Her şeyden evvel bu yazıyı, 6 Şubat Depremi’nden bir yıl sonra, ertelenmiş bir yas sürecine henüz yeni girebilmişken yazdığımı belirtmem gerek. Dolayısıyla aşağıdaki satırlar bu süreçten azade değil. Bir gün, ben tam da bu yas sürecini göğüslemeye ve vedalaşmaya henüz yürek bulmuşken, Antakya hakkında geçtiğimiz aylarda İstos Yayınları’ndan çıkan, Şule Can ve Levent Duman’ın kaleme aldığı “Keşke Kalsaydı”: Yerel Tanıkların Gözünden Bir Antakya Tarihi adlı kitabın haberi ile “bölünmüş” bulundum. Zor başladığım bu kitabı bitirip de bu yazıyı kaleme almaya başladığımda anladım ki, bu bölünme aslında daha sağlıklı tamamlanacak bir sağaltım sürecinin bir parçası idi.
***
“Keşke Kalsaydı” 2011-12 yıllarında Levent Duman’ın doktora çalışması kapsamında yaptığı görüşmelerden ve 2015-17 yıllarında Şule Can’ın Ortadoğu Arap Halkları Araştırma Enstitüsü gönüllülerinin ve yönetiminin katkılarıyla gerçekleştirdiği iki farklı çalışmanın bileşiminden oluşurken, bir kısmı yine farklı çalışmalarda kullanılan ve yayımlanan[1] görüşmelerden geriye kalanları da içeriyor. Yaş aralığı 70 ile 110 arasında olan 63 kişiyle gerçekleştirilen görüşmeler tarihsel aralığı Fransız manda dönemi, 1939 öncesi-sonrası ve İskenderun Sancağı ile sınırlandırılmış, Türkleştirme politikalarına dair önemli izler taşıyan sözlü tarih çalışmalarının yazılı bir aktarımını sunuyor.
Hiyerarşinin kendini daha sert bir çatışma ile belli ettiği yer, “sözlü tarih”. Sözlü tarihin, -başka bir deyiş ile belleğin- resmi tarihten ayrıştığı bariz çizgi, yazı ve söz arasındaki hiyerarşide başlar ki yazının varlığı sözün üzerinde konumlanır[2]. Bir nevi söz, bundan sebep uçar… Resmi tarih ile sözlü tarih arasındaki gerilim ise tarihin, belleği dışarıda bıraktığı yerden ileri gelir[3]. Ulus-devlet inşası ile şekillenen resmi tarih anlatısı, ortak bir anlatıda homojen bir toplum tesis etme hedefini taşırken şimdi ve geleceği şekillendirmek adına, hatırlatma ve unutturma dinamikleri ile ilişkili şekilde varlığını ortaya koyar ve olayların tesirleri ile ilgilenmez. Yenilgiler yerine zaferlerle donatılmıştır. “Keşke Kalsaydı”da yalnızca zaferleri değil yenilgileri de okuyoruz. Bu sefer mikrofon yuvarlak bir masanın tam ortasında; kalanlarda, gidenlerde ve gitmek zorunda bırakılanlarda… Herhangi bir tarih kitabında Antakya hakkında okuduklarımızın aksine hadiselerin yereldeki etkisini okuyoruz burada. Olayları birinci elden yaşayanlardan ve/veya yaşayanların aktardığı anlatıcıların ağzından okuyor olmak, ailenin en büyüğünden hikâyeler dinlemeye benziyor. Nitekim okurken de tanıdık olan o sese kapılıp gidiyorsunuz. Bu kapılmalar -eğer şanslıysanız- kentteki anılarınızla bölünüyor. Bu sebeple yazıya kendi arşivimden fotoğrafların ve belleğimdeki izlerin eşlik etmesinin kitaba ve içeriğine uygun olacağını düşünüyorum. Zira kitap da okuyucuya, kendi kaleminden kendi satırlarını yazma fırsatı veriyor.
***
Kendini; Antakya üzerinden de kimliklendiren ve bu kolektivite üzerinden aidiyet geliştirmiş biri olarak, bu zamana kadar dost meclisinde dahi Antakya hakkında konuşma cesareti gösteremememin sebebinin kurulamaz bağlara gösterdiğim hassasiyetten ileri geldiğini her şeyden evvel belirtmem gerek. Arapça bildiğini belli etmeyen o düzgün, şivesiz ve steril Türkçemle girişemiyordum anlatmaya. Daha sonra depremde ailemden kimseyi kaybetmediğimi belirtmenin utancı, çok şey kaybetmiş hissetmenin ifade edilemeyen ağırlığıyla savaşıyordum belki. İstanbul’da yaşayan biri olarak yerele batıdan bir göz ile bakma korkusu da vardı … Belki de annemin, nenemin benden daha fazla konuşmaya hakkı olduğunu düşünmemdendi. Ateş düştüğü yeri yakıyorsa şayet bana dumanı esmiş olmalıydı. Oysa ilk dostluk ilişkilerimi olgunlaştırdığım, Feiruz’u tanıdığım ve bana Arapçayı öğreten yerdi Samandağ. Asma bağının altında uzanıp havanın sıcaklığını ufkun dalgalanışı ile tahmin etmeye çalışır, kurduğumuz oyunlarla büyütürdük paylaştığımız çocukluğu. Evin önündeki koca kütüğe uzanıp izlerdim akşamın değişen renklerini. Ve engin gökyüzü ile zemin arasındaki ahenkli danslarını yakalamaya çalışıp, bulduğum alelade kâğıtlara çizerdim kırlangıçları. Benimle her sene aynı yerde-gökte buluşan bir kuş sürüsünden birkaçı ile yeniden göz göze gelmenin çocuksu heyecanı bugün pek yerinde geliyor doğrusu. Bu yüzden, Antakya hakkında yazabilmemin sebebi her şeyi hissetmemin imkansızlığının farkındalığı ile hissettiğim ‘şeylerin’ de olabileceğini düşünmemdendir. Üstelik bölgeye dair deneyimlerim yalnızca ziyaretlerim sırasında değil, hali hazırda evimde de şekilleniyordu. Zira yaşadığım evde, Antakya’nın ufak bir örneğini oluştururcasına, farklı tarihlerdeki iki Paskalya ve iki Noel farklı dillerde aynı coşkuyla kutlanırdı. Aynı fırında genellikle birer hafta arayla sakızlı Ermeni çöreği ile kahke[4] pişer ve bizim için ikisinin kokusu birbirinden ayrı düşünülemezdi. Öyle ki; bayramlaşırken Ermenice söylenen sözlerin yerini yumurta tokuştururken Arapça alırdı.[5]
Nitekim bir toplulukta bir arada yaşama pratiği, toplumun heterojen yapısı korunabildiği takdirde gerçekleşebiliyorsa şayet, Antakya bu pratiğin en doğal geliştiği kentlerin başında geliyor. Dini ve kültürel açıdan bünyesinde barındırdığı çeşitlilik kente özgün bir kimlik katarken, bu kimliğin şekillenmesinde de bizatihi rol oynuyor. Bu bir aradalık; diğerini yalnızca bilerek değil, -çünkü söz konusu öteki ise bilmenin ötesinde bir deneyime gereksinim duyulmakta- görerek, duyarak, tanıyarak mümkün… Başkasına benzemeden ve başkasını kendine benzetmeye çalışmadan. Bu pratiğin süreç içerisinde nasıl şekillendiğini daha iyi kavrayabilmek için ise “Keşke Kalsaydı” alternatif bir kaynak olarak çıkıyor karşımıza.
Kitap, 20. yüzyılın başlarından itibaren etnik ve dini azınlıklara uygulanan ayrımcı ve baskıcı politikaları okuyucuya çapraz bir anlatı ile sunarken, bizi bize bizden bir şekilde anlatıyor. Hadiselerin yalnızca muhataplarından değil geniş bir tanıklık çerçevesinde ele alınışı, pek çok kez el değiştiren kentin karmaşık siyasi yapısının toplumdaki karşılığını farklı öznelerin çok yönlü bir anlatımla , veriyor okuyucuya. Örneğin, Beyra (Akdarı) Katliamı’nı yalnızca Arap Alevilerden dinlemediğimiz gibi, bölgeyi terk eden veya etmek zorunda kalan Hıristiyanları da Hıristiyan olmayanlardan dinleme fırsatını buluyoruz. Kentin süreç içerisinde demografik değişimini ve kültürel olarak birbirinden farklı grupların oluşturduğu topluluğun farklı yönetimlerin altında savrulmalarını bizzat metinle takip ediyoruz. Bu tarihsel karmaşanın toplumdaki sosyolojik, ekonomik ve kültürel yansımalarını görmek, Antakya’nın kendine has kimliğinin nasıl oluşabildiğinin ve bugün bu kimliğin nasıl korunabildiğinin ufak bir prototipini oluşturuyor. Sanırım Antakya’ya dair beni en çok etkileyen meselelerden biri olan bir aradalık, kitaba dair de en dikkat çekici nokta. Elbette çok öznel bir çıkarım bu. Zira kitap da bu vurgu üzerine yoğunlaşmıyor. Alevilerin sosyal hayatta yaşadığı negatif ayrımcılıktan Musa Dağı Direnişi’ne, Varlık Vergisi’nden azınlıkların askerlik deneyimlerine kadar pek çok kıyımı ve direnişi de bünyesinde barındırıyor. Antakya’nın ilhakı çerçevesinde gerçekleştirilen referandum sürecinde diplomatik karmaşanın yer yer içinde barındığı çatışmayı, kenti terk eden Alevileri ve nüfusu neredeyse yok denilecek kadar azalan Ermenileri… Eğer bölgenin sesine biraz aşinaysanız sözcüklerindeki tedirginliği tahmin etmekte zorlanmıyorsunuz.
Kitap akarken ve ben hiç tanımadığım büyükleri ‘dinlerken’, kendi hikâyemdeki boşlukları, hiç duymadıklarımı ve dinleyemediklerimi fark ediyorum. Belki de insana kendi hikâyesi en ağır geldiğinden, dönüp bakmaya cesaret edemiyordur, bilemiyorum. Boşlukları doldurma hevesine girişiyorum, yarım yamalak bir çaba ile sonlanıyor.Tamamlama gafletine düşüyor ve nenemi dinlemeye Ankara’ya yola koyuluyorum. Önce, toprağından uzak olmanın verdiği gücü elinden bırakmamak için olsa gerek, reddediyor konuşmayı. Daha sonra hikayesine, 14 yaşında gerçekleştirdiği evliliği ile başlıyor… Atın üstündeki halini, gelinliğini, çocuk yaşta evliliğin ne anlama gel(e)mediğini anlatıyor. Onun için hikâye burada, çocuk ve gelin olmakta başlıyor belli ki… Daha sonra kitap ile öğrendiğim bir noktaya değiniyor: İpek böcekçiliğine… Çocukken ipek böceklerini nasıl büyüttüklerinden bahsediyor, benim bildiğim bahçe hayatından başka bir gedik açıyor geçmişe böylece. Kendimi bildim bileli nenem başka illere gönderilmek üzere kendi bahçesinden topladığı portakal ve mandalinaları sandıklar. İstanbul’daki portakalların hepsinin bu bahçeden geldiğini sanıp sevinirdim bir zamanlar. Sohbette sorduğum sorulara değil, soramadıklarıma cevap buluyorum. Kadın olmanın zorluklarına değiniyor. Sokakta oyun oynarken birden kendini “kadınlık” görevlerinde nasıl bulduğunu anlatıyor. Doğumlarını, düşüklerini bile kendi başına doktorsuz nasıl gerçekleştirdiğinden bahsediyor. Dönemin siyasi yapısını anımsamıyor bile, herkes gibi ekonomik sıkıntılardan söz ediyor uzun uzun… Alevileri keşkek, Ermenileri Vakıflı ile anarken bizim kazanda renklendirilen paskalya yumurtasını, evin arka tarafındaki tandırı yad ediyor. Hani şu evde fırında pişen kahkenin asıl tadını aldığı yeri. O konuşurken geri dönme isteğini sözlerinde duyuyor, gözlerinde görüyorum… Üzerinde durmuyor, hızlı hızlı geçiyor. Ne olursa olsun köklerine dönmek istiyor insan, bastığı toprağa gömülmek istiyor demek ki diye düşünüyorum.
Keşke Kalsaydı da içine girmeye bu sefer cesaret edebilseydim dediğim odunluğu anımsıyor, depremden sonra gidemediğim dede evini kaybetmekle bir kez daha yüzleşmeye çalışıyorum. Henüz yıkılmayı bekleyen, zamanında dedemin elleriyle yaptığı evin duvarında büyükçe bir taş keşfediyoruz depremden sonra. Bunca yıl nenem dahil hiç kimsenin bilmediği, kendi hikayemde örtülü olanlar gibi bir sıvanın ardına gizlenmiş bir taş bu. Dökülen sıva ile birlikte, gecelerce önündeki divanda oturup sırtımızı yasladığımız duvarda bir gedik daha açılıyor. İki kuşun birbirine dönük, profilden basit görüntüsünün oyulduğu koca taş, ilkel resimleri andırıyor. Kuyruklarının ayrıksılığı ise kırlangıçları-kırlangıçlarımı anımsatıyor. Dökülen sıva ile nasıl özgürleştiklerini hissediyorum; dile gelebilenler, söze dökülebilenler, yazılabilenler kadar özgürler. Her zaman, her şeye rağmen geri dönebilen kırlangıçların aksine geri dönemeyenleri düşünüyorum bu sefer. Geri dönemeyecek olanları, kırlangıçların aksine dönse de yerinde bulamayacak, bulunamayacak olanları… Bastırılanları ve söze gelmeyen, gelemeyecek olanları.
Bir de üzerine kuşların oyulduğu o taşı düşünüyorum. Taşı söküp yanımda getirmenin ve diğer molozlardan kurtarmanın yollarını arıyor, oyulmuş kuşları yurdundan etmek pahasına yaşatmak ya da evinde gömmenin ikileminde sıkışıyorum.
[1] Görüşmelerin bir kısmı, Levent Duman’ın doktora tezinde kullanmış ve 2016 yılında İletişim Yayınları tarafından “Vatan”ın Son Parçası: Hatay’daki Uluslaştırma Politikaları başlığıyla.yayımlanmıştır. Enstitü faaliyetleri kapsamında gerçekleşen diğer bir kısmı Enstitü tarafından rapor ve kitapçıklarda değerlendirilmiştir. (bkz: Duman L, & Can, Ş (2024), Keşke Kalsaydı, İstos, s.11 . veya https://www.nehna.org/post/antakya-tarihine-resmi-tarih-disindaki-perspektiflerden-de-bakilmasi-zorunluluktur
[2]Burada yazının iktidarına daha yakından bakmak için; Derrida, J. (1996). Archive fever: A Freudian Impression.
University of Chicago Press. ve Derrida, J. (2020). Yazı ve Fark. (Çev. P. Burcu Yalım), Metis Yayınları.
[3]Nora, P. (2006). Hafıza Mekânları (Çev. Mehmet Emin Özcan). Ankara: Dost Kitabevi.
[4]Külçe olarak da bilinen Antakya yöresine özgü hamur işi
[5]Metnin ilerleyen satırlarında anneannem için; bazen Ermenice Yaya, bazen nene diye bahsetmemin sebebi de benim için doğalında gelişen bu akışa, yazı boyunca engel olmak istememiş olmamdan kaynaklanıyor.