Editörlüğünü Umut Tümay Arslan’ın yaptığı Cuma Fragmanları bir kısmı kalıba girmiş, bir kısmı dışarıda kalmış ya da şekilsiz bir kadınlık tecrübesiyle, yarı-pişmiş bir kadınlık tanımıyla bir biçimde bağlı, herhangi bir film, roman, şiir, sanat, kültür ürünü, büyük meseleler-küçük meseleler-orta meseleler, ama en çok yazmak, yazının gücü ve güçsüzlüğü ve kadınların yazması hakkında.
Geçen haftanın fragmanındaki gibi mahkemedeki kahkahalardan devam ediyorum. Margarethe von Trotta’nın 20. yüzyılın en önemli düşünürlerinden Hannah Arendt üzerine filminde (Hannah Arendt, 2012) böyle bir sahne var. Öyle dolu dolu bir kahkaha değil: kahramanımız mahkeme esnasında gülmesini tutamıyor, o kadar. Belli ki muhtelif hassasiyeti gözetmeye çalışarak çekilen, çoğu adımında ayağını denk aldığı hissedilen filmde yönetmen bu sahneyi göstermeye cesaret etmiş ama okkalı bir kahkaha olarak resmetmeye cüret edememiş. Altmışına merdiven dayamış olan Arendt’in cinsel arzusunu ifade ettiği sahneler daha cüretkâr mesela. Bir de büyük düşünürün lahana doğradığı bir sahne var, o da kayda değer.
Film Arendt’in olaylı hayatının esas olarak bir dönemine odaklanıyor. 1961’de İsrail’de yargılanan Nazi yetkilisi Adolf Eichmann’ın davası üzerine New Yorker dergisi için hazırladığı, ardından kitap olarak da yayınlanan “rapor”u hazırlama sürecini ve sonrasında maruz kaldığı yoğun karalama kampanyasını anlatıyor.[1] “Rapor”u tırnak içine almamın sebebi Arendt’in metninin bundan çok daha fazlası olması. Kudüs’te izlediği yargılama sürecini pek çok açıdan tatminkâr bulmayan, bazı açılardan da düpedüz skandal addeden Arendt, metninde kâh savcı, kâh savunma makamı, kâh hâkim rolü oynuyor. Davayı yüzünüze gözünüze bulaştırdınız, bu iş nasıl yapılır ben size anlatayım, dercesine.
Zaten parçası olduğu New York entelijansiyasını karıştıran, dostlarını yitirmesine sebep olan, bugünkü tabirle cancel edilmesine yol açan da, savunma makamının rolünü üstlendiği pasajlar. Ben Eichmann’ın avukatı olsam, milyonlarca insanın toplama kamplarına gönderilmesine aracı olan Yahudi konseylerinin işbirliğini davaya konu ederdim demesi. Mağduru suçlamakla suçlanıyor. Halbuki başka bir derdi var: soykırım kadar devasa bir kötülüğü üreten şeyin özünde, tek tek bireylerin şeytani dürtülerinin örtüşmesi veya toplu bir canavarlaşma değil, tıkır tıkır işleyen bürokratik ve idari süreçler olmasını anlamlandırmaya çalışıyor. Yahudi konseylerinin, yani mağdurların temsilcilerinin bu idari yapıya eklemlenebilmiş olmalarının, bürokrasi denen şeyin genel bir ahlaki çöküşe nasıl çanak tuttuğunu gösterdiğini söylüyor.
Metnin yarattığı infialin o dönem büyük ölçüde okunaksız kıldığı meşhur “kötülüğün sıradanlığı” yakıştırması da bununla bağlantılı. Sonradan Arendt bunu felsefi bir kavram olarak falan sunmadığını, davada gördüğü ve herkesin malumu olması gereken bir şeyi tanımlama çabası olduğunu açıklayacaktı. Savcı makamının şeytani bir kötülük atfetmeye çalıştığı Eichmann’ın kötülüğü hiç öyle “yüce” bir kötülük değildi. Asıl dehşet verici olan da buydu.
Arendt’in kendisi toplama kampından şans eseri kurtulmuş bir Alman Yahudisi olarak yaşanan felaketten muaf değildi. Ama dava karşısında onun pozisyonundaki bir insandan beklenecek tepkileri vermeme, taraf olacağım diye eleştirelliğini bertaraf etmeme, davada ve davanın etrafında sergilenen ehemmiyet performansına da itibar etmeme cüretini göstermişti. Metninin neredeyse her satırında okunan bu cüreti onun kibrine, kalpsizliğine, gaddarlığına yorulacaktı. Margarethe von Trotta’nın Arendt’in gülüşünü çınlayan bir kahkaha olarak resmetmekten çekinmiş olması bundan belki. Filmdeki sahne şöyle: Kudüs’te mahkemenin gazetecilere ayrılmış yan salonunda Eichmann’ı canlı yayından izlerken, adamın bayağılığı, yersiz basmakalıp ifadeleri, büyük bir ciddiyetle zırvalaması karşısında Arendt’in gülmesi gelir. Kötülüğün sıradanlığına dair önemli bir idrak anıdır. Ama von Trotta biraz daha ileri gidebilirdi: Arendt davadan birkaç yıl sonra verdiği bir röportajda Eichmann’ın 3600 sayfalık polis sorgu tutanaklarını Kudüs’teki otel odasında satır satır okurken pek çok kez kahkahalara kapıldığını itiraf etmişti.
Arendt Eichmann’ın “sahiden klişe olmayan tek kelime edememesi”ne kahkahalarla gülerken bunun aslında önemli bir veri olduğunu söylüyor: “Sonunda sanığa “boş laflar” ettiğini söylediklerinde, hâkimler şüphesiz çok haklıydılar; ama bu boş lafların sahte olduğunu, sanığın çirkin ve aslında hiç de boş olmayan diğer düşüncelerini bu yolla saklamaya çalıştığını düşünürken yanılıyorlardı. … Eichmann’ı dinledikçe, konuşma konusundaki yetersizliğinin düşünme, daha doğrusu başkalarının bakış açısına göre düşünme konusundaki yetersizliğiyle yakından ilişkili olduğunu daha iyi anlıyordunuz. Eichmann’la iletişim kurmanın imkânsız olmasının nedeni yalan söylemesi değil, kelimelere ve başkalarına karşı ve buna bağlı olarak gerçekliğe karşı en güvenilir zırhla sarılmış olmasıydı.”[2]
Arendt’in “korkunç olanın sadece saçma değil, düpedüz komik de olabileceğini anlayacak kadar aklı başında” olmak gerektiğini yazdığı zamandan yarım yüzyıl sonra korkunç olan tuhaf bir şekilde kahkahalarımızla beslenir hale geldi. Arendt olsa “kötülüğün yavşaklığı” demezdi belki, peki yine “kahkaha atabilmeliyiz, çünkü bu bir özerklik biçimidir” diyebilir miydi?[3] İki sahne var aklımda, ikisi de film sahnesi değil maalesef. Biri Obama’nın 2011’de Beyaz Saray Muhabirleri Derneği’nin yıllık yemeğinde sahne alıp seyirciler arasındaki Donald Trump’la dalga geçtiği, bütün salonu Trump’a güldürdüğü an. Rivayet o ki Trump devlet başkanlığına aday olmaya o akşam karar vermiş – bence kendisine yönelen kahkahalara kinlendiğinden değil, orada ciddi bir potansiyel gördüğünden. İkincisi bir BAK davasından bir an. Kim bilir kaç yüz küsürüncü davada, yargılanan barış akademisyeninin vekili olarak kıdemli bir ceza hukukçusu olan eski hocası söz alıyor. Zamanında öğrencisi olan müvekkiline ceza hukukunun esaslarına dair ne gibi dersler öğrettiğini hâkime bir bir sıralıyor. Sonunda diyor ki, biz müvekkilime ceza hukukuna dair bu önemli ilkeleri öğrettik, bugün siz böyle bir yargılama sürecine alet olarak değerli meslektaşıma bu kadar saçma bir ders öğretmeye kalkışmayın. Normal şartlarda un ufak olmuş olması gereken hâkim yerinde doğruluyor, “Eeee,” diyor, “ne demişler… Öğrenmenin yaşı yok!” Sinir bozukluğundan olacak, salona dayanışma için gelen kitleden kahkahalar yükseliyor, hâkim muzaffer gülümsüyor.
Kaynaklar:
[1] Metin Türkçe’de Özge Çelik’in çevirisiyle Kötülüğün Sıradanlığı: Eichmann Kudüs’te (Metis, 2009) başlığıyla yayınlandı.
[2] Kötülüğün Sıradanlığı, s. 69
[3] Bu röportajın İngilizce çevirisi şu kitapta: Hannah Arendt, The Last Interview and Other Conversations (Melville House, 2013).