Bir yol hikayesi bize ancak bir katliamı ya da bir mücadeleyi ilk kez ya da yeniden düşünmek için bir vesile olabilir. Sanat eserinin esas işlevlerinden biri bu değil mi zaten?

SANAT

YAZI

Katliamların Çıktığı Yol Hikayeleri

Bundan tam 3 yıl önceydi. 28 Aralık’ın üzerinden sadece 1 gün geçmişti. Şırnak’ta Zilan Kadın Derneği’nden Derya Demir bir televizyon kanalına bağlanarak şöyle bir çağrı yapmıştı: “Türkiye tarihinde buna benzer şeyler hep yaşandı ve yaşanacak gibi de görünüyor. Yıllar öncesinde yapılan katliamların bugün filmleri çekiliyor ve insanlar gidip sinemalarda izleyip gerçekten gözyaşı döküyorlar. Bugün bu katliama sessiz kalan insanlar, lütfen yarın bir gün bu film çekildiğinde, bu trajedinin sineması yapıldığında gidip koltuklarda ağlamasın; çünkü hiç inandırıcı gelmeyecek artık.”[1]

 

The Cut‘ı izledikten sonra ilk aklıma gelen Derya’nın bu cümleleri oldu. Bu ayın sonunda Roboski katliamının üzerinden geçen 3 yılı geride bırakmış olacağız. Geride elimize kalan hakkında söyleyecek pek söz yok. Bu coğrafyada yaşanan sayısız katliamı, bize kalan sayısız acıyı, haksızlığı, sonunda elimizde neyin kaldığını/bırakıldığını düşününce…

 

Önümüzdeki Nisan’da, bundan birkaç ay sonra ise, Ermeni soykırımının 100’üncü yılını geride bırakıyor olacağız. Yaşanmasının üzerinden geçen on yıllarda tüm dünyada sessizliğin ustaca korunduğu bir dönemin ardından, arada yapılan ancak tek tük kalkışmalarla geniş anlamda gündemimize girebildi belki. Bugün Türkiye’de, böylesi bir filmle gündeme gelmesi, Derya’nın da girişte alıntıladığım cümlesi gibi, neredeyse 100 yıl sonra konuşmaya vesile oldu işte, hatırlamaya, hatırlatmaya. Fatih Akın’ınki de, biz film üzerine düşünen, yorumlamaya çalışanlarınki de bir nevi günah çıkarma aslında, Derya’nın bahsettiği türden bir vicdan muhasebesi.

 

Katliamı ya da yol hikayesi anlatmak

 

Yönetmenin kendi sözleriyle bu, soykırımı anlatmayı hedefleyen bir film değil[2]. Yine kendi tespitiyle film, Duvara Karşı ile başlayıp Yaşamın Kıyısında ile devam eden ve kendi Türkiye algısını yansıtan bir üçlemenin parçası aslında[3]. Çoğunluğun filmi izlemeden dahi kendilerini güvende hissettikleri inkar politikalarına sığınmalarını, kanımca ciddiye almamak gereken bu eleştirileri bir kenara bırakıp diğer eleştirileri düşünüyorum. Yani, filmin soykırımı yeterince anlatamadığına, bir yol hikayesine dönüşerek başka bir senaryoya evrilmesinin yarattığı tatminsizliğe işaret eden eleştirilerin üzerine düşünüyorum.

 

Soykırımı her haliyle anlatmak zaten bir filmden beklenecek bir şey değil. ‘Yeteri kadar’ anlatmanın ölçüsüne dairse pek bir fikrim yok. Talin Büyükkürkçiyan, şu cümleyle bunu güzel bir şekilde ifade etmişti: “Gerçek 1 de Olsa Gerçek, 1000 de Olsa!”[4] Yani bunu, 1 sahneyle de anlatabilirsin, 10 sahneyle de. İşkence anını detayıyla da anlatabilirsin, sonrasındaki görüntüye ya da etkisine odaklanarak da. Seçilen anlatım biçimini de göz önünde bulundurarak konuşmak gerekirse aradaki fark, bence anlatının gerçeklik ile ajitasyon arasındaki farkına dair nüansı da ortaya koyar. The Cut bir soykırım filmi olmamasına rağmen, görebildiğim kadarıyla ilk yarıda çeşitli sahnelerle yaşanılanı ortaya koyan bir film. O kadar ki, sansürün gündelik yaşamımızın bir parçası olduğu bu ülkede, “Bu film nasıl vizyona girebilmiş ki?” sorusunu dahi uyandırıyor izleyende.

 

İkinci yarı, bir yol hikayesi. Yol hikayesi, bilebildiğimiz eski zamanlardan beri bir sanat eseri için manidar ve pek çok şeyi anlatmaya alan açan bir anlatım aracı aslında. Yol, bir yandan da herkesin kendine dönmesini sağlayan bir ‘eve dönüş’, bir ‘nostoi’ hikayesi. Bu yaşananlarla insan yollara düşmeden hayatına nasıl devam eder? Bu sorunun karşılığını bilen varsa başka bir zeminde tartışılabilir; ama her katliam, soykırım aslında göçü, yerinden edilmeyi, yaşadığın yerde tutunamamayı, hayatına devam edebilmek için kendine yeni bir yurt edinme arayışını da içeriyor aslında. Aynı topraklarda kalsan ya da dönsen dahi yeni bir arayışa işaret ediyor, hayatı yeniden kurabilmek için.

 

Bir yol hikayesinden bir diğerine: Masal mı gerçek mi?

 

Filmi izlemeden, özellikle hakkında yazılan hiçbir şeyi okumamaya dikkat ettim; ama üstünkörü de olsa soykırımı tam anlatamadığına dair eleştirileri duymuştum. Bu da filmden çıkar çıkmaz, Derya’nın sözlerinin ardından bana Reha Erdem’in Jin‘i üzerine söylenenleri çağrıştırdı. Jin, kendine ne kentte ne dağda yer bulan bir gerilla kadının hikayesiydi; ama yine yönetmenin kendi ifadesiyle sadece bir gerilla hikayesi değildi[5]. Savaşla, doğayla, dille, kültürle, coğrafyayla yüzleşmemize vesile olabilecek bir kadınlık hikayesiydi. Masalsı denildi, ama bende filmin bıraktığı en güçlü his gerçekliğiydi. Jin‘in doğayla kurduğu bağ, masal değil tamamıyla gerçekti. Ve belki iki dünyada da tutunamamasının sebebi tam da bu gerçeklikten geliyordu. Yola düşmesinin sebebi de.

 

Jin‘in de Kürt özgürlük mücadelesini yansıtamadığı, tabir-i caizse gerilla mücadelesini hafife aldığı ima edildi, bazen açıkça söylendi. Halbuki film savaşa, doğa katliamına, dilsiz bırakılmaya, sınıfa, kadın olma deneyimine dair şeyler söylüyordu. Jin de bir yol hikayesiydi. Zaafları ya da hayalleriyle tutunamama halinin deneyimlendiği bir yol hikayesi. Geri dönmek zorunda olduğun yer, aslında başladığın yer. Yolda yaşananlar ise, insanın yanına ne kar kalırsa, ondan ibaret işte.

 

Bir yol hikayesi bize ancak bir katliamı ya da bir mücadeleyi ilk kez ya da yeniden düşünmek için bir vesile olabilir. Bir sanat eserinin esas işlevlerinden biri bu değil mi? Önemli olan, dayandığı olay ne olursa olsun, buna dair doğru/yerinde sorular sorabilmemizi ve kendi cevaplarımızı bulabilmemizi sağlamaya vesile olması. Ben bir izleyici olarak baktığımda Fatih Akın’ın yapmaya çalıştığını böyle okuyorum. Tıpkı, Reha Erdem’in Jin‘de yapmaya çalıştığı gibi. Geçmişi ve bugünü konuşabilmek için yerinde çabalar üzerine kurulmuş bu vesilelere ihtiyacımız var. Tıpkı 100 yıl öncesiyle hesaplaşamadığımız gibi, bu ayın sonunda 3’üncü yılını geride bırakacağımız bir katliamla da nasıl hesaplaşamıyorsak, bu da bir yol hikayesine dönüp, elbet bir gün gelip bize hesap soracak.

 

[1] Mor Bülten/ IMC TV, 29 Aralık 2011.

[2] Asu Maro’nun Fatih Akın röportajı, Milliyet, 10 Ağustos 2014.

[3] Fatih Akın’la ‘Kesik’ Üzerine: “Öfkeyi Azaltmak”, Altyazı, 5 Aralık 2014.

[4] The Cut: Gerçek 1 de Olsa Gerçek, 1000 de Olsa!, Bianet, 8 Aralık 2014

[5] Reha Erdem: Jin’den sonra konuşmak zorunda kaldım, Bianet, 31 Ocak 2014

 

 

YAZARIN DİĞER YAZILARI

Bir de bunlar var

Kırmızı Balon ve İyileşme İhtimali
Sibirya punkının kraliçesi Yanka Dyagileva’yı hatırlamak
Sessizliğin Dile ve Eyleme Dönüşümü

Pin It on Pinterest