Palais du Roure’un eşi bulunmaz mimarisinden ya da içinde bulunan birbirinden kıymetli sanat eserlerinden etkilenerek mi yazıyorum bunları? Hayır. Zira müze aslında tam bir çerçi pazarı.

ECİNNİLİK

SANAT

Kezban Paris’te (olmasa da Avignon’da)

Fransa’nın Avignon şehrindeki Palais du Roure müzesini gezmiş miydiniz?
Dur okuyucu! Müze dedim diye hemen kaçma. Gel bak burda ne güzel ciciler var:

 

 

 

 

Neyse, bu şekilde olsun azıcık dikkatinizi üstümde tutabildiysem şunu söyleyeyim; gezmediyseniz, imkân olursa gezmenizi tavsiye ederim, çünkü ben çok beğendim.

 

Palais du Roure’un eşi bulunmaz mimarisinden ya da içinde bulunan birbirinden kıymetli sanat eserlerinden etkilenerek mi yazıyorum bunları? Hayır. Zira müze aslında tam bir çerçi pazarı. 15. yüzyılda Baroncelli adlı bir İtalyan banker ailenin evi olarak hayata atılıyor kendisi. Sonra seneler içinde, rehberimizin de ısrarla üstüne basarak söylediği üzere GELMİŞ GEÇMİŞ EN İYİ PROVENÇAL YAZAR olan Nobel ödüllü Frederic Mistral dahil kimler gelip kimler geçiyor bu binadan…
Daha üçüncü paragraftan neden gözlerim buğulanarak üç noktaya, Ajda Pekkan’a bağladım? Çünkü rehberimiz sadece Fransızca konuştuğundan dediklerinin bir kısmını anlamadım, yani gerçekten bilmiyorum kimler gelmiş, hayatından kimler geçmiş. Anlamadığım yerleri Wikipedia’dan bakacağıma üstün bir gazetecilik ahlakı göstererek kafadan uydurayım dedim, yazının bundan sonrası için müessesemiz sorumluluk kabul etmiyor yani.
O kadar ne idüğü belirsiz kişi gelmiş geçmiş, bir müzesi dahi  olmasın mi düsturuyla kurulduğuna inandığım Palais du Roure’u ancak « Provence’da Hayat » başlığı altında incelersek anlamlı bir bütün teşkil ettiğini söyleyebiliriz. Misal « Türkiye’de Hayat » başlığı altında, üzerinde Atatürk resmi olan ve bu nedenle kesilmeye kıyılamayan bir pasta, oto sanayiden iki çırak tulumu, Malatya kayısısı çekirdekleri ve ortada bir disko topu altında dönen semazenleri bir müzede toplasak da aşağı yukarı aynı  anlam bütünlüğünü elde edebiliyoruz—fonda Ankaralı Turgut çalıyor.
Bir odada Provence bölgesinin yöresel kıyafetleri, bu kıyafetleri giymiş oyuncak bebekler ve yine bu kıyafetlerin çizimleri sergileniyor. Başka bir odanın tamamı  ise İsa’nın doğumunun küçük maketlerle tasvir edildiği, ve normalde kabaca bir tek Meryem, İsa ve doğumun gerçekleştiği ahıra gerçekçilik katması açısından koyun keçiden oluşması gereken (melekler, krallar, çobanlar da dahil oluyor hikayeye) bir « nativity scene » olarak tasarlanmış. Ama bütün odaya yayılmış bu tablo, Baroncelli ailesinin hırsının azıcık kurbanı olmuş. « Parasıyla değil mi kardeşim ? Madem ki zenginim, parası neyse verir, İsa’nın doğumuna da katılırım » fikriyle ahırın etrafına bir sürü şemsiyeli, dantelli, 18. yüzyıl kıyafeti giymiş, Baroncelli ailesini temsil eden maketçik doluşmuş. Azıcık eğilince kendi aralarında « Ay seneye buraya gelmeyelim. Kenan’a gidelim, onun sahnesi daha iyi » diye konuştuklarını duyabiliyorsunuz.
En üst kata 19. yüzyılda ulaşım ve haberleşme için çokça kullanılan bir posta arabası yerleştirilmiş. O arabayı oraya parçalamadan çıkartamayacakları için dahiyane bir çözümle tümden çatıyı yıkıp arabayı binaya tepeden indirmişler. Onun yerine araba niye doğrudan giriş katına  konmamış anlamaya çalışırken, bütün bu keşmekeşin arasında vakur bir edayla etrafı seyreden John Stuart Mill’in piyanosuyla göz göze geliyorsunuz, etrafını saran onlarca çanın içinden ‘takma kafana’ dercesine bir işaret yapıyor.  Muhtemelen « Ondan da ses çıkıyor, bundan da » seklinde bir klasifikasyon sistemiyle yerleştiği inek, koyun ve keçi çanlarının arasında kendisinin erişilmez bir bilgeliğe ulaştığını hissediyorsunuz.
Hemen yan odada ise büyükbaş hayvanları damgalamak için kullanılan demirler, türlü çeşitli eğerler sergileniyor. Rehberimiz büyük bir heyecanla kilitli bir dolabın önüne gelip Baroncelli ailesinin bilmem hangi üyesinin Kızılderili kültürüne meraklı olduğunu söyledikten sonra merasimle dolabı açıyor. Ve dolaptan
…bir
…Kızılderili başlığının
…FOTOĞRAFI çıkıyor.

 

Baroncelli ailesi meğerse başlığın kendisini müzeye bağışlamaya kıyamamış, onun yerine bir fotoğraf göndermeyi uygun görmüş. O fotoğraf da –bakarken başlığın ruhunu filan emeriz diye büyük ihtimalle– böyle kilit altında tutuluyor.
Peki ben bu müzeyi niye bu kadar sevdim? Çünkü adım gibi biliyorum ki beni doğada kendi halime bıraksanız on sene içinde benim de evim aşağı yukarı böyle bir hal alır. Her dolaptan, kapı aralığından oyuncak bebek kıyafetleri, Barbie evi eşyaları fışkırır; yolda gördüğüm bir zeytin ağacını benim arkadaşım bu diye söküp evime getirmeye kalkar, eve sığmayınca evi yıkar karşısına geçer zeytin ağacıyla seyrine bakarım. Yanılıp şaşıp konukluğa gelseniz, “bakın Allah aşkına hiç böyle bir şey gördünüz mü” diye binbir merasimle kolunuzdan çekiştirip büfenin önüne getirir, siz bu kadar debdebeye evlenme teklif edecek herhalde diye büfenin kapakları açılsın da içinden gıygıy kemanlar çıksın diye beklerken “işte buuuu, 2004 senesinde çektirdiğim dişimin fotoğrafı” diye ilgi talep ederim.
Yalnız hayvan dağlamak yok bizim müzemizde. Bizim müzemiz sevgi ve hoşgörü müzesi. O vakte kadar, Palais du Roure’la idare edeceksiniz. Hepinizi bekleriz.

YAZARIN DİĞER YAZILARI

SANAT

YDavid Foster Wallace (ve başka şeyler) – I
David Foster Wallace (ve başka şeyler) – I

David Foster Wallace takıntısı ve The Decemberists klibi

SANAT

YKitap Kulübü “Cool in California” Edisyonu
Kitap Kulübü “Cool in California” Edisyonu

Kulübümüz bu hafta Kaliforniya'da cool'luk peşinde

ECİNNİLİK

YÇantamı Taktım Koluma
Çantamı Taktım Koluma

Feride'nin Büyük Çanta Komplosu Teorisi!

KÜLTÜR

Y15 Yaşına Bastığım Sene
15 Yaşına Bastığım Sene

Lionel Shriver The Telegraph gazetesine dişlek ve çirkin bir ergen olmanın kendisi için ne anlama geldiğini yazmış.

Bir de bunlar var

Zeki Müren 1984 Bodrum Konseri’nin Epik Finali
Marlon Brando
Regle Çare Bulundu

Pin It on Pinterest