Editörlüğünü Umut Tümay Arslan’ın yaptığı Cuma Fragmanları bir kısmı kalıba girmiş, bir kısmı dışarıda kalmış ya da şekilsiz bir kadınlık tecrübesiyle, yarı-pişmiş bir kadınlık tanımıyla bir biçimde bağlı, herhangi bir film, roman, şiir, sanat, kültür ürünü, büyük meseleler-küçük meseleler-orta meseleler, ama en çok yazmak, yazının gücü ve güçsüzlüğü ve kadınların yazması hakkında.
Hemen elimi açıyorum: Umut Tümay Arslan Cuma fragmanlarına bir ucundan katılmamı teklif ettiğinde ilk aklıma gelen, De stilte rond Christine M. (A Question of Silence, Bir Sessizlik Sorgusu, Marleen Gorris, 1982) filminin çözümsüz son sahnesi diye hatırladığım, şimdi tekrar seyrettiğimde ne çözümsüz ne de son sahne olduğunu fark ettiğim, mahkeme salonunu kahkahalarıyla iptal eden kadınlardı. İstanbul Sözleşmesi’ne dair kampanyanın ön planda olduğu, hukuku çağırdığımız bugünlerde yasaya kesin bir reddedişle sırtını dönen bu filmi düşünmek belki biraz yersiz ve zamansız olacak. Ama feminist klasiklerden sayılması gereken bu olağanüstü filmin zamanı zaten hiç gelmemiş, yaygın olarak izlendiği bir dönem nedense olmamış.
Yönetmeni Marleen Gorris sonradan çok daha risksiz bir filmle tanınıyor: Antonia (Antonia’nın Yazgısı, 1995) Ballı şekerli akademi ödüllü bu sonraki filmin aksine, Gorris’in ilk uzun metraj filmi De stilte rond Christine M., ne anlattığını daha başlarında anlamayan biri için izlemesi çok zor olsa gerek. Çünkü anlamayacak olana katiyen bir şey anlatmaya çalışmıyor, bilene neredeyse her sahnesinde sezdiriyor, belki biraz gösteriyor, ama asla açıklamıyor. Anlattığı bir hikâyesi var: birbirini tanımayan, tesadüf eseri aynı anda aynı yerde bulunan üç kadın anlam vermesi zor, vahşi bir suç işlerler. Kadınların akli dengesi üzerine mahkemeye rapor vermek üzere görevlendirilen adli tıp psikoloğu da bir kadındır, suçu hangi saikle işlediklerini anlamaya çalışır. Kadınların üçü de aslında gayet sıradan ve zararsız görünmektedir.
Gerçi her birinde ufak bir çatlaklık belirtisi yok değildir: üst-orta sınıf genç ve güzel, zehir gibi akıllı sekreter kadının delişmen öfkesi, işçi sınıfı orta yaş üstü tombul şen geveze büfe çalışanı kadının delilik sınırını zorlayan kahkahaları, memur eşi üç çocuklu ev kadınının mutlak sessizliği… Filmin Hollandaca asıl adında yıllar boyu ağzını açıp tek kelime söylememiş olan bu üçüncü kadının ismi var: “Christine M.’i çevreleyen sessizlik” gibi bir şey sanırım, İngilizce adında da sessizlik var ama tam karşılayan bir çeviri bulamıyorum. Zaten film de bir bakıma çevirinin imkânsızlığı, patriyarkal dünyada kadınların deneyiminin dile gelmezliği üzerine. Sözün içeriğiyle olduğu kadar teferruatıyla, bazen bedenin ufak devinimleriyle, tikleşmiş mimiklerle kurulan tahakküm üzerine: küçümsemeyle kalkan bir kaş, kıvrılan bir dudak, bir yan bakış, alışkanlık haline gelmiş bir bakmayış, duymayış. Kafayı biraz olsun sıyırmaktan daha aklıselim bir seçenek var mı?
Filmin bize daveti, psikoloğun kendisine sözle anlatılmayanı idrak etme sürecine tanıklık etmemiz. İmtiyazlı bir kadın. Üst sınıf eğitimli entelektüel elit profesyonel. “Modern” bir evliliği var, kendi çalışırken adam yemek pişiriyor, falan. İnsanı kıstırılmışlığına körleştiren cinsten imtiyazlar. Ama tanık olduğumuz idrak süreci öyle dönüştürücü ki, sözün, alanının, hayatının efendisi bu kadına, nihayet idrak ettiği şeyi onların anlayacağı şekilde söze dökmeye direnme bilgisini de veriyor. Uzman sıfatıyla bulunduğu mahkeme salonunda çınlayan kahkahaların ortasında en son en fazla şunu söylüyor: “ama gerçekten çok komik hâkim bey.” Çünkü sözde tuzak var.
Fallus merkezli söz yerine sessizlik, ya da alaşağı edici, yıkıcı kahkahalar. Babanın yasasını sallamak, sarsmak, altüst etmek, es geçmek için elde ne varsa. Ve tabii kadın yazını: kimi tuhaf ve esrarengiz sahnelerin uyandırdığı karmaşık hisler, çağrıştırdığı çoklu anlamlar, taşıdığı potansiyel dünyalarla film Hélène Cixous’nun Medusa’nın Gülüşü yazısına cevaben gönderilmiş bir mektup gibi. Ama filmde bir de tanıklığa, dayanışmaya dair sorular var: tanıdıklığıyla artık görünmez ve tanınamaz olmuş hallere nasıl tanıklık edeceğiz? Tanı koyma, teşhis etme uğruna tanıklığın başka potansiyellerini feda etmeye değer mi? Belki diyeceksiniz ki eskidi bu sorular, bugün seksizmin çoğu gündelik hali artık neredeyse karikatürleşmiş halde, bir sürüsünün de adını koyduk, gördüğümüzde “Ali bak bu açüklama” diyoruz mesela. Yine de yakıcılığı, öfkesi, çileden çıkarıcılığı dinmiyor tabii. Öyleyse bugün filmin zamansız mektubunda şöyle bir şeyler yazıyor galiba: sözleşmelerden, söz almaktan, hukuk çağırmaktan vazgeçmeyeceksin tamam; ama sözsüz sözleşmelerin, yasanın okunaklı kılamayacağı “suç” ortaklıklarının imkân ve gücünü de unutma diye yazıyorum.