Türkler zamanda yolculuğu bulmuş. En yakın devlet hastanesinin diyetisyenine giderek yaklaşık 20 yıl geri gidebilirsiniz, zira ofislerinde kibrit kutusu kadar peynirle uzay zamanı büküyorlar.
“Sizi tartıya alalım, eveeeet, boyunuz neydi? Tamammm. O zaman listeyi yazıyorum. Sabah iki dilim kepekli ekmek, bir kibrit kutusu kadar peynir, yalnız lütfen yağsız olsun. Yanında 5 zeytin ve söğüş salata. Ara öğün, 1 meyve. Öğle yemeği avuç içi kadar et ile sebze yemeği, yanında da 2 dilim kepekli ekmek. Yalnız yemeğin suyunu içmiyoruzzzzzz.”
Lise sonda gerzek bir ergen olarak Aylin Livaneli’nin literatürümüze ve aç geçirdiğimiz gecelerdeki gözyaşlarımıza kattığı “İsveç Diyeti”ni uygulamışım ve birkaç kilo veriyorum. Aslında diyeti sadece altıncı güne kadar sürdürebiliyorum, çünkü o gün bir arkadaşımla buluşacağım ve dışarıda ne yiyebileceğime dair hiçbir fikrim yok. “Rejim girdabında kaybolan ve hiç kuul olmayan kız” olarak görünmek de özgüvenimin alarmlarını çaldırdığından, İsveç Diyeti’ni “bir seferlik” bozup Türk Diyeti’ne ani giriş yapıyor ve altı gündür yeşillikten başka bir şey girmeyen mideme bir pide döner iteliyorum. O da nesi? Karşıdaki ağaçların yaprakları yeşeriyor, arkadaşımın sesi daha net gelmeye başlıyor, evren sihirli mantarlar yemişimcesine parlıyor ve zihnimde “Sev kardeşim! Elini ver bana!” eşliğinde halay çeken Yeşilçam oyuncuları beliriyor. Evrenle birim ve dönere tapıyorum. Ikea’nın ne olduğunu bilmediğimiz o bahtsız günlerde İsveç’e dair sadece bu diyetten haberimiz var ve kahvaltılarının bir kısmı “sade kahve”den oluşan ve bir gününde “akşam yemeği: HİÇBİR ŞEY” yazan bir yeme programını eller havada karşılıyor, bağrımıza basıyoruz (Ayrıca İsveç’e dair bilinmesi gereken diğer çok aşırı güzel şeyler: Abba, Vikingler, The Pirate Bay ve Alexander Skarsgård).
Her liseli gibi katıksız bir moron olduğumdan bedenime ne yaptığıma dair hiçbir fikrim yok ve tartıdaki 46 ibaresi bile bana yetmiyor. Neyse ki iradem çelikten değil mantıdan yapıldığı için bu süreç nispeten çabuk geçiyor, kendimi gerisin geri makarnaların ve tatlıların kollarına bırakıyorum ve kilolar +1’leriyle geri geliyor. Yakın bir arkadaşım o sıralarda diyetisyene gittiğinden ben de işime yarayabileceğini düşünerek aynı özel hastaneden bir randevu alıyorum. Yıl tahminen 2004 ya da 2005. Dengeli beslenmek konusunda bilgim sıfıra yakın, aç karna sade kahve içmeyi metabolizmayı hızlandırıyor diye, şişede satılan bol renklendiricili limonataları içinde limon olduğunu sanarak, kalorisi 0 olan içecekleri de sırf kalorileri 0 olduğundan “sağlıklı” zannediyorum, çünkü, ee, kalorileri yok. Bu yüzden muhtemelen 25 yaşlarında olan ve o zamanki bana olgun ve hatta yaşlı görünen (üzgünüm) diyetisyen hanımı merakla dinliyorum. “Eveeet, sabahları iki dilim kepekli ekmek, sandviç şeklinde olanlardan olursa yarısııııı, kibrit kutusu kadar yağsız peynir. Sadece light süt ürünleri alınacak. 5 zeytin, siyah ya da yeşil tercih edebilirsin. Ara öğün üç light bisküvi, şekersiz çay sınırsız. Öğle yemeğinde avuç içi kadar ızgara tavuk, yanında sebze yemeği ama suyunu yemek yok.”
Diyetisyen “Suyunu yemek yok” derken bugüne ve bir devlet hastanesine ışınlandım. Bedenim zamanda seyahate alışkın olmadığından biraz midem guruldadı. Karşımda yine röfleli (Röfleler tesadüf olabilir miydi? Hiç sanmıyorum) bir diyetisyen oturmuş önündeki kağıda diyet planları çiziktiriyordu. Bu sefer başkasının seansına misafir olarak geldiğim için ve araya giren on yıllık deneyimin de etkisiyle iç çekintileri ve çöküntüleriyle dinledim: “Sabah iki dilim kepekli ekmek, bir kibrit kutusu kadar peynir, yalnız lütfen yağsız olsun. Yanında 5 zeytin ve söğüş salata. Öğle yemeği avuç içi kadar et ile sebze yemeği, yanında da 2 dilim kepekli ekmek. Yalnız yemeğin suyunu içmiyoruzzzzzz.” On yıldır beni meraktan çıldırtan soruyu soruyorum: “Yemeğin suyunun nesi var?”
“Yağlı oluyor, bir de çok ekmek yediriyor” diyor diyetisyen. Çok ekmek yediriyor, böyle buyurdu bilim. Yine 25 yaşlarında bir kadın karşımdaki, ama bu kez gözüme pek genç görünüyor. Aynı ezbere listeleri aynı ezber gerekçelerle veren bu genç insan bende kocaman bir hüzün yaratıyor. Eğitim sistemimizin de, sağlık sistemimizin de berbat olduğunu bilmiyor değilim, ama tarifsiz bir huzursuzluk ve bağırma isteği kaynıyor içimde. Kesinlikle o genç kadına değil, ona bu ezberleri on yıllardır yaptıranlara. Ve evet, bunu bu şekilde sürdürdüğü için belki birazcık da ona. On dakikalık devlet hastanesi randevusuna sığmayacak dertlerim var; hormonlu ve hastalıklı hayvanlarla, aynı defoları taşıyan sütleri ve yumurtalarıyla, sözkonusu bile edilmeyen hayvan istismarlarıyla, ilaçlı sebzelerle, “kepekli” adı altında bir ton koruyucu ve tatlandırıcıyla market raflarında duran ekmekler ve bisküvilerle, sendikaya üye olan işçisini işten atan süt firmalarıyla, limonata adıyla satılan sarı boya ve tatlandırıcıdan ibaret içeceklerle, tüm bunları “Sağlıklı!” diye devlet hastanesinde size sunmakta bir acayiplik görmeyen uzmanlarla ve on yılda bir arpa boyu yol gidememiş bir beslenme algısıyla derdim var. Bana denk gelen diyetisyen “kepekli” ekmeklerin içinde ne sıklıkla beyaz un, glikoz şurubu ve bin türlü koruyucu bulunduğunu, ayrıca “kepekli” diye tanımlanan ekmekle “tam buğday” ekmeğinin farklı şeyler olduğunu biliyordu da vakti olmadığından mı anlatmıyordu yoksa gerçekten konuya dair bir fikri mi yoktu bilmiyorum. Zeytinyağlı sebze yemeğinin suyunu ziyan etmeyi salık vermek niyeydi, neden şahsen on senedir tanık olduğum ama muhtemelen öncesi de olan bir diyet sistemi ille de kibrit kutusu peynire, kepekli ekmeğe ve diyet bisküviye dayanıyordu, esmer pirinç diye bir şey hiç var olmamış mıydı, sadece boy ve kiloya göre nasıl standart listeler takır takır elden ele gezebilirdi, vejetaryenler ve veganların günahı neydi ki günde iki öğün et içeren listeler iteleniyordu, sebze ve otları bu kadar çeşitli bir mutfak neden kepekli tostlar ve sezar salatalara mahkum ediliyordu, baklagiller karadeliğe mi çekilmişti? Ben diyetisyenler gibi uzay zamanı bükemediğimden orada sadece on dakika kalabildim ve bu soruların hiçbirini soramadım.
Çıkınca hastanenin bahçesindeki büfeden bir mercimek çorbası istedim. Yanında bir sepet dolusu ekmek geldi. Anlaşılan meret gerçekten de çok ekmek yediriyordu.
Kapak görseli: Vincenzo Campi ( 1536 – 1591), Mutfak