Fransızca’dan Türkçe’ye Vivet Kanetti tarafından “Pıtırcık” olarak çevrilen ilkokul öğrencisi küçük Nicolas’nın maceralarını konu alan kitapların ilkini ben de henüz ortaokuldayken okumuştum. René Goscinny’nin yazılarıyla Jean-Jacques Sempé’nin çizgileri müthiş bir uyum içinde akıyor, 8-10 yaşlarında kısa pantolonlu, muzip, naïf ama bir o kadar da canavar çocuğun yaşama dair gözlemleri beni çok güldürüyordu. Aklımda yer eden, anne-babasına onu dilediği tatil köyüne götürmedikleri için küsüp yıllar ama çoook uzun yıllar sonra çok zengin olarak doğduğu evin bahçesine özel jeti ile geri gideceği ve onları Pıtırcık’ı zamanında hafife aldıkları için küçük düşüreceği hayaliydi. Benim de çocukluğum, kırgınlıkların yerini hızla düşlerin ve avuntuların alabildiği bir dönemdi ve Pıtırcık’ı anlıyor ve seviyordum. Derken o yıllarda yaşamıma bir de kısa pantalonlu Türkiyeli bir velet, küçük erkek kardeşim girdi ve halihazırda tam bir komedi olan yaşamım iyice gırgırlaştı.
Uzun yıllar sonra kardeşim de Pıtırcık’la tanıştı ve o da benim gibi aynı öyküleri defalarca okuyarak keyiflendi. Aramızdaki 10 yılı aşan yaş farkına rağmen benim çocukluk kahramanımı kardeşimin de sevmesi beni mest etmişti. Tek derdim, onun bu seri ile tanıştığı koşulların benimkinden çok daha farklı, çok daha çetin olmasıydı.
2009 yazında Londra’daki yurt odamın mutfağında mercimek pişiriyordum. Mercimek tencerenin dibinden kaynayan suyun hızıyla yükselirken, yanağıma dayadığım telefonun ucunda annemin ağladığını duydum. Kardeşim, aniden farkedilen ve derhal alınması gereken bir beyin tümörü nedeniyle ertesi gün ameliyata alınacaktı. Daha 13 yaşındaydı. Benim erken gençkızlığım, düşlerim, rahatlığım, kaygılarım aklımdan geçti. Kardeşim, o andan itibaren “normal” bir genç erkeğin geçeceği yollardan belki de hiç geçemeyeceği bir bilinmezlikte sınanacaktı. Mercimeğin altını söndürdüm, odama gittim ve bana ait olan herşeyi büyük çöp torbalarına ve karton kolilere doldurdum. Eşyalarım Oxfam’a doğru yol alırken, ben de İstanbul’a, doğrudan hastaneye gidiyordum.
Son beş yıldır yaşamım, beyin kanseri sevimsizliğine rağmen başta kardeşimin ve ufak ailemizin mutluluğunun peşinde koşmakla geçti. Özellikle kemoterapi döneminde geceleri uykusuzluk çeken kardeşimin yatağında yan yana kitap okumak, karanlıkta düşlerimizden bahsetmek ve ebeveynlerimizden şikayet etmek, bizi tıpkı küçük Fransız bir erkek çocuğun dünyasında yaşanan o öykümsü anlara götürdü.
Yaygın ve Batılı tıp dili, kansere “savaş”, “yenmek”, “önlemek” gibi savaşçıl sözcüklerle değiniyor. Oysa bence kanser gibi hastalıklar, hasta ve yakınları için pratikte bir mücadeleden ziyade bir “öğrenme”, “alışma” ve “barışma” süreci olarak yaşanıyor. Dolayısıyla yürürlükteki sağlık politikaları ve sosyal politikalar da, hasta ve hasta yakınlarına yönelik toplumsal ve psikolojik müdahaleler de bu gibi hastalıklarla karşılaşan/yaşayan insanların gereksinimlerini karşılamakta yetersiz kalıyor. Hasta ya da hasta yakını çoğu zaman “ey kanser, bir gün daha iyi olduğumda gelip poponu tekmeleyeceğim” diyemiyor. Bir yandan “iyileşme” için gereken açık yürekli, iyi niyetli, olumlu bakış açısını içinde beslerken diğer yandan tedavi denen sürecin maliyeti, yorgunluğu, belirsizlikleri, vs. hasta ve hasta yakınlarında hiç de homojen olmayan bir deneyim olarak somutlaşıyor. Muhtemelen bizim için olduğu gibi tüm hasta yakınları için ümitlenebilecek, olumlu düşünebilecek birçok neden var(sa)/(ken) bile kursaklarda, yüreklerde bir şeylerin ters gitmesi korkusu öylesine tetikte bekliyordur ki, iyileşme sürecini “savaşma ve yenme” yalınlığında tanımlamaya yanaşmazlar.
Kısacası, bu alanda daha barışçıl, daha sabırlı ve daha başka bir bakış açısına ihtiyaç var.
Kardeşim, kemoterapisi bittikten kısa bir süre sonra ayak bileğine Pıtırcık dövmesi yaptırdı. Elleri ceplerinde, dağınık saçlarıyla o güzel bileklerden bize gülümseyen o küçük oğlan çocuğunun canını yerim ben!