Geçtiğimiz sonbaharda yayınlanan Karanlıkta Kanto kitabının yazarı Nis Tuğba Çelik ile yazma süreci, yazının cinsiyetle ve cinsiyetsizlikle olan ilişkisi, yas, dil, oyunbozanlık gibi pek çok tema etrafında öykülerini konuştuk.
Temel bir soruyla başlayalım. Biraz yazıyla ilişkinden bahseder misin?
Kaçarken özgürleşmek, diyebilirim. Karanlıkta Kanto’yu yazarken epey buhranlı bir zamandan geçiyordum. Belirsiz milyon tane şey hayatımda: ekonomik kaygılar, gelecek korkusu, geçmişle melankolik bir ilişki, tam olduğun yerde olamama, bir türlü yerleşememe hâli… Bunun sadece benimle ilgili olmadığını da biliyorum üstelik, ama öfkeliyim de her şeyin içini boşaltan ve gittikçe kayıtsızlaştıran dünyaya. Üniversiteden mezun olduğumda bir şeyleri değiştirmek konusunda çok daha umutluydum. Avangard bir sanatı var etmek, inadına sanatla var olmak. Ama son on, on beş senede bütün kapılar kapanmış gibi hissettim, sevdiğim arkadaşlarım yurt dışına gitti, kalanlar da ekonomik sıkıntılar içinde var olmaya çalışıyor, derman kalmıyor. Haliyle bir şey yaratmak sıralamada sonlara doğru gidiyor. Fakat bunun dengesini bulmaya çalıştığım bir sürece girdim yazıyla. Yazmak gerçekten yalnız bir eylem; dünyadan, başkasından beklentinin olmadığı. Okuduklarının, yazdıklarının dönüp dönüp kendine çarptığı. Orda başka türlü bir kas gelişiyor, anlatmak değil, performe etmek değil; her harfle, her kelimeyle duyuları, duyguları transforme etmek, bir forma bir biçime sokmak. Bu anlamıyla da çok basit ama çok büyüleyici bir şey yazı. Bana yazarken rehberlik eden bir sürü yazarım var onlardan biri de Rebecca Solnit; bir gün epey karanlık ve melankolik bir anımda yatağa girmeden Kaybolma Kılavuzu’nu elime aldım ve şöyle fısıldadı, bu cümleyi hiç unutmuyorum “Karanlıkta bilinmeyen için kapıyı aralık bırak.” Ve kitabın başka bir yerinde kaybolan kör ve sağır bir çocuğun onu bulsunlar diye ıslık çalmasını anlatıyordu, bir olaydan hareketle. Yazı böyle bir şey benim için; kaybolduğumda ıslık çalmak, yapabildiğim tek şeydi ve ona tüm nefesimle sarıldım.
Karanlıkta Kanto bir ilk kitap, ama bir yandan hem üslup hem de içerik açısından karşımızda epey tecrübeli bir yazar varmış gibi. İlk kitabını yayınlama sürecin nasıl oldu, nasıl bir yolculuktu bu?
Yine epey belirsiz bir süreçti eğer yayınlanması aşamasından bahsediyorsak. Kitabı yazarken ve ilk kitap olduğu için ne olacağını, bir gün birileriyle buluşup buluşmayacağını bilmeden yazıyorsun. Öyküler biriktikçe heyecan da artıyor, ya basılmazsa diye, ama yalpalasam da umutsuzluğa kapılmadım. Çünkü yazmanın kendisi bana oyun oynamak gibi geliyor, hep “sonrasına bakarız” dedim. Bir çocuğun sonrasında ne olacağını bilmeden inatla oyun oynamayı çok ciddiye alması gibi bir şey. Nitekim karşılığını da buldu; editörüm, ki kendisine gerçekten müteşekkirim, Elif Yeşilkaya öyküleri okudu ve basılacağının haberini verdi. Doğru yerde doğru zamanda karşılaşma hikâyesi. Seninle karşılaşmamız gibi, kitabı severek okumuş olman beni çok mutlu etti. Bunun gibi bir sürü örneği var. İnanılmaz yerlerden insanlara değiyor. Sonra “bütün buhranlara değdi,” diyorsun. Bu hissin de bir pahası yok aslında.
Hazır yazma ve yayınlama yolculuğundan bahsetmişken, bu yolculuktaki eşlikçilerin kimlerdi? Bir başka deyişle, seni besleyen yazarlar kimler?
Nereden başlayayım, nasıl başlayayım bilmiyorum. Kimseyi en başa koyamasam da beni, yazımı, dünyamı değiştiren birisi var, ömür boyu arkadaşım: Cortazar. Çok tuhaf bir bağ hissediyorum onun öyküleriyle aramda. Şöyle bir şey oldu mesela: Ben Cortazar okuyorken bir taraftan da Poe’nun öykülerini okumaya başladım. Poe’dan da etkilenme sürecim çok ayrı. Bu kadar duyusal yazan başka birini bilmiyorum. Derinin gözeneklerine kadar tasvir etmek değil de, bir duygunun gözeneklerdeki titreşime etkisini anlatabilme yeteneğine sahip. Eserlerinde hem şiirin, hem de matematiğin bir arada olması beni çok şaşırtmıştı. Poe’nun okuduğum her öyküsünden sonra ya kendimi masa başından alıp sokaklara vuruyordum ya da hasta yataklara düşüyordum. Bir şeyden etkilenme derecemin epey fazla olduğunun farkındayım ama öbür türlü de olmuyor sanki. Daha sonra öğrendim bunu: Cortazar çok iyi bir Poe çevirmeniymiş meğerse. Bir röportajında annesinin küçükken ondan Poe’yu sakladığını ama kaçamak okuduğunu ve hastalandığını söylüyor. Cortazar’ın neredeyse bütün öykülerini okudum. Onun oyunbazlığına, yaptığı işi hem ciddiye almasına, hem de bir tarafıyla şımarıkça merakına vurgunum. “Olmaz olan olursa” halleri yaratmasına da bayılıyorum. Bir de tabii sanatçının dalgınlık hikayesi var, bunu Cortazar’dan öğrendim. Zamanın içinde mikro anlar var ve orada tarif edemediğimiz duygular. Mesela bazı duyguların hâlâ net bir tanımı yok. Eğer sayabileceğimiz beş on tane duygu olsaydı edebiyata, sanata gerek kalmazdı zaten. Yazarken sanki duyguların antropoloğu ve arkeoloğu gibiyim o yüzden.
Bir kadın olarak yazmak senin için ne ifade ediyor? Yazarken kadın, erkek, non-binary herhangi bir kimlik sahibi olmak seni etkiliyor mu?
Şu damgadan çok sıkılıyorum aslında: “Genç kadın yazar”. Her bir kelime ayrı ayrı bir duyguyu, bir hali atıyor. evet bu olabilirim ama hiç bu değilim de. Genç olmak biyolojik bir şeyi, kadın olmak toplumsal bir şeyi, yazar olmak da tek bir yaratıcı hali yansıtıyor. Bana öyle geliyor ki bu söylediğim şey hafif romantik de kalabilir ama bir şey yaratırken gövdemden taşan şeyim; orada yaş cinsiyet falan yok. Bir tür dekonstrüksiyon zamanı yaşamak. Paramparça oluyorsun ve tekrar onları bir araya getirdiğinde kırık bir ayna imgesi gibisin: ne kadın, ne erkek, ne çocuk, ne yaşlı… Hepsi oluyorsun ama norm içinde tanımlanan hali ile değil. Bu gerçekten garip bir his. Hiç konduramıyorum kendimi bir sıfata, pek sığamıyorum yazarken hiçbir yere. Şimdi yeni öykülerimi yazarken bu söylediğim şey daha da belirginleşti. Bir meşe ağacı olarak konuşmak, ya da bir aşk hali içinde binbir personaya dağılmak. Parçalı bir şeye izin vermek. Pek bütünsel, topyekun de göremiyorum hayatı. Yazıya da sirayet ediyor bu. Yani şunu demek istiyorum “Nis kişisi kadındır, gençtir, yazardır”dan ziyade “paramparça”dır. Bunu iyi anlamda söylüyorum tabii.
Bu bağlamda, karakterlerinin isimleri yok ve cinsiyetsiz karakterler, yani aslında epey queer bir alan inşa ediyorsun. Bu konuda bir şeyler söylemek ister misin?
Kendime yazarken hiçbir sıfat atayamadığım gibi karakterlere de bir ismi yakıştıramadım hiç. Sanki isimleri olursa bir erkek ismi ya da bir kadın ismi sayfaların arasında sıkışıp kalacak gibi. Ama onları özgürleştirmek istiyorum ki duyguları ve duyuları da özgürleştirebileyim. Mesela Vo. Ve Lekesi öyküsündeki anlatıcıdan bir arkadaşım erkek diye bahsetti. Ben o sırada anladım kadın ya da erkeği hayal etmediğimi, yani öykü bittikten sonra. O öyle anlamıştı ama başka birisi kadın da diyebilir, ya da non-binary, ama bunu hedeflemiyorum yazarken. Sonsuz bir özgürlüğü olsun istiyorum karakterin ve cinsiyet rolleri ile anlatmak gibi derdim yok. Böyle olunca ben yazarken özgürleşiyorum ve okuyucuyla arama bir mesafe koyuyorum ki, o da istediği gibi hayal edebilsin.
Kitabın değindiği pek çok tema var, ama kitap en çok yas üstüne. Roland Barthes, annesinin ölümünden sonra yazdığı Yas Günlüğünde yastan sonra gelen keder hakkında şöyle diyor: “Kederim ifade edilemez, ama yine de söylenebilir. Dilin bana ‘dayanılmaz’ sözcüğünü sağlaması bile doğrudan doğruya belli bir ‘dayanırlık’ sağlar.” Ben de kitapta kurduğun dili kimi zaman kesintili, muğlak veya arafta olanı yakalamaya çalışan bir dil olarak görüyorum, yani aslında biraz oyuncu bir dilin var. Bu konuda ne düşünürsün? Bu bağlamda, bir kayıp anlatısı kurarken dilin senin için nasıl bir işlevi oldu?
Bu soru çok güzel bir soru, teşekkür ederim. Soyut bir yerden başlayacağım anlatmaya: yazının kendisi zaten bir yas sürecini başlatmak demek. Kitabı yazarken bunu sık sık söylüyordum kendime: “Yazarken öldürüyorum.” Mesela bir duygu ya da yıllarca seninle gezen bir imge gövdende dolaşmış, diyelim ki yirmi sene. Sonra sen o duyguyu alıp kelimelere sığdırıyorsun ve günün sonunda biçimli bir şey yazı. O duygu, imge neyse, kelimelere aktarıldığı an ölüyor gibi geldi. Ama yeniden başka bir biçimde dirilmek üzere. Bana yaşadığımız her an, nefes aldığımız her an bir sürülme hâli gibi geliyor, bir andan bir ana, bir yaştan bir yaşa fırlatılıyoruz. Az önce sana bunları söyleyen Nis de gitti. Yazma eylemini de uzun süre böyle gördüm. O yüzden yas hâli yazıya çok içkin. Bunun dışında konu, içerik itibariyle de benim için yas tutmayı öğrenmeye çalıştığım bir süreçti. Giden gittiğinde, beraberinde kalanın da bir hâlini götürüyor. İnsanın hayatında yeri dolamayacak insanlar olması ne büyük bir kutlamadır. Böyle insanların sayısı da az olur genelde ve gittiklerinde bir şey daha öğrenirsin, “kimse seni anlamayacak.” Bu çok kekremsi bir his. Orası paramparça, yazı kimseye anlatamadığını anlatman için seni masaya davet ediyor. Bir tür sığınak: şimdi bana özgürce anlatabilirsin diyor. Bu anlamıyla yazı, kayıptan sonra ele avuca gelmez hisleri neşeli bir şekilde örgütlemek. Oyun oynamakta, kesik, parçalı, fantastik bir şekilde anlatmakta özgürsün.
Yukarıdaki soruyu sordum çünkü bir kayıp yaşadığımızda kaybettiğimiz şey yalnızca o kişi değil, aynı zamanda o kişiyle kurduğumuz ilişki ve bu ilişki içerisinde şekillenen o biricik dil. Sanki dil konusunda normatif dili kıran bir üslup tercih etmiş olman da bu biricik dilin kaybının farkında olmandan kaynaklı gibi geliyor bana…
Kayıptan sonra söylediğin o biricik dil çok küçük detaylarda saklı oluyor. Mesela o kişi, ya da kaybedilen neyse o şeyin ardından onunla kurduğun ufacık anlar, bir bakış, bir dokunuş, bir nefes, ya da yaşarken kendiliğinden hiç fark etmeden geliştirdiğin ritüeller… O gittiğinde anlıyorsun. Gidenin arkasından başı ortası ve sonu olan büyük hikâyeler yazamıyorsun. Onun parçaları var, yürüyüşü mesela, mekânın içinde bıraktığı o heykelimsi his, ya da bir el hareketi, ya da sesinin yok olması… Tavır ve eda nasıl anlatılacak mesela? Kalanda parçalı olan şeyler bunlar, dolayısıyla yazıya da öyle geçiyor. Hiçbir zaman çizgisel bir şey olmayacağını bile bile o kırıkları sen birleştiriyorsun. Burada gideni hatırlatmak gibi bir çabam da olmuyor, bende kalanı yaşatmaya çalışıyorum. Dediğim gibi zaten kimsenin seni anlamayacağı gerçeği ortada duruyor. O biricik ilişki sende ve hiç beklemediğin bir anda karnına doluveriyor.
Roland Barthes aynı kitapta yasın zamanının kesintili oluşundan bahsediyor. Karanlıkta Kanto’da da çizgisel zaman algısını geriye dönüşlerle ve rüya sahneleriyle kıran, şimdiki zamanı muğlaklaştıran bir hâl var. Bu tercihin hem yasın zamanını yakalama açısından çok başarılı olduğunu, hem de kapitalizmin bize dayattığı çizgisel zaman algısını bozan bir yönü olduğunu düşünüyorum. Bu konuda bir şey söylemek ister misin?
Çizgisel bir zaman olmadığını, geçmişin şimdi burada bizimle beraber olduğunu, tarihe böyle bakmak gerektiğini çocukluğumdan beri bu şekilde tarif edemesem de yaşıyordum. O yüzden hep romantik damgası yemişimdir. Benjamin bana bu anlamıyla cesaret verdi. Tabii bu düşüncenin, Benjamin için mesiyanik bir yanı olmakla birlikte çok maddesel de. Şöyle diyor: “Soluduğumuz hava bir zamanlar yaşayan ve bugün ölmüş olanların soluduğu hava değil midir?” Yani bedenleri gitse de izleri var. “Ya da görkemli kültürel mirasların yapımında ölen işçilerin kanı yok mudur?” Gidenler maddesel bir şekilde iz bırakarak gidiyor. Makro tarih anlatılar yerine, mikro olanı anlamak için arkeolojik bir kazı yapar gibi hafızanın derininde gezinmek gerekiyor. Karanlıkta Kanto öyküsü böyle çıktı ortaya. Bir dönem ve çok kısa sürüyor bu belki otuz yıl İstanbul’da Beyoğlu, Kadıköy, Pera’da kantoyu bulmuş, icra etmiş Ermeni ve Rum kadınlar nerede? Ya da onların yarattığı gelenek bugün eğlence hayatında izlerini taşıyor mu? Hayır. Çok özel ve biricik bir tür zamanın içinde bir an yanıp sönmüş, yok olmuş. Bugünkü bildiğimiz kanto değil o zamanki kanto. Biraz araştırmaya başlayınca iki yüzlü bir şeyle karşılaşıyorsun. 1940 senesinde mesela Kantocu Peruz’un mecliste bestelerinin yasaklandığını öğreniyorsun. Ben bundan mahrum bırakılmış hissediyorum kendimi. Bu hem politik hem de kişisel bir yas.
Bana öyle geliyor ki kitapta kişisel bir yas olduğu kadar, kolektif yasın da izleri var. Örneğin “Çalınan” öyküsü ister istemez Soykırım’dan, Mübadele’den, 6-7 Eylül Olayları’ndan… sonra boş kalan evleri ve bir gün o evlere geri dönmeyi bekleyen insanları hatırlatıyor. Bu konuda ne düşünüyorsun?
Ben o değilim ve onu anlamak için, ona gitmek için çaba sarf ediyorum. Rum ya da Ermeni değilim. İşte bu bağlamda bir kadınım; Ermeni/Rum kantoculara gitmek için bir araç oluyor kadın olma hâli. O dönemde kantocuların seyircileri erkeklerden oluşuyor ve okuduğum bazı kaynaklarda şöyle ithamlar var: “Bağırları baldırları güzeldi ama sesleri kötüydü,” Bunu yazan bir erkek. “Sesleri kötüydü,” ile yapılan vurgu da aslında bir ana dil meselesi. Kırık bir Türkçe ile yapılıyor kantolar. Hem güzelliğini izlenir bulacaksın hem de senin gibi Türk olmadığı için sesini beğenmeyeceksin. Bu tarz baskıya hepimiz maruz kalıyoruz. Hem güzel olacaksın hem de çok konuşmayacaksın. Kantocu kadınlarda gördüğüm, hissettiğim şey etraflarındaki tehlikeye rağmen -ki yakılıp ya da sahnede vurularak öldürülen kantocular var- inadına sahneye çıkıp ironik, nüktedan bir şekilde neşeyi örgütleyebilmişler. Bundan güç alıyorum.
Çalınan öyküsü, bu acı hepimizin acısı, aynı değiliz ama duyuyorum demenin bir yoluydu. Göç, sürgün, bunlar hâlâ hepimizin meselesi. Savaşlar ve yerinden edilmeler bitmediği sürece hepimizin meselesi olmaya da devam edecek. Bir insanın evini, doğduğu yeri, bütün alışkanlıklarını bırakarak başka bir hayata, bilinmeze gitmesi benim tahayyül edebileceğim bir şey değil ama hissedebileceğim bir şey ve geride kalanlar olarak, konforlu bir yerden söylüyorum bunu. Gidenlerden mahrum bırakıldık, hiç tanışmadığımız bilmediğimiz bir gelecekten mahrum bırakıldık.
Ana karakterlerin insan olsa da, doğayla kurduğun ilişki bakımından bu kitaptaki hikâyelerin insan merkezli anlatıya çelme takan hikâyeler olduğunu düşünüyorum. Öyle ki bazı öykülerde köpekler neredeyse bir ana karakter gibi, aynı zamanda kırlangıçların, gökyüzünün, toprağın, dağın, taşın, bitki köklerinin… Her birinin anlatıda çok önemli bir yeri var. Bu konuda ne söylemek istersin?
Öyküde en çok şunu seviyorum: yazarın zamanları, mekanları, çok güçlü bir anın imgesi o andan çıkıyor hop bambaşka konusu olan bir öyküde yerini buluyor. Bunu bilerek de yapmıyorsun. Mesela “Ölü” öyküsünü yazarken bir ayrılığın yasını tutuyordum. İnsanın canı acıdığında, yas sürecindeyken bütün gördükleri derinin altından hızlıca geçiveriyor, çok savunmasız oluyorsun ya da duyuların daha açık oluyor, anların bekçisi gibi ve bunlar beklenmedik absürt anlar da olabilir. Ben böyle zamanlarda kendimi sanırım daha çok doğaya açıyorum, gördüğüm ölü bir köpeğin hali aylarca aklımdan gitmiyor, ya da saatlerce bir kırlangıç bedeninde olmanın ne demek olduğunu gözlemleyebilirim. Maddede kayboluyorum, yasla birlikte gelen bir sessizlik ve dalgınlık hali. Tam o sırada daha önce görülmediği hali ile görülmeye başlıyor dünya… Bu hemhâllik acıdan geliyor sanırım.
Son olarak, senin sık sık dile getirdiğin “bedenle yazmak” veya “karnından yazmak” meselesine değinmek istiyorum. Sahiden de çok sezgisel, duyuları harekete geçiren öyküler bunlar, ama bir yandan da üslup ve biçim üzerine çokça düşünmüş olduğun belli. Bu bağlamda benim aklıma Orhan Pamuk’un Saf ve Düşünceli Romancı kitabında yaptığı ayrım geliyor: Schiller’den ilhamla şöyle diyor Orhan Pamuk; “saf” romancı daha kendiliğinden, doğal bir şekilde yazarken, “düşünceli” romancı daha hesap kitap yaparak, planlayarak yazar. Yani bir nevi Dionysos ve Apollon arasındaki ayrım gibi. Ve diyor ki, “Romancılık aynı anda hem saf, hem de düşünceli olma işidir.” Bence Pamuk’un söylediklerini öykücülüğe de uygulayabiliriz. Sen bu konuda ne düşünüyorsun?
Dionysos, Bakhalar oyununa şu cümlelerle başlar: “İşte ben Dionysos, Kadmos’un kızı Semele’nin yıldırım dolu şimşekler içinde doğurduğu tanrı.” Sahneye annesinin intikamını almak üzere gelmiştir ve bu cümle benim zihnimde dolaşır durur. Şimşekler içinden ayağa kalkmış bir tanrı ve biz esrik yanımızı konuşurken o hale Dionysos’u yakıştırıyoruz. Ama Dionysos bir yandan intikam planını adım adım gerçekleştiriyor. Bütün bu konuştuklarımızda aslında özetle Dionysos’un yıldırım dolu şimşekler içinden ayağa kalkıp geri gelmesi var. Yazı bana bunu yaptı. Esriklik hantallık gibi anlaşılabilir ama bütün duyguların ayağa kalktığı, içinde öfkenin de başka bir anlamda olduğu bir doğuş hali, o yüzden çok aktif. Orada soylu ya da soysuz duygular yok. Bir tarafım evet Dionysos. Apollon da bana başka bir hali, bilgeliği getiriyor. Orada çok okuyup, çok araştırmak var. Kendimi okumak anlamında hep yetersiz buluyorum. Binbir türlü bilme hâli, ve daha da merak etmek. Ancak çok okuyarak iyi yazılabileceğini düşünüyorum. Bu ikisi birbiri ile dengede olmalı.