Gülseren Budayıcıoğlu her yerde. Ankara’da bir, İstanbul’da ise iki psikiyatri kliniğine sahip olan bu ruh sağlığı imparatoriçesinin, danışanlarının terapi seanslarında önüne serdiği duygu dünyaları ve hikayeleri üzerine yazdığı kitaplar çok satanlar listesinde; marketlerde, uzun yol dinlenme tesislerinde, havalimanlarında. Yine bu kitaplardan uyarlanan bir değil, iki de değil tam üç dizi ekranlarda, reyting rekorları kırıyor. Gülseren Budayıcıoğlu sosyal medyada, Ayşe Arman’ın sitesinde ve hafif bir gündem yazısı yazmak isteyen herkesin kaleminde. Peki bu muazzam ticari başarı, bu yoğun kamuoyu ilgisi bize ne söylüyor? Bu yazıda bunu irdelemeye çalışacağım.
Gülseren Budayıcıoğlu tartışmalı bir figür, diyebilmek isterdim fakat bir tartışmadan bahsedebilmek için önce eşitler arası bir diyaloğun ortada olması gerekiyor. Oysa şu anda, bir tarafta Gülseren Budayıcıoğlu var; geniş bir tanıtım çalışmasıyla adeta bir amme hizmeti yapıyormuş gibi lanse ediliyor, bir psikiyatri dehası olduğu ima ediliyor ve danışanlarına, halka yardım etmek için elinden geleni yaptığı, şiddeti üreten psikolojik mekanizmalara karşı savaş açtığı iddia ediliyor. Pek çok seveni, hayranı var; Acun bile onunla yaptığı kahvaltıdan selfi paylaşıyor. Diğer tarafta ise meslek uzmanları, danışanlar ve yanında çalışma talihsizliği yaşamış genç psikologlar duruyor ve aslında işin hiç de görüldüğü gibi olmadığına dair bilgileri yaymaya çalışıyor. Aralarında, bir yazı paylaştığı için işine son verdiği, kendisine dava açmış meslektaşları da var. Gülseren Budayıcıoğlu, tüm bu sebeplerle ara ara sosyal medyanın gündemine düşüyordu. Fakat sezona hızla giren dizileriyle birlikte, kendisine dair soru işaretleri önce Yiğit Karaahmet’in Ekranella için yazdığı ve terapi alan bir kişi olarak, danışanlar üzerinden anlatılan bu hikayelerin televizyonda anlatılmasına dair etik kaygılarını dile getirdiği yazısıyla yaygınlaştı. Daha sonra Bawer Murmur, kendi Twitter hesabında bir zincir paylaşarak, Budayıcıoğlu ile ilgili kamusal ortamda yer alan bilgileri derledi. Ruh sağlığı uzmanları zaten bir süredir bu alanda hiçbir standardın ve yasal düzenlemenin olmayışının sonuçlarını tartışmaya açmaya çalışıyordu. Murat Paker’in kendisine açılan taciz davasından aklanmak için danışanının tüm bilgilerini mahkemeyle paylaşmasından, eşcinselliği tedavi etme vaadi sunanlara, hiçbir formal eğitimi olmayan ancak danışman olarak bu alanda var olan kişilerden, “surelerle terapi” hizmeti veren psikologlara, bu konuda endişeli kurum ve uzmanların söylediklerine göre, toplum olarak ruh sağlığımız bir sirke emanet.
Ve şayet bu bir sirkse, Budayıcıoğlu’nun da işinin ehli bir illüzyonist olduğu söylenebilir. Bilimsel bir disiplini, insanlara yardımcı olmak için geliştirilmiş bir pratiği alıyor ve onu muhafazakar neo-liberalizme uygun bir tüketim nesnesine dönüştürüyor. Örneğin “patern” gibi terimler kullanmak yerine, kendisinin keşfettiğini söylediği “kader motifi” diye bir ifadeyi tercih ediyor. Hepimizin eşsiz birer insan olarak yaratıldığımızı ve kader motiflerimizin de parmak izlerimiz gibi biricik olduğunu iddia ediyor. Hakkında yapılan tüm suçlamaları kabul ediyor fakat bunların birer suç olmadığını söylüyor. Örneğin, eşcinselliğin günah olduğunu söylediğine dair iddiaları, Ayşe Arman’a verdiği röportajda şöyle cevaplıyor: “Asla, asla, asla! ‘Günahın Üç Rengi’ diye bir kitabım var. Orada bir eşcinsel, bir fahişe, bir de mazoşist anlatıyorum. Üç ekstrem vaka. Ama hepsini severek kucağımda taşıyarak anlatıyorum.”
Budayıcıoğlu, sadece duymak istediğini duyan ve söylenmesi gerekeni söyleyen, kendi haklılığıyla ilgili hiçbir şüphe duymayan ve savaşmanın imkansız olduğu o insanlardan. Evet, çalışanlarının kıyafetlerine karışmıştı ama yol göstermek, onları daha iyi psikologlara dönüştürmek için yapmıştı. Evet, çalışma koşullarından şikayet eden çalışanlarını da kovmuştu ama ya ne yapsındı böyle bir ihanet karşısında, evladı gibi sevmişti her birini. Evet, asistanının şişmanlığından bahsediyor ve hatta ona isimler de takıyordu ama ne vardı ki bunda, kızın itirazı yoktu yani. Evet, danışanları kitap yazmaya başladığında kendilerinden bahsedileceğini düşünerek çok korkmuşlardı ama sonra hepsi bayılmıştı bu duruma. Zaten yazdığı insanlardan izin de almıştı. Hoş, bu izne dair elimizde kendi beyanı hariç herhangi bir veri yok ama yapılmış bir şikayet de yok. Nasıl olsun ki? Herhangi birinin şikayetçi olabilmesi için önce o yazılanların kendi hayatı olduğunu kabul etmesi, yani kendi kendini ifşa etmesi gerekiyor. Budayıcıoğlu bizim bunu akıl edemeyeceğimizi mi düşünüyor da bu kadar rahat konuşuyor, yoksa hakikaten söylediklerine inanıyor mu, bunu anlamak imkansız. İllüzyona maruz bırakılan bizler miyiz, yoksa aslında kendinden büyülenen kendisi mi? Budayıcıoğlu’nun kendisi, maruz kalanlar için başlı başına bir terapi meselesi.
Budayıcıoğlu’nun duymaktan sıkıldığımız ismi bir tarafa, ruh sağlığı her zamankinden daha çok gündemimizde, özellikle de toplumsal olana dair söz söylemek isteyen politik insanların gündeminde. Artan intiharlar ve yaşamdan vazgeçen insanların arkasında bıraktıkları sözler bizleri bu alanda düşünmeye zorluyor. Sadece başkaları için değil, kendimiz için de sık sık bu konuları düşünüyoruz. Bu dünyada, bu ülkede, bu ailede, bu bedende doğmasaydım; yine bu kadar çaresiz hisseder miydim? Bu soru gözyaşlarıyla uyandığımız bir sabahta, banka hesabımızın sıfırı gördüğü bir ayın 15’inde, sevdiğimiz adamdan yediğimiz tokadın ertesinde aklımıza üşüşüyor. Bir dönem sosyal medyada çok paylaşılan “depresyon değil kapitalizm” sloganını hatırlayalım. Tüm bu sorulara kesin, net ve üstelik yerinde bir cevap veriyor. Oysa kabul edilmesi daha zor olan cevap şu olurdu: Bazen hem depresyon, hem de kapitalizmdir. Ve elbette patriyarkadır da. Bizler, yaşamı savunmak isteyenler, ruh sağlığının çok boyutlu, hem toplumsal hem de öznel yapısı üzerine düşünmek zorundayız.
Ve ruh sağlığının ne denli cinsiyetli bir alan olduğunu da kabul etmek durumundayız. Kadınlar, erkekler ve iki cinsiyetle tanımlanmayanlar, sisler ve translar, heteroseksüeller ve eşcinseller olarak, aynı dünyayı bambaşka şekillerde deneyimleriz. Yoksulluğu, şiddeti ve yalnızlığı beraber yaşar, bunlarla başka şekillerde baş ederiz. Kimilerimizin sahip olduğu kültürel sermaye, duygularımızı anlamlandırmamıza yardımcı olurken, bunların toplumsallığını görmek bizi daha da çaresiz hissetmeye yöneltebilir. Fakat ortaklaştığımız bir konu var ki o da, ruh sağlığı hizmetlerini karşılayacak parayı da zamanı da bulamıyor oluşumuz.
Tüm bu tabloya baktığımızda, şiddet travması ya da benzeri patriyarkal baskılar ve yoksulluk gibi sebeplerle, yaşamını sürdüremeyecek, kendine ve/veya bakımından sorumlu olduğu kişilere zarar verecek kadar yoğun psikolojik sıkıntılarla baş eden, alt sınıftan bir ev kadının alabileceği yardım ne düzeyde? Muhtemelen, bir devlet hastanesinde, o gün belki onuncu hastasını görmekte olan bir psikiyatristle yarım saatlik bir muayene sonrasında yazılan, fiziksel olarak hayli sarsıcı ilaçlarla dolu bir reçete ile eve dönmek ve bir profesyonele sorunlarından bahsedebilmek için bir ay daha beklemek, bu kadınların karşısına çıkan tablo oluyor. İşte Budayıcıoğlu’nun ticari başarısı, tam da sistemdeki bu boşluğu yansıtıyor.
Budayıcıoğlu’nun kitaplarından uyarlanan Masumlar Apartmanı, obsesif kompulsif bozukluktan muzdarip bir karaktere genişçe yer veriyor. Her bir ıspanak yaprağını üç kez sabunla yıkayan ve Ezgi Mola tarafından canlandırılan Safiye karakteri, kadınlar için oldukça tanıdık aslında. Çoğumuz, ailesinde ya da çevresinde, belki Safiye kadar yoğun olmasa da, temizlik ve hijyene dışarıdan anlaşılmaz bir takıntı geliştiren kadınlar tanırız. OKB, alıkoyulmaya dair travmaların, özellikle de cinsel şiddet travmalarının sonrasında ortaya çıkabilir. Temizlik, belli eylemleri tekrar tekrar yapmak, içinden sayılar saymak gibi OKB semptomları, her an beklenmedik tehlikelere açık olduğumuzu hissettiğimiz bu dünyada bizlere bir kontrol hissi verir; fakat hissin kendisi bir noktadan sonra bizi kontrolü altına alır. OKB, dizi izleyicilerinin büyük bir bölümünü oluşturan ev kadınları arasında oldukça yaygın. Safiye gibi pek çok kadın, kamusal alanın tehlikelerine, pisliğine karşı evlerini bir güvenlik, temizlik ve kontrol mabedine dönüştürmeye çalışırken kendilerini tüketirler. Safiye’nin bu tanıdıklığı, dizi izleyicileri için oldukça cazip olmalı.
Masumlar Apartmanı’nı izleyenler, dizinin iyi yazılmış ve nihayetinde patriyarkal ilişkileri onaylamayan, bilakis onları dert eden bir drama olduğunu söylüyorlar. Türk dizilerinde aşina olduğumuz romans, sınıf farkları gibi konular öyküye yediriliyor ve ortaya bir reyting makinesi çıkıyor. Öte yandan Kırmızı Oda’nın başarısı ise çok daha şaşırtıcı. İlk dört bölümünü izlediğim Kırmızı Oda’da henüz romantik bir plot mevcut değil ki, en son hangi Türk dizisinde böyle bir durumla karşılaştık, bilemiyorum. Senaryo, tamamen diyalog üzerine kurulu uzun sahnelerden oluşuyor ve tüm dizi neredeyse tek bir mekanda, Budayıcıoğlu’nun seanslarını gerçekleştirdiği, kitaplarında da sıkça bahsettiği kırmızı odada geçiyor. Bir kaç danışanın haftalık terapi seanslarına davet ediliyor, onlarla birlikte geçmişe dönerek sıkıntılarının kaynağını anlamaya çalışıyoruz. Budayıcıoğlu, Binnur Kaya tarafından canlandırılıyor ve Kaya’nın oyunculuğu takdir toplasa da, karakterin yazılışı (ki Budayıcıoğlu’nun kitaplarında anlattığı kişiliği, “teknikleri” birebir referans alınarak yazılıyor) ruh sağlığı uzmanlarına saç baş yolduruyor.
Bilindiği gibi terapistler pek çok farklı ekolü takip ediyor ve hepsinin danışanlarına yardımcı olmak için kullandığı çeşitli teknikler var. Fakat Budayıcıoğlu, şayet bir tekniği takip ediyorsa bile, bu tekniği kendisi yaratmış olmalı. Binnur Kaya danışanlarıyla birlikte ağlıyor, yeri geliyor yerlere kapaklanıyor; onlara sarılıyor, başlarını göğsüne yaslayıp onları teselli ediyor. Fenalaşırlarsa ellerinden tutup balkona çıkarıyor. Azarlıyor, yer yer tercihlerini yargılıyor. Karşılıklı birer şekerli kahve içiyor. Onlara karşı duygularını açıkça söylüyor. Bütün bunlar eksikliğini duyduğunuz bir annenin, bir arkadaşın sizlere sunabileceği şeyler, bir terapistin değil. Aslında hayatında terapi görme fırsatı olanlar bilir ki, terapistlerimizle ilgili çok az veriye sahip olur, duygularına dair çok az şey biliriz. Danışanlar için bomboş bir sayfadır terapistler, o boş sayfaya girift bir ilişkiyi aktarırız ve çözümü de buradan başlatırız. Bu aktarım pozitif olabilir, negatif olabilir ve bazen erotik de olabilir. Terapistlerimizi sever yahut onlardan nefret eder, bazen de arzularız. Üstelik sıklıkla o boş sayfanın da bize bir takım duygular beslediğini zannederiz, oysa bu gerçek değildir ve bunu gördüğümüzde sorunumuzu da görmüş oluruz. Bu duygular aslında yakınlık kurmaya, kendimizi açmaya çalıştığımız insanlara karşı duygularımızdır. Terapistimiz annemiz ya da arkadaşımız değildir, olmamalıdır da.
Budayıcıoğlu sık sık, ruh sağlığı yardımı almaya dair toplumsal yargıları kırmaya çalıştığını söylüyor. Evet belki dizilerini izleyen insanlar hakikaten de terapi görme fikrine daha sıcak bakıyor olabilir ancak böyle bir şeye yeltenirlerse, büyük bir hayal kırıklığı yaşayacaklar gibi gözüküyor. Binnur Kaya’nın karakteri sık sık danışanlarını ne kadar ama ne kadar çok sevdiğinden bahsediyor ki bu izleyiciler için yıkıcı sonuçları olabilecek bir algı yaratıyor. Terapiye sevgi görmek için değil, sevgiyi verebilen ve alabilen insanlar olmayı öğrenmek için gitmiyor muyuz?
Tabii gidebilecek kadar şanslıysak. Terapi, akut bir sıkıntıyı kısa sürede ferahlatabilir ancak yaşamınızı değiştirecek gerçek sonuçlar almanız, yani tedavi olmanız uzun yıllarınızı alabilir. Var olan en pahalı sağlık hizmetidir ve alt sınıflar gittikçe daha umutsuz bir ruh durumuna sürüklenirken bu konuda yardım alabilme ayrıcalığı da gittikçe daha üst sınıflara kayar. “Kırmızı Oda”nın karakterleri, yıllar boyu terapi görmelerini gerektirecek travmalarla baş etmeye çalışıyor. Dizi, bazen Budayıcıoğlu tarafından seslendirilen ve Star Wars’ın ikonik akan yazısını andıran bir şiddet karşıtlığı manifestosuyla başlıyor. Şöyle diyor bu ses: “Dünyanın hiçbir ülkesi, şiddeti sadece yasalarla, verilen ağır cezalarla önleyemedi çünkü şiddet çocuklukta öğrenilen ve zamanla alışkanlık haline gelen kötü bir davranış biçimidir. Hayatının bir döneminde fiziksel ya da psikolojik şiddet gören ya da şiddete tanıklık eden çoğu insan daha sonra bu şiddeti başkalarına da uygular ya da onlara şiddet uygulayacak insanlar alır hayatlarına.”
Manifesto, “hep birlikte şiddete ‘dur’ diyelim” sözleriyle sona eriyor. Söylediklerinde itiraz edebileceğimiz pek bir şey yok, tabii İstanbul Sözleşmesi için savaşmak zorunda olduğumuz bu günlerde, “yasaların ve ağır cezaların” şiddete çözüm olmayacağını söylemenin niyetini sorgulamamayı seçersek. Kırmızı Oda’da hayatını anlatanlar, karısı ve çocuklarına sistematik olarak şiddet uygulayan Mehmet hariç, kadınlardan oluşuyor. Annesi toplum tarafından ahlaksızlıkla damgalanan ve bu damgayı ömrü boyunca taşıyan Meliha; Mehmet’in hayattan bezen ancak bunca yıl şiddete boyun eğen bankacı karısı Nesrin, yine ailesinden şiddet gördüğünü tahmin ettiğimiz, üstün zekalı ve açıkçası haftada bir terapi görerek pek bir yere varamayacağını düşündürecek kadar nevrotik Alya. Ortak özellikleri, patriyarka tarafından yaralanmış, paramparça edilmiş insanlar olmaları.
Özet geçmek gerekirse, “şiddet şiddeti doğurur” diyor Kırmızı Oda bize ve bu gidişata bir dur dememiz gerektiğini söylüyor. Yanlış mı bu? Elbette hayır. Fakat mevzu şiddet uygulayan insanlara geldiğinde verdiği mesaj bir hayli çelişkili. Örneğin 4. bölümde diziye Leyla isminde, son birkaç aydır konuşmayı reddeden ufak bir kız çocuğu konuk oluyor. Kısa bir seans sonrası Leyla’nın, ebeveynlerinin yoğun iş temposu esnasında yalnız vakit geçirdiği bakıcısından şiddet gördüğü anlaşılıyor. Büyük bir infial yaşanıyor; baba kontrolünü yitirip bakıcı kadına saldırıyor. Sırrı çözen çocuk terapistinin kendisi dahi ağır bir sarsıntı yaşıyor ve olayı atlatamıyor. Düşünsenize, zavallı küçük Leyla, yapayalnız kalmıştı bu canavarla. Neyse ki çocuk parkında şiddete şahit olan görgü tanıkları vardı da, olay yargıya intikal edecek, bu korkunç kadın cezasız kalmayacaktı. Mehmet de yıllardır hem karısına, hem çocuklarına yoğun şiddet uyguluyordu; özellikle de kendisiyle özdeşleştirdiği, utangaç oğluna. Doktor Hanım görür görmez not defterine “paranoid?” diye not almıştı, öyle kıskançtı karısına karşı. Karısı Nesrin, şayet terapiye gitmezse boşanacağını söylemişti de öyle gelmişlerdi Binnur Kaya’nın karşısına. Yıllardır yüzündeki, vücudundaki morlukları gizleme konusunda usta olmuştu Nesrin. Mehmet defalarca Nesrin’i başkalarının önünde küçük düşürmüş, iş arkadaşlarına karşı itibarını iki paralık etmişti. Çocukları, Mehmet eve geldiğinde korkudan dillerini yutuyordu. Kimse Mehmet’i polise vermekten, bu yaptıklarının bedelini ödetmekten bahsetmedi. Öyle ya, Mehmet Nesrin’in kocası, çocukların da babası. Psikolojik sıkıntılar çeken bir adam, hele de tedavi olmayı kabul ettiyse neden cezasını çekmek zorunda olsun. Bir erkek, yaşadığı korkunç geçmişin acısını el kadar çocuklarından çıkaramayacaksa, neden aile kurar ki?
Kırmızı Oda’yı internet üzerinden izledim. Yaklaşık bir ay önce yayınlanan ilk bölümü Youtube’da beş milyon kez izlenmiş, bir kaç gün önce yayınlanan dördüncü bölümü ise üç milyonu zorluyordu. Diziyi televizyondan takip edenler bir tarafa, bu beş milyon insandan kaçı terapiyi karşılayacak bir gelir seviyesine sahiptir acaba? Yüz? Belki bin? Seansları için 1500 TL gibi ücretler istediği iddia edilen Budayıcıoğlu’nu görmeyi hayal bile edemeyecekleri kesin.
İstatistiklere göre Türkiye’de antidepresan kullanımı her sene hatırı sayılır ölçüde artıyor. Ruh sağlığına dair sıkıntılar özellikle kadınlarda kendisini gösteriyor. Pek çok kadın aynı anda hem antidepresan hem anksiyete hem de uyku düzenleyici ilaçlar kullanıyor. Terapi görme fırsatı bulamayan bu kadınlar, ilaçlarla semptomları azaltıp çocuklarına ve kocalarına bakabilecek hale geliyorlar. Pandemi sürecinde gittikçe yalnızlaşan ve istatistiklere göre ev içinde yaşadıkları şiddet daha da artan bu kadınlar, travmaları, takıntıları, korkuları ve acı dolu geçmişleriyle başbaşa, Kırmızı Oda’yı izleyerek duygularını anlamlandırmaya çalışıyorlar. Bana ne oldu? Yaşamak benim için neden bu kadar zor? Beni sevdiğini söyleyen bu adam beni neden dövüyor? TV8’de yayınlanan Kırmızı Oda, tüm bu sorulara bir cevap bulma vaadini sunuyor. O bu vaadi sunar, Gülseren Budayıcıoğlu da her geçen gün daha şöhretli bir figüre dönüşürken, Acun da yaz başında satın aldığı dördüncü sürat teknesiyle denizin tadını çıkarıyor.