“hane-yi dost kucast / dost’un evi nerede?”

SANAT

Kiarostami’nin Ardından Bir Küçük “Nişan”

 

Vefatının ardından yazın zor günleri geldi, kırkını da ellibirini de çoktan geçtik, olsun, Abbas Kiarostami’yi sevdiği şairlerle birlikte yad etmek için her vakit doğru vakittir. Onun filmlerindeki şiir alıntılarının ve göndermelerinin izini sürmek eğlenceli iş, ancak bu işi o bostanı avucunun içi gibi bilenlere bırakmak lazım, çünkü rahmetli oradan kendi tarlası gibi meyve ve yeşillik devşirmiş. Ben burada çok sevdiğim bir filmin ilham kaynağı olan çok sevdiğim bir şiiri, Sohrab Sepehri’nin “Nişan”ını, gönlümce Türkçeye aktarmağa çalıştım. Bir de bu şiirde en güzel örneklerinden birini gördüğümüz (ve Türkiye’nin pek kıymet vermediği, anlamadığı) 20. yüzyıl İran modernizminin Kiarostami’nin filmlerinde ne kadar önemli bir rol oynadığına dair bir iki küçük ipucu vermek istiyorum, isteyen o ilmeklerin peşinden gider ümidiyle.

 

1980’lerde büyük sıçrama yapan ve ünlenen İran sinemasının nereden geldiğini anlamak için, Türkiye’de olduğu gibi İran’da da geçtiğimiz yüzyıl boyunca Doğu-Batı, biz-onlar, kültür-medeniyet, gelenek-modernite, maddiyat-maneviyat gibi eksenler etrafında dönen tartışmaların ve yaratıcılıkların farkında olmak yararlıdır. Her iki ülkede, 1950’ler ve 60’larda şiir-nesir-resim-fotoğraf-film arasında, ve bunlarla siyaset dahil tüm fikir hayatı arasında, şimdi olduğundan daha sıkı temas ve canlı sohbetler vardı. Sadece kanonlaşmış “büyük şairlerin” (Necip Fazıl-Nazım Hikmet mesela) değil güncelin içinde yaşayan ve üretilen şiirin, fikir hayatında başat bir rol oynaması, yeni bir şiir kitabının ya da bir resim sergisinin, içerik ve ideoloji bir yana, taze formel arayışları ile değişik kesimler arasında ve en görünür ortamlarda hararetli tartışmalara yol açması, şaşırtıcı değildi. Her okumuş insanda olması beklenen iki dert, yani (-mış gibi yapsa dahi) “memleket meseleleri ile ilgilenmek” ve “edeb(iyat) ve maarif sahibi olmak” arasındaki denge günümüzden farklı kurulmuştu, deyip geçelim.

 

Sohrab Sepehri (1928-80), yirmi yaşındayken kendisinden az büyük bir ressam-şair sayesinde van Gogh’un ve (İran şiirinde aruz ve benzeri kalıplardan kopuşun ilk temsilcilerinden) Nima Yuşic’in eserleriyle tanışır ve olan olur. O andan itibaren kendini sanata adayan, bu iki kulvarda eser veren ve ünlenen Sepehri, 1950’lerde Uzak Asya sanatları ve düşünce gelenekleri ile bir diğer sarsıcı, ufuk açıcı karşılaşma yaşar. (Asaf Halet Çelebi’den az sonra, Erkin Koray’dan az önce …) 2. Tahran Bienal’inde (1960) büyük ödülü aldığı resim alanında 1962’de açtığı sergisi, Asya, özellikle Japon etkisindeki döneminin başlangıcı sayılır. O sırada Tahran Üniversitesi Güzel Sanatlar Akademisi’ni bitirmek üzere olan resim ve grafik öğrencisi Abbas Kiarostami (1940-2016) bu sergiyi gezmiştir muhtemelen.

 

Bu şiir resim ve sinema hikayesine eklenmesi farz olan üçüncü bir karakter var, biliyorum. Furuğ Ferruhzad (1934-67) kesinlikle o sergiyi gezmiştir. Mübalağalı kaçmayacak bir cümleyle kendisinden bahsetmek zor geliyor bana. Eğer “60’lar” evrensel bir olguysa, ki öyle, ve kitlelerin gönlünü oynatan özgürlük bayrağının ağırlığını üzerlerine serpilmiş yıldız tozu sayesinde hiç yükleri yokmuşçasına pırıldayarak taşıyanlar, bunun bedelini göğ ekini biçmiş gibi yiğit iken ölerek ödemek zorunda kaldıysalar, ki öyle, 33 yaşında bir trafik kazasında hayatını kaybeden Furuğ bu hikayenin dünya çapındaki başrol oyuncularından biridir. (Marilyn Monroe’dan az sonra, Janis Joplin’den az önce…) Sepehri’nin “Asyalı” döneminin resimlerini sergilediği yıl, Furuğ cüzzamlıları barındıran bir darüşşifada çektiği, ve modern İran edebiyatı ile sinema arasındaki simyevi alaşımın işaret fişeği diyebileceğimiz filmini gerçekleştirir: Hane siyah-est (1962). İki yıl sonra da, Hamid Dabashi’ye göre modern İran edebiyat tarihindeki en yaratıcı “hadise”yle çıkar meydana, yani Tevellud-i Diger adlı şiir kitabıyla (Türkçesi için bkz. Bir Başka Doğuş, Furuğ-i Ferruhzad, Çeviri: Hatice Gülcan Topkaya, Om Yayınları, İstanbul, 2002).

 

Sepehri’nin tam o yıllarda, 1962 ile 67 arasında yazdığı, Hacm-e Sebz adlı en meşhur kitabını oluşturan 25 şiir arasında “hane-yi dost kucast” mısraı ile bilinen “Nişan” da vardır. (Furuğ’un ölümünün ardından yazdığı “Dost” adlı şiir bu mısraya telmihte bulunuyor olabilir mi? Bu şiir Furuğ’la ilgili bir diğer yazının konusu olmak üzere şimdilik kenarda dursun.) Kitaptaki şiirlere damgasını vuran “Hakikat”in düz sözle ifade edilemeyecek soyutluğu fikri, Doğu Asya kültürlerinden mülhem olabilir, ama Sepehri’nin bu derdini dökmek için sade bir dil ile gündelik hayatın en tanıdık imgelerini çarpıcı ve şaşırtıcı şekilde bir araya getirmesi, benim gözümde, şathiye tadındadır (“çıktım erik dalına / anda yedim üzümü” gibi). Nitekim Rüzgar Bizi Sürükleyecek filminde izlediğimiz film ekibi kendilerine bir ağacı nişan alarak tarif edilen köyün yolunu bir türlü bulamaz olduğunda, ve onların gözüne dağ-bayır görünen bu yerde “kayıp” olma hali geniş plandan bakan bizler için iyice saçma bir hal aldığında, yönetmen (rolündeki aktör) “dost’un evi nerede” şiirinden bir iki mısra mırıldanır: “ağaca varmadan / bir bağ yolu var, tanrı’nın düşünden daha yeşil … .” Ve hem kendi ekibini hem biz seyircileri gülümsetir. Kiarostami şiirin bir şathiye olarak da tadına varmamızı istemiş, ve bence oniki yıl önce çektiği filmin alımlanmasına da ufaktan şakacı bir müdahalede bulunmuştur (Dostun Evi Nerede?, 1987 ve Rüzgar Bizi Sürükleyecek, 1999).

 

Sepehri’nin şiirinde veya resimlerinde “gelenek” ile kurduğu ilişki bugünden geriye doğru bakınca bize ne kadar anlamlı gelirse gelsin, kitap ilk yayınlandığında bu açıdan sert eleştirilere maruz kalmıştır. Mesela Firdevsi dergisinde Rıza Beraheni şöyle giydirir: “baççe buda-ye eşrāfī / eşraf takımından bir Buda çocuğu.” Yani şairin hem sınıfsal hem kültürel açıdan “yerli değil” suçlamasına maruz kaldığı 1960’larda bu sözün siyasi anlamı da vardır, “siyasete angaje değil” gibisinden.

 

Zaman, Sepehri’den yana çalışmıştır. (Burada yararlandığım Houman Sarshar’in Encyclopedia Iranica için yazdığı biyografiye göre) Kaşan yakınlarında bir köyün meşhedindeki kabri şimdi ziyaret yeridir. Bunda Kiarostami’nin rolü az değildir.

 

 

NİŞAN

 

“hane-yi dost kucast / dost’un evi nerede?”

atlı sorduğunda gün ağarıyordu

gök bi duraladı

 

yoldan geçen adam, dudağındaki ışık

dalını toprağın karanlığına attı

parmağıyla bir kavak ağacını gösterip eyitti:

 

ağaca varmadan

bir bağ yolu var, tanrı’nın düşünden daha yeşil

orada aşk, sadakatin tüyleri kadar mavi

buluğ çağının ötesine çıkan bu yolun ta dibine git

sonra yalnızlık çiçeği semtine sap

çiçeğe iki adım kala

yeryüzü efsanelerinin ölümsüz çeşmesinde dur

üzerine şeffaf bir korku inecek

oranın akıp giden samimiyetinde

bir hışırtı duyacaksın

ve ulu bir çam ağacının tepesinde, nur yuvasından

yavru kuş devşirmeye

çıkmış bir çocuk göreceksin

ona sor:

“hane-yi dost kucast / dost’un evi nerede?”

 

 

Sohrab Sepehri

Çeviren: Cemal Kafadar

(Ahmet Karamustafa dostuma teşekkürlerimle)

 

 

“Nişan” şiirinin bu çevirisi Altyazı dergisinin Kasım sayısında yayınlanmıştır.

 

Ana görsel: Sohrab Sepehri, Köy, 1978

YAZARIN DİĞER YAZILARI

Bir de bunlar var

Tuğla Kadar Boşluklu, Beton Kadar Soğuk
Işığın Peşinden / Aynanın İçinden: Amerikan Deneysel Sinemasından Seçkiler
İvi’ye mektup

Pin It on Pinterest