Hollanda’daki Eye Film Müzesi’nin sessiz sinema küratörü Elif Rongen-Kaynakçı ile birkaç ay önce ilk bölümünü yayınladığımız röportajın devamını sunuyoruz.
Elif, bize geçen sefer tarih yazımının ve film yapımına yaklaşımların erilliğini, ulusal sinema tarihi paradigmalarıyla silinen kadınları ve bu eksikliği kapatmak adına tek tek öne çıkarıp kahramanlaştırmaya çalıştığımız kadın sinemacıları eleştirel bir perspektiften anlattı. Bu hafta ise sinema araştırmalarının —ve hatta Mark Cousins ve Pamela Green’in de belgeselleriyle—film yapımının da aldığı tarihsel dönüş, film arşivlerinin bu noktada kazandığı önem ve bu tarihsel dönüşle bize hediye gibi gelen kadın komedyenlere odaklanıyoruz.
Film arşivciliğinin sinema araştırmalarında önem kazanmaya başlaması 1978’deki FIAF (Uluslararası Film Arşivleri Federasyonu) konferansı sonucu oluyor. O döneme kadar sessiz filmlere çok aşina olmayan bir grup sinema araştırmacısı bu filmleri seyretmeye ve seyrettikçe de aslında sinema tarihinin o döneme kadar yazıldığı gibi olmadığını anlamaya başlıyorlar. Bütün bunlarla beraber sinema tarihi revize edilmeye başlanıyor. “Erken sinema” ve “sessiz sinema” yepyeni birer araştırma alan olarak gelişim gösteriyor. Sinemanın benim “Harikalar Sineması” diye Türkçeye çevirmeyi tercih ettiğim ve film araştırmacısı Tom Gunning tarafından “Cinema of Attractions” diye adlandırılan bu erken döneminden itibaren kadın komedyenlere rastlamak mümkün. Bu komedyenlerden bir kısmının ismini dahi bilmiyoruz, Mabel Normand gibi bir kısmının ise filmlerinin kredileri kendileri yerine Charlie Chaplin gibi erkeklere verildiği için yaptıkları ya da yönettikleri filmlerden emin olamıyoruz.
Revizyonist bir sinema tarihçiliği, dinamizmini yalnızca eleştirel teoriyle kendini güncellemesine değil aynı zamanda film arşivlerinin her geçen gün yeni sessiz filmleri bulup restore etmelerine de borçlu. Bu sayede sinema tarihi de aslında sürekli kendisini yeniliyor. Böylelikle de örneğin ulusal sinema ya da auteur sineması gibi paradigmaların eskimişliğini öğreniyoruz. Ya da Elif’in de Beykoz Kundura’daki söyleşide ve sunumunda vurguladığı üzere sessiz dönem sinemasında kadın oyuncular kamera karşısında oynamaktan çok daha öte katkılarda bulunuyorlardı. Mary Pickford örneğindeki gibi, kendilerine biçilen stereotipik kadın karakterleri beğenmedikleri için kadın senaristlerle çalışıyor, senaristlerini kendileri seçebilmek için de prodüktörlük yapıyorlardı.
Gerisini Elif’ten dinleyelim.
Brighton’daki meşhur FIAF konferansıyla beraber film arşivlerinin görünümü ve ulaşılabilirliğinin arttığını biliyoruz. Bunu Eye Müzesi ve arşivle ilişkinle birlikte değerlendirebilir misin bizim için?
O konferansa Nederlands FilmMuseum ismiyle bizim o zamanki küratörlerimiz de katılmıştı. Biz genç nesiller orada olmadığımız için bugün dönüp baktığımızda neredeyse anlaması güç bir mucize bu. O dönem için çok genç sayılabilecek akademisyenler ve yine arşivlerden gelen, genç diyebileceğimiz bir ekip var konferansta. O güne dek adeta hiç birbiriyle ilişkide olmamışken bir araya gelip bilgece bir bağ kuruyorlar ve sanki bir ant içmişler gibi birlikte harekete geçiyorlar. Bir buluşmanın bu kadar çok sonuca yol açması inanılmaz. Arşiv ile birlikte de akademik dünya değişti. Gerçekten bir milat. Herkes bunu böyle kabul ediyor. Ama bu kadar insanı ne, nasıl bir araya getirdi? Nasıl bir güç vardı ardında? Bence bunlar araştırılmalı ve daha çok bilinmeli.
O sene bazı ülke arşivleri devletten daha çok para aldı ve daha fazla film mi restore etti?
Hollanda açısından söylemek gerekirse evet, o bu trendi takip etti. Brighton’da gerçekleşen konferansın ardından böyle bir ihtiyacın olduğu tespit ediliyor. Bunun verdiği şevkle onu takip eden senelerde —belki doğrudan ilişkili olmayabilir ama—böyle bir ihtiyaç hissedildiği için hükümetten yardım isteniyor. İkna için de “bakın bizim elimizde çok materyal var, bunları değerlendirmeliyiz,” deniyor. Akademisyenlerin bu filmleri kullanma isteği bile fon isterken elde bir kozdur. Dolayısıyla 1980’lerde Hollanda’da fon almak için, daha çok arşivlerin film dolu olduğu ancak bunların hiçbirinin görülmediği vurgusu yapılıyordu. Fonlar elde edilince kullanılmayan film kutuları da açılmaya başlandı. Bunlar üzerinde çalışacak eleman da alındı. Bir anda arşiv büyümeye başladı böylelikle. Desmet koleksiyonu örneğin 1958’de bizim arşivimize devredilmiş. 80’lere kadar bunların hepsi kutu kutu çok basit envanterler halinde duruyor. 80’lerde artık sırf Desmet koleksiyonu için yeni bir küratör alınıyor. İnanıyorum ki, Desmet koleksiyonu ile önümüzdeki dönemlerde tarihi yeniden revize etmeye devam edeceğiz.
Kadınların sinemadaki tarihine buradan geri dönecek olursak mesela sen Uluslararası Kadınlar ve Sinema Tarihi (Women and Film History International) organizasyonunun da yönetim kurulundasın ve Kadınlar ve Sessiz Perde (Women and the Silent Screen) konferanslarında da küratörlük yapıyorsun uzun zamandır. Bize kadınların sinema tarihiyle olan ilişkinden bahseder misin biraz?
Evet iki dönemdir sürdürdüğüm bir görev ama yönetime girmeden önce de orada aynı şekilde çalışıyordum. Benim buradaki şansım, az evvel konuştuğumuz 80’lerde ekilmiş tohumları biçmek oldu. Tamam filmler o zaman restore edilmiş belki ama bir küratör ben bu filmi “sevdim” dediği için restore etmişizdir onları. Bugün, diyelim ki, kadın çalışmalarında ortaya çıkarılmış adını hiç duymadığımız bir aktris var. Yeni keşfediyoruz kendisini. İşte burada araştırmacılarla birbirimizi bulma anı çok önemli. Araştırmacı diyor ki örneğin, “Ben Valentina Frascaroli diye bir isme ulaştım. Bu kadın benim görebildiğim bir ya da iki filminde çok inanılmaz bir oyunculuk sergilemiş, müthiş bir komedyen.” Amacımız, başka filmlerini de bulabilmek oluyor bu durumda. Örneğin, Marianne Lewinsky bir küratör ve programcı olduğundan onun isteği filmlerini bulup bu kadına yönelik bir program yapmak, filmlerini göstermek oluyor. Peki ismi duyulmamış bir insanı nasıl araştırabiliriz, kataloglarda nasıl arayabiliriz? Birinci şansımız şu: Biz o filmleri oyuncuyu tanımayışımıza rağmen zaten restore etmişiz. Bu anlamda, bu tarz araştırma yapanlar bize geldiğinde gerçekten eli boş dönmüyor diyebilirim. Hiçbirimizin haberdar olamadığı bir filmi bulup belki subjektif bir nedenle restore etmişizdir ama bugün baktığımızda akademik bir araştırmaya kaynak oluşturabiliyor o film.
Demek istiyorum ki, herkes devamlı sinema tarihinde tekrar edilen isimlere ağırlık verseydi tarih hiçbir yere gitmeyecek, hep aynı isimler etrafında dönecekti. Halbuki, burada elimizde filmler var artık. Ben de, bugünün teknolojisi de düşünüldüğünde, hızlıca bunların linkini paylaşabiliyorum. Kadın araştırmalarında da o buluşma çok seneler öncesinden yaşanmış, araştırmacılar biliyorlar ki bize geldikleri bir konuda büyük ihtimalle elleri boş dönmeyecekler. Bizim arşivde de benimsediğimiz politika, tanınmış sinemacılara değil, unutulmuş isimlere, daha da ihmal edildikleri için özellikle kadınlara ağırlık vermek. Örneğin, bir Charlie Chaplin restorasyonuna kesinlikle para harcamıyoruz çünkü zaten bunu yapmaya hevesli fazlasıyla kurum var. Filmleri restorasyon gören bu yönetmenleri listelediğimizde görüyoruz ki, hepsi erkekler. Bugün, artık kısıtlı olan fonları hiç olmazsa bilinmeyen insanlara, mesela Rosa Porten’a aktarabilsek ne kadar güzel olacak. Mesela, feminist sinema tarihçisi Maggie Hennefeld ile birlikte konferanslara katılmamız, film programları düzenlememiz gene elimizde bu filmlerin olmasıyla mümkün oluyor.
Maggie Hennefeld (ve Laura Horak) ile beraber hazırladığınız Kötü Kadınlar (“Nasty Women”) komedi seçkilerinden bahseder misin?
Elimizdeki Desmet koleksiyonundan festivallere tematik programlar yapıyorum ve böylece halihazırda restore edilmiş bir filmi, nihayet festival kataloğuna dahil etme şansım oluyor. Maggie de buradaki potansiyeli görüyor, böylece buluşuyoruz. Bu işbirliğinde, benim kısa komedilerle yıllardır süren ilişkim ve ikimizin de ismini bilemediğimiz kadınları yeniden keşfetme azmini taşıyor olması etkili oldu. Mesela Valentina Frascaroli dedik, onunkileri, Sarah Duhamel filmleri gibi filmleri izleyerek geliyor Maggie de. Asıl mesele sonra bunların etrafında bir kuram geliştirebilmek tabii. Maggie’nin yeteneği filmleri güncelleyip, farklı bir mercekten okuyabilmek. O ve Laura Horak ile Kötü Kadınlar projesi için çalışırken örneğin Madame Plumette’in Hıncı filmine denk geldik. Filmde, gördüğümüz kadın çığırından çıkmış vaziyette, her karşısına çıkanı dövüyor ve azarlıyor. Maggie seyretti ve filmin premenstrual sendromla ilgili olduğunu anlayıverdi. Çok doğru bir okuma, öfkeli bir kadın deyip de geçebilirdik ancak bu okumayla bir bağlama oturdu. 1912 senesinde pms ile ilgili bir film yapılmış olduğunu öğreniyoruz biz de. Gözümde filmin değeri bir anda arttı bu okumayla birlikte. Filmde bir sahnede kocası Madam Plumette’e mektup yazıyor; ki mektubu da Maggie deşifre etti: “Sen bu sıkıntılardan kurtulana kadar ben balık tutmaya gidiyorum.” Oradan anlıyoruz ki adam biliyor durumun ayda bir geleceğini ve geldikten sonra geçene kadar uzak duruyor. Tabii böyle bir bağlama oturtmak için ille de akademisyen olmak gerekmiyor, ufkunun açık olması ve izlediğin çerçevenin sağlam olması çok önemli. Maggie buradan yola çıkarak bunun üzerine teori geliştiriyor. Üstünde çalışmakta olduğu kitabı “histeri” krizi hakkında, mesela Türkçede de olan bir deyim, “gülmekten ölmek,” temalardan biri. O bunu alıp tarihi araştırma yapıyor: “Gülmekten ölmek” ne demek?
Ve gülmekten ölmeyi konu alan filmler var.
Evet, bu konuda filmler ve gazete makaleleri var sinema tarihini de önceleyen. Mesela 1880’de yazılmış bir gazete haberi var; kadın Vodvil Tiyatrosuna gidiyor ve gülmekten çatlayıp ölüyor. Şimdi bunun arkasında ne aramalıyız, bu gerçek olabilir mi diye soruyor örneğin Maggie de. Daha doğrusu medikal bir gerçeklik olabilir mi? Bunun bir teşhisi var mı yoksa bunun adı “histeri” mi?
Evet, bir yanlış teşhis olarak histeri, değil mi?
Tabii tabii. Histerinin semptomları, listeleri de var kaynaklar arasında. 1890’ların 1900’lerin doktor listeleri histeriyi tarif ediyor, semptomlar arasında “roman okumak” da var mesela. Bunlar çok ufuk açıcı araştırmalar, üstelik artık sinema tarihini de aşmış durumda. Meseleyi günümüze getirmeye çalıştığımızda da, mesela Maggie “Kötü Kadınlar” sunumunu yaparken Bülent Arınç’ın kahkaha gafını da kullanıyor. Bakın başka bazı ülkelerde de var bu bakış demek için. Amerikalı bir akademisyen olarak onun derdi daha çok Trump’la ama Trump olsun, Bülent Arınç ve benzerleri olsun hâlâ daha bu söylemi tehditkâr bir şekilde sürdürmeye devam ediyorlar. Ama asıl konu, bunu 1912’de yapılmış bir filmden yola çıkıp buralara getirebilmek.
Madam Plumette’i oynayan kişiyi biliyor muyuz?
Tabii, bir soru da Madam Plumette’i oynayan kim? Gizli miydi yoksa unutuldu mu? Her ay ya da her hafta “gelin Madam Plumette’in yeni macerasını izleyin” diye bir trend mi vardı? Hizmetçinin rolü de filmle ilgili başka bir ilginç konu. Bu rol sinemada çok önemli çünkü Madam Plumette filmindeki gibi isyankâr ya da ortalığı birbirine katan hizmetçi, alt sınıftan gelen bir anarşizm gibi de yorumlanabiliyor. Madam Plumette kimseyi es geçmediği gibi hizmetçisini de dövüyor. Hizmetçisi rolünü oynayan kadının kimliğini de ben buldum. Ellen Lowe diye yine adını iyi bilmediğimiz Vodvilden gelen bir aktris. Madam Plumette’i tanımıyordum ama hizmetçisini tanıyorum! Ellen Lowe da bu filmde hizmetçi olarak çok ilginç bir rol üstleniyor. Plumette herkesi dövüp pencereden falan atarken, Lowe kenarda durup ona gülüyor. Ben onun bir “sidekick” olduğunu ve bu ilişkiyi incelememiz gerektiğini düşünüyorum. “Gördün mü adam nasıl dayağı yedi?” dercesine dönüp seyirciye bakıyor.
Bitirirken; işte bu tarz adını bilmediğimiz, oyuncusunu tanımadığımız arşiv filmleri sanki arşivci ile araştırmacının, programcıların ortak çalışmaları için en verimli konuları barındırıyor. Hatta belki şöyle de diyebiliriz; bu tarz filmler üstünde çalıştığımız zaman (isimiz restorasyon olsun, kitap yazmak olsun, film gösterimi düzenlemek olsun) birbirimizin bilgisine, konuya hakimiyetine filan muhtacız. Çünkü bu konuları araştırabilmek aslında mümkün değil, adını bilmediğin oyuncu hakkında bir şeyler yapabilmek çok zor… Brighton konferansı arşivlerle araştırmacıları buluşturdu diyoruz ya, o günden bugüne daha önce yazılan sinema tarihi kitaplarında bahsi geçmeyen filmler, hatta iki cümleyle atlanan janrlar ve dönemler ayrı ayrı tez konusu olmaya başladı artık.
Bu yolda ilerlemeye devam ettiğimizde karşımıza çıkan sorunsallardan biri de adı bile unutulmuş oyuncular. İşte, örneğin hâlâ adını bilmediğimiz Madam Plumette, “Leontine” karakterini oynayan oyuncu ve yakın zamana kadar yine kim olduğunu bilemediğimiz 1912-1913’te çekilmiş Cunegonde dizisinde başrolü oynayan kadın. Bir arşivci olarak bu isimleri bilmemek beni rahatsız ediyor, çünkü elimizde filmleri var, fakat ben kataloğumuzda bu filmlerde oynayan oyuncu adı giremiyorum! Senelerce aradık bulamadık, fakat nihayet bundan iki yıl kadar önce, yapacağım bir sunum için konuya daldım ve son yıllarda internete eklenen yeni veritabanları vs. sayesinde bu kadının kim olduğunu buldum; gerçi bulduğumuz ismi hâlâ bir mahlas gibi, “Little Chrysia” diye geçiyor, yani gerçek ismini bilemiyoruz ama en azından bu isimle tanındığını bulabildim. Şimdi bu isimden yola çıkarak araştırdığın zaman bu oyuncunun aslında sadece Cunegonde dizisinde değil, başka rollerde de oynadığı, hatta başka şirketler için çalıştığı, en önemlisi de belki de aslında tiyatro oyuncusu olarak daha çok tanındığı ortaya çıkıyor. Elimizdeki sekiz filmden yola çıkmıştım, Cunegonde dizisinde toplam 25 film yapıldığı biliniyordu (çoğu hâlâ kayıp). Şimdi Little Chrysia ismi çevresinde, yani onun oynadığını ispatlayabildiğim 50 kadar film oluştu. Bu şekilde bu kadının kariyerini bulmaca gibi bir araya getiriyoruz yavaş yavaş.
Son senelerde yaptığım bu tür araştırmalar aslında sinema tarihine bazen çok dar bir açıdan baktığımıza ikna etti beni. Aslında sinema ile diğer operet, bale gibi sahne sanatları ve sirk, lunapark vb eğlence gelenekleri arasında kesinlikle çok daha derin bağlar var. Biz artık o kültürlerin içinde yaşamadığımız için birçok referansı kaçırıyoruz, oysa eminim ki o zamanın izleyicisi bu bağları kurmakta hiç zorlanmıyordu. Nitekim, örneğin, bugün biz Lady Gaga’nın hem oyuncu hem şarkıcı olduğunu biliyoruz, onu bir filmde izlerken bir yandan da aynı kişinin gelecek ay bir stadyumda konser vereceğini biliyoruz ve bu iki özellik birbirini dışlamıyor, güçlendiriyor, zenginleştiriyor. Ne yazık ki, unutulmuş insanların kariyerlerini bu şekilde kavrayabilmekten uzağız henüz. Belki de o yüzden hâlâ “yaratıcı deha” auteur kavramına tutunmak hem kolayımıza hem de işimize geliyor!
Kapak Görseli: Madame Plumette’in Hıncı‘ndan bir sahne.