Editörlüğünü Umut Tümay Arslan’ın yaptığı Cuma Fragmanları bir kısmı kalıba girmiş, bir kısmı dışarıda kalmış ya da şekilsiz bir kadınlık tecrübesiyle, yarı-pişmiş bir kadınlık tanımıyla bir biçimde bağlı, herhangi bir film, roman, şiir, sanat, kültür ürünü, büyük meseleler-küçük meseleler-orta meseleler, ama en çok yazmak, yazının gücü ve güçsüzlüğü ve kadınların yazması hakkında.
Şair ve eleştirmen Johannes R. Becher, Asja Lacis’i şöyle uyarır:
“Kötü arkadaşlar edindin: Brecht artı Benjamin”.[1]
Erdmut Wizisla’nın büyük ölçüde arşiv belgeleri ve özel mektuplaşmalardan hareketle yazdığı Walter Benjamin ve Bertolt Brecht: Bir Dostluğun Hikâyesi adlı kitabı, Benjamin ve Brecht’in dostluğunun nasıl derinleştiğini, bu dostluğun Hitler iktidarının yarattığı sürgün koşullarından nasıl etkilendiğini ve Benjamin’in ölümünün Brecht’in yapıtlarına nasıl yansıdığını anlatıyor. Wizisla, Benjamin ile Brecht arasındaki gelgitleri konu edinirken aynı zamanda bu ikilinin sürgündeki diğer Alman yazarlarla olan ilişkilerini de ortaya seriyor ve değerlendiriyor. Erkekler arasındaki arkadaşlıkların mahremiyeti çok sık konu edilmediğinden bu kitabı ilgi çekici bulmuştum; pandemi koşullarının yarattığı kapanma atmosferi de Türkçeye çevirme fırsatını sundu. Wizisla’nın kitabının Eve Kosofksy Sedgwick’in tartışmaya açtığı homososyal bağların[2], popüler kültürde mizahi bir dille incelenen “bromance” (kardoaşk)[3] olgusunun ve kadınların da katılımıyla üçgensel mekanizmalara dönüşen sosyal ilişkilerin entelektüellerin arasında nasıl kurulduğunu incelemek adına iyi bir malzeme sunduğunu düşünüyorum.[4]
Wizisla, Benjamin’in Brecht’ten söz ettiği ilk mektubun, 6 Haziran 1929’da Berlin’den Kudüs’teki arkadaşı Gershom Scholem’e yazıldığını tespit etmiş. Bu mektupta Benjamin henüz Brecht’in “sadece Üç Kuruşluk Opera’sını ve bazı balladlarını” bildiğini söylüyor. Wizisla’nın belirttiğine göre, Brecht’le Edward II oyunu nedeniyle tanışıklığı olan, Benjamin’le ise 1924 yazında Capri’de başlayan bir aşk ilişkisi yaşayan Asya Lacis, ikili arasındaki arkadaşlığın gelişmesini sağlamıştır. Lacis’in aktardıklarına bakılacak olursa, ilk görüşmelerinden sonra Brecht Benjamin’e pek fazla ilgi göstermemiştir. Asya Lacis ise tarafları yeniden görüşmeleri için cesaretlendirmiştir. İlk üçgen Asya Lacis ile kurulur.
Benjamin ve Brecht, çok geçmeden birbirlerini okumaya, metinlerini karşılıklı olarak eleştirmeye, birlikte çalışmak ve üretmek için planlar yapmaya başlarlar. Birlikte radyo yayınları planladıklarını ve örneğin, Saint Joan of the Stockyards [Mezbahaların Kutsal Johanna’sı] oyunu için birlikte çalıştıklarını biliyoruz. Planları, birlikte “Kriz ve Eleştiri” (Krisis und Kritik) adlı yeni bir dergi çıkarmayı da içeriyor ama sürgün koşullarında ve giderek kötüleşen ekonomik dinamikler nedeniyle bu plan ne yazık ki hayata geçirilemiyor.
Wizisla’nın incelemesinin can alıcı noktasını, Benjamin-Brecht dostluğunun detayları oluşturuyor; Benjamin’in bağlanma davranışı… Gershom Scholem, Benjamin’in Brecht’le derinleşen ilişkisine tepki gösteren ilk isimlerden biri. Wizisla’ya göre Scholem, onu Yahudilikten uzaklaştıran bir yola girdiğini gördüğü için Benjamin’in bu arkadaşlığa kendisini kaptırmasına tepki gösteriyor. Kitapta bu, Scholem’in “anti-Marksist içgüdüleri” referansıyla işlenmiş ve Scholem’in Brecht’in etkisini “yıkıcı” olarak tanımladığına yer verilmiş. Tepki gösteren bir diğer isim: Theodor Adorno. 1920’lerde Brecht’in çevresinde çok da eleştirel olmayan bir konumda olan Adorno, Wizisla’nın tespitlerine göre 1930’ların sonuna doğru sertleşerek Benjamin’in kurmak istediği yeni eleştirel çerçeveye (müdahaleci sanat, müdahaleci eleştiri) olumsuz tepkiler vermiş ve bundan da Brecht’i sorumlu tutan bir tavır göstermiş.
Wizisla’ya göre arkadaşlarının tepkisi, Benjamin’i yaşadıklarını gizlemeye itiyor. Brecht’ten hoşlanmayan kişilere yazdığı mektuplarda onun adını anmıyor, birlikte geçirdikleri zamanlardan söz etmiyor, hatta mektuplarındaki bazı bölümleri sansürlüyor. Wizisla, günün büyük kısmını birlikte geçirip saatlerce Brecht’le satranç oynadığı günlerde yazdığı mektuplardan örneklerle, Benjamin’in gününü tarif ederken bu detayları gizlemeyi tercih ettiğini görünür kılar. Benjamin bir yandan mektupları bu şekilde “düzenlerken” diğer yandan Brecht ile sohbetleri de giderek derinleşiyordur; dergi planları çevresindeki yatay örgütlenmelerde onunla tartışmalara girmekte, Brecht’in ondan “uzman görüşleri” istediği konular üzerinde çalışmaktadır.
Niye erkekler arasındaki fikir uyuşmazlıkları konusu söz konusu fikirler üzerine değil de erkeklik(ler) üzerine düşünmeyi gerektirsin ki diyebilirsiniz elbette… Erkekliğin buradaki dinamiklerle ne alakası var? Wizisla’nın bu dostluğun çevresindeki kadınların Benjamin-Brecht ilişkisine değer verdiğini ve “anlayış” gösterdiğini söylemesi bir ışık yakıyor: Hannah Arendt bu isimlerden biri. Wizisla, Hannah Arendt’in Scholem ve Adorno’nun tepkileri için “depresif” dediğini aktarıyor.[5] Asja Lacis, Margarete Steffin, Helene Weigel, Elisabeth Hauptmann, Ruth Berlau, Hollandalı ressam Anna Maria Blaupot ten Cate ve Walter Benjamin’in kızkardeşi Dora Benjamin de Benjamin-Brecht dostluğunun destekçileri.[6] Wizisla, “erkekler arasındaki bu arkadaşlığı içerlemeden, olumlayarak değerlendirmek, kadınlar için daha kolay olmuştur,” diye yazar. Benjamin’in çevresindeki, dostu olan erkeklerde alerji yaratan şey, o her neyse, kadınlarda niçin alerji yaratmamıştır? Brecht’in Benjamin tarafından idealleştirilmesi, neden bazı erkekler tarafından bir baştan çıkarma mekanizması gibi değerlendirilmiştir? Benjamin’in kendisini Brecht’in gözünden deneyimlemeye dair bir alışkanlık ve oradaki görüntüsüne bir tür bağlılık geliştirmesinde yanlış olan ne var ki?
Burada devreye dostluk ilişkisi içinde yoğunlaşan duygular giriyor olabilir. Benjamin’in Brecht’e duygusal olarak bağımlı olduğu iddiası ve bu bağımlılığın kendi dostları arasında yarattığı panik, erkekler arasındaki dostlukların duygusal zirveler ve dipler olmadan, duygular abartılmadan tıkırında gittiğine inananlar için orada olduğunu pek fark etmedikleri bir kapıyı aralıyor. Dostluk ilişkisi, erkekler arasındaki homososyal bağların taşıdığı, homososyalden homosensüele uzanan ve eşcinselliğe uzanması ihtimalinin tedirginlikleri ile örülü gizli gerilimleri ortaya çıkartmaktadır. Bugün de egemen erkeklik normlarını ve heteronormativiteyi pekiştiren her tavır ve sözün arkasında, erkeklerin farklı bir erkekliğe özlem duysalar da kendilerini bunu ifade edemezken buldukları her sessizleştirilmiş ortamda, buradakine benzer tedirginliklerden izler bulunabilir.
Wizisla’nın karşılıklı olarak alınan notlar ve mektupların satır aralarına sığdırılan sözlerden hareketle göstermeye çalıştığı gibi, Benjamin ve Brecht’in arkadaşlığı, politik olanlar hariç her tür duygudan arındırılmış bir tür yoldaşlık veya entelektüel bir yol arkadaşlığından fazlasına işaret ediyor… Tanıştırıldıkları 1929 yılından Benjamin’in 1940’taki intiharına kadar geçen on bir yıl, Brecht’in şok etkisi ile epik tiyatroyu güçlendirme çabalarıyla, eleştirmenlerin ve bir kurum olarak eleştirinin karşısına yıkıcı bir tavırla çıkmasıyla, Alman toplumuna tarihsel maddeci yeni bir eleştirel bakış sunmak için yürütülen çalışmalarla, ülkeden gitmeye mecbur bırakılmanın acısıyla (Brecht 1935’te Benjamin 1939’da Alman vatandaşlığından çıkarılır) ve Hitler iktidarının yankılarıyla belirlenen bir dönem. Bu çok sesli dönemde olan bitenin duygusal boyutlarını her yönüyle anlamak pek de kolay değil ve elimizde sadece Almanya’daki yıkımdan kurtarılan kaynaklar var.
Araştırmasını bu kısıtlı kaynaklarla dayanarak yürütse de Wizisla’nın bulguları önemli. Benjamin’in evrakı arasında korunarak bugüne gelen günlüklerindeki notlarına uzanan yazar, kitabında özellikle Benjamin’in sevilme çabasını çarpıcı bir şekilde yansıtan aşağıdaki uzun betimlemesini alıntılayıp değerlendiriyor. Benjamin, Haziran 1931’de Le Lavandou’da Brecht ve kalabalık arkadaş grubuyla birlikte kalırken şöyle yazmıştır:
Ben… hole girdim. Geldiğimi görmüşlerdi ve yemek odasının kapısında Brecht bana doğru geldi. Protestolarıma rağmen masaya geri dönmeyi reddetti ve beni diğer odaya aldı. Orada kaldık ve yaklaşık iki saat konuştuk, zaman zaman bir başımıza, zaman zaman diğerlerinin de katılımıyla, aslen sadece Frau Grossmann katıldı, ben gitme zamanının geldiğini hissedene dek. Kitabımı aldığımda çiçekler içinden döküldü ve biri bununla ilgili şaka yapınca utancım büyüdü, zira zaten eve girmeden önce neden elimde çiçeklerle geldiğimi düşünüyor onları atıp atmamam gerektiğine karar veremiyordum. Atmadım, neden atmadım Tanrı bilir. Söylememe gerek yok, gülümü [Elisabeth] Hauptmann’a verme şansı bulamayacağımı fark ettim ve onu bir bayrak gibi göndere çekebileceğime karar verdim. Fakat bu fikir tam bir başarısızlıktı. Brecht’in ironik şakaları karşısında, daha az ironik olmayan bir şekilde ona şakayığı sundum, yabangülünü sımsıkı tutarak. Tabii ki, Brecht onu kabul etmeyi reddetti. Kendimi, dikkat çekmeden şakayıkı geniş bir vazo dolusu mavi çiçeğin arasına koyarken buldum. Yabangülünü ise tepeden mavi çiçeklerin arasına attım. Orada kaldı, sanki mavi çiçeklerin arasından büyüyormuş gibi – çok botanik bir merak. Ve orada bütünüyle açıklıkla kaldı. Nihayetinde bu küçük tutam çiçek benim bayrağımı göndere çekti ve amaçlandıkları kişinin yerini almak durumunda kaldı.[7]
Erkek duygusallığının kayda geçtiği bazı anları da içeren bu bağlam, kalabalıklar içinde kadınlarla çevrili iken Benjamin ve Brecht’in kendileri için oluşturdukları özel alanı görünür kılmakta. Wizisla’nın aktardığına göre Benjamin, Le Lavandou’da Elisabeth Hauptmann ve Carola Neher’in birbiri ardına Brecht’in sevgilisi olmalarını gözlemlemiştir; yazar, Brecht’in partnerlerinin hangi sırayı izlediklerinin Benjamin’in günlüklerindeki olay akışından takip edilebildiğini belirtir. Bu sırada Brecht, Berlin’de kalan karısı Helene Weigel ile de mektuplaşmaktadır. Benjamin, 1933 sonbaharında Paris’teyken, Brecht ve Margarete Steffin çiftinin de sırdaşı olmuştur. Margarete Steffin Benjamin’e Mayıs 1934’te şöyle yazar: “B[recht] kahve masalarında ‘borusu öten’ kişi ve bu rolden mutlu değil gibi. Burada olmanı isterdi, bunu söyleyip duruyor ve sadece bencil nedenlerle değil.”
Benjamin-Brecht dostluğu pekişirken tüm kadınların bu durumu desteklemediği de bir gerçek: Walter Benjamin’in boşandığı eşi Dora Sophie Benjamin ve sonradan Adorno ile evlenecek olan Gretel Karplus da Benjamin’in sürekli Brecht’e çekilmesine tepki gösteren isimler arasındadır. Wizisla’ya göre Dora, bu ilişkiye gösterilen sempatiyi paylaşmıyordu. Wizisla’nın alıntıladığı, Paris’te kaldığı yeri değiştirmesini istediği mektubunda Benjamin’e şöyle yazar: “Bunu son derece pahalı bir seyahatle o berbat Brecht’e gitmekten çok daha iyi bulurdum. Ama neyin en iyisi olduğunu düşünüyorsan onu yap.”[8] Gretel Karplus da kelimelerini çok dikkatli seçerek, 27 Mayıs 1934 tarihli mektubunda Benjamin’e şöyle yazar:
Şu anda benim için onu [Brecht’i] etraflıca tartışmaktan daha önemlisi, bazen her nasılsa onun etkisi altında olduğunu hissettiğimi söylemek, ki bu senin için çok tehlikeli olabilir. Prinzenallee’de dilin gelişimi üzerine bir sohbet akşamında onun teorileri ile görüş birliğinde olduğunu canlı bir şekilde hatırlıyorum, o zaman bunu özellikle güçlü bir biçimde hissetmiştim. Bu konuyu görmezden gelmek için helak oldum çünkü bu ilişkinin senin için çok duygusal bir ilişki olduğunu düşünüyorum ve muhtemelen senin için oldukça farklı bir şeyi temsil ediyor, ama burada da ilave her yorum çok fazla olacak. Ve elbette o, şu anda yaşadığın zorluklar karşısında sana en fazla desteği veren arkadaşın. Hepimizi tehdit eden tecritten kaçmak için bu temasa ihtiyaç duyduğunu çok iyi anlıyorum, ama tecriti çalışmaların adına herhalde daha az tehlikeli görürdüm. Bu mektubu yazarak büyük bir risk aldığımı, belki de arkadaşlığımızı tamamen riske attığımı biliyorum, ama ancak uzun ayrılığımız beni bunları yüksek sesle söylemeye itebilirdi.[9]
İşin içine kuvvetli duygular girince erkek dostluğunun bildik kodları bazıları için tedirgin edici olmuştur. Brecht-Benjamin ilişkisi, Benjamin’in intiharı ile yarıda kalır. Wizisla, Benjamin’in ölümünün Brecht’in şiirlerinde faşizme yenilmiş olmanın da eşlik ettiği bir tür suçluluk duygusu ile belirdiğini söyler. Örneğin, “Hitler’den Kaçarken Kendisini Öldüren Walter Benjamin’e” şiirinde Brecht, hem uzun saatler satranç oynadıkları anları hatırlar ve anar hem de sürgünün Benjamin’i kitaplarını bir yanına alamadan kaçmak zorunda bırakan koşullarını dramatize eder:
Yıpratma taktiklerinden hoşlanırdın
Bir armut ağacının gölgesinde satranç oynarken.
Seni kitaplarından kovalayan bir düşman
Yenilmez bizim gibi birine.[10]
Aynı suçluluk duygusu, yaşadığı için bedel ödememiş gibi hissetme hali Brecht’in Amerika Birleşik Devletleri’nde dostunun ölüm haberini aldığı anı naklettiği “Eleştirmen Benjamin, nerede?” şiirinde de görülür:
Benjamin nerede, eleştirmen olan?
Warschauer nerede, radyocu olan?
Steffin nerede, öğretmen olan?
Benjamin İspanya sınırında toprağın altında.
Warschauer Hollanda’da toprağın altında.
Steffin Moskova’da toprağın altında.
Ben Los Angeles’da bomba hangarlarının yanından geçiyorum arabayla.
Her ne kadar kısıtlı sayıda olsalar da Wizisla’nın üzerinde çalışabileceği mektupların bugüne kadar gelebilmiş olması, bu arşivin korunmuş olması büyük bir şans; bu metinler bize geçmişi incelemek ve yaşananları daha iyi anlamak adına yeni ufuklar açıyorlar. Kitapta incelenen metinler, erkek sosyalleşmelerini araştırırken okul, yatılı okul gibi kurumsal mekânlara bakan, futbol veya diğer spor dalları gibi fiziksel aktiflik durumlarından hareket eden araştırmacılara da önemli bir uyarı niteliğinde. Çünkü buradaki çerçeve bize nasıl bir sahada çalışıyor olursak olalım, mektup çözümlüyorsak bile, satır aralarını okumak gerektiğini söylüyor ve bazen yazılanlar kadar, silinen, görünmez kılınan, oto sansüre uğratılanların da bilinmesi gerektiğini, gerçeğe ancak bu şekilde dokunabileceğimizi hatırlatıyor. Erkekliklerin sosyal çekimserliklerle örülü ve duygusal dışavurumun azlığıyla belirlenen “şizofrenik” dünyasına sızabilmek için yazılanlardan çok yazılamayanları bilmeye ihtiyacımız var. Bir türlü yazılamayanın yazılanın içine sızışlarını takip etmeye ve tanımaya.
Ana görsel: Walter Benjamin, soldan ikinci ve Bertolt Brecht ortada. Le Lavandou, France, 1931.
[1] Asja Lacis, Revolutionär im Beruf. Bericht über proletararisches Theater, über Meyerhold, Brecht,Benjamin und Piscator, Ed. Hildegard Brenner, Münih, 1971. s. 59.
[2] Eve Kosofsky Sedgwick. Between Men: English Literature and Male Homosocial Desire. (1985) https://evekosofskysedgwick.net/
[3] Çeviri için Alper Yağcı’ya teşekkürler; her zaman çeviri çabasını eğlenceli bir hale getirmiştir.
[4] Edmund Wizisla. Walter Benjamin ve Bertolt Brecht: Bir Dostluğun Hikâyesi. Çev. Çimen Günay-Erkol.
[5] Aktaran Wizisla, Arendt, Men in Dark Times, s. 165.
[6] Edebiyatta kadınların uzlaştırıcı rollerine ilişkin bir tartışma için Wizisla şu referansı verir. Chryssoula Kambas: “Walter Benjamin – Adressat literarischer Frauen”, Weimarer Beiträge (Vienna), vol. 39, no. 2, 1993, ss. 242–57.
[7] Aktaran Wizisla, SW, vol. 2, ss. 476–7.
[8] Aktaran Wizisla, Dora Sophie Benjamin’den Benjamin’e, 5 Aralık 1937, WBA 18⁄18.
[9] Aktaran Wizisla, Karplus’tan Benjamin’e, 27 Mayıs 1934, GB IV, s. 442. Orijinal mektuptaki şu cümle baskıda yoktur: “Bağışla beni, yapabilirsen, eğer çok ileri gittiysem” (WBA 2/12v).
[10] Alman orijinallerinden karşılaştırarak şiir çevirileri için bana destek olan Hilmi Tezgör’e minnettarım.