinayetlerini ve toplu tecavüzleri değil, bu cinayetlere yol açan kayıtsız suskunlukların dehşetini de içeren kodlardır. Olay yeri temizlenirken yüksek sesle konuşulması gerekenleri de içeren kodlardır bunlar. Bu yüksek sesli konuşmanın, dünden bugüne türlü suskunlukların katman katman birikip iç içe geçtiği mirasların düğümünü de çözmesi gerekmektedir.

 

 

Kaynaklar

 

Agathangelou, A. (2004). The Global Political Economy of Sex. Londra: Palgrave.

Amnesty International, (2019). Right to be Free from Rape: Overview of Legislation and State of Play in Europe and International Human Rights Standards, Amnesty International, Index No: EUR 01/9452/2018, s. 9.

Demetriou, O. (2018). Refugeehood and the Postconflict Subject: Reconsidering Minor Losses. Albany: State University of New York Press.

Inderdeep Bains in Cyprus for the Daily Mail, (2 Ocak 2020). The 12 alleged attackers with friends in high places: How arrest of Israeli youths over British woman’s gang rape accusation in Ayia Napa was followed closely back home [12 saldırganın yüksek mevkilerde dostları olduğu iddia ediliyor: İsrailli gençlerin Ayia Napa’da İngiliz bir kadına toplu tecavüz suçlamasıyla tutuklanması ülkelerinde nasıl yakından takip edildi?]. Mail Onlinehttps://www.dailymail.co.uk/news/article-7843705/British-womans-gang-rape-closely-followed-accused-Israeli-youths-family.html (son erişim 16.02.2020).

MacShane, D. (17 Ocak 2020). There are dark geopolitical motives behind the Cyprus rape case [Kıbrıs’taki tecavüz vakasının ardında karanlık jeopolitik saikler var]. The Independent https://www.independent.co.uk/voices/cyprus-gang-rape-israel-british-woman-eu-turkey-aiya-napa-gas-pipeline-a9286866.html (son erişim 11.04.2020).

New Statesman (7 Ocak 2020). From Britain to Israel, the Ayia Napa rape case is a universal story to feminists worldwide [Ayia Napa’daki tecavüz vakası İngiltere’den İsrail’e dünya çapındaki feministler açısından evrensel bir hikayedir], New Statesman (son erişim 16.02.2020).

Omega News (3 Mayıs 2019). Αναστασιάδης: Το συγνώμη της πολιτείας στις οικογένειες των θυμάτων [Anastasiades: Devletin kurbanların ailelerinden dilediği özür], https://omegalive.com.cy/anastasiadhs-to-sygnwmh-ths-politeias-stis-oikogeneies-twn-oymatwn.html (son erişim 11.04.2020).

ΠΟΛΙΤΗΣ NEWS (4 Mayıs 2019). ΠτΔ: Ζητήσαμε συγνώμη ανεξάρτητα αν τα θύματα ήταν αλλοδαπές [HRH: Kurbanların yabancı olup olmadığına bakmaksızın özür diledik], https://politis.com.cy/politis-news/kypros/ptd-me-pono-psychis-apodechthika-tin-paraitisi-iona/ (son erişim 11.04.2020).

Smith, H. (1 Mart 2008). Ayia Napa bans British soldiers over bar brawls [Ayia Napa bar kavgaları nedeniyle İngiliz askerlerin girişini yasakladı]. The Guardian.

 

* Olga Demetriou, Durham Üniversitesi Durham Küresel Güvenlik Enstitüsü’nde sosyal antropolog olarak görev yapıyor. Son yirmi yıldır vatandaşlık, cinsiyet ve haklar konusundaki çatışma üzerine çalışıyor. Kitapları: Capricious Borders: Minority, Population and Counter-Conduct between Greece and Turkey (Berghahn, 2013/2017) ve Refugeehood and the Post Conflict Subject.

 

Ana görsel: REUTERS. Öldürülen kadın ve çocukların anmasından bir kare.

 

YAZARIN DİĞER YAZILARI

Bir de bunlar var

Yurtlarda Yangın Çıkışı Yok
Hey, Oyuna Gelmiştik
Meleklerle Konuşuyor Musunuz?

Pin It on Pinterest