Birkaç aydır kadına şiddet ve İstanbul Sözleşmesi ekseninde mahalle mahalle dolaşıp üç beş kadın demeden buluşmaya çalıştık. Ne kadar amacımıza yaklaştık, kaç kadına dokunduk bilmem ama benim açımdan bu çalışma çok öğretici oldu. Bir ekip olarak hareket etmek, bir zincirin halkası olduğunu bilerek yürümek öğreticiliğinin dışında bir o kadar da disiplin edici bir yolculuk. Ve tekrar hatırladım: birbirimize söyleyecek, birbirimizden öğrenecek çok şeyimiz var.
Ben bu grubun içinde hikâye anlatıcısı rolündeydim. Amaç hikâyeler anlatarak kadınların kendi hikâyelerini anlatacak rahat samimi ve güvenli ortamı oluşturmaktı ve bu hiç de zor olmadı.
Eski köy evlerindeki gibi daire yaptı kadınlar. Ben, dairenin içinde dönerek hikâyemi anlatmaya başlıyorum: annem babamdan çok dayak yedi… Arkamda oturan teyze duymadığımı sanarak yanındakine fısıldıyor, “Kim bilir ne yaptı da yedi!” bu cümleyi fısıltı halinde öyle çok duydum ki.
Sıkça duyduğum bir başka cümle de: “Ama bu erkekleri biz yetiştiriyoruz!”
Benim de bir oğlum var. Bir buçuk yaşlarındayken birden mutfağa girip “Ne ağlarsın benim zülfü siyahım” diye mırıldanınca dünyalar benim olmuştu. Evet evet bu benim oğlum, çok net, dedim.
İki yaşlarındaydı, gece ağladığında koşarak yanına gittim, çocuk benim sesimi duyduğunda “Anne sen git ders çalış, babam gelsin, babam gelsin.” Dediğinde önce içim ezildi sonra kendime gelip işte benim oğlum deyip sevindim.
Sanırım ana sınıfına gidiyordu, okuldan geldiğinde komşulardan biri karşılıyor ben mesaiden dönene dek bir iki saat onda kalıyordu. Huriye Abla emekli olacaktı, kendisi için bir eğlence düzenlenecek ben de gecenin sunucusu olacaktım. Kocam şehir dışında, komşuma gece geç geleceğimi, kendisinin uygunsa çocuğuma birkaç saat daha bakmasını rica ettim, kabul etti. Çocuğu aldığımda, beş yaşındaki oğlum dönüp dedi ki “Sen iyi bir kadın değilsin değil mi anne?” Hayda! Nerden anladın? “Çünkü iyi kadınlar eve erken gelirmiş.”
Yıllar çok çabuk geçti, oğul büyüdü okullu oldu. Bir, iki derken dördüncü sınıfa geldi, artık din dersi görüyor. Aklı karışmaya başladı “Anne sen neden kapanmıyorsun, anne sen niye namaz kılmıyorsun…”
Sekizinci sınıfa geldiğinde “Anneannemle dedem Kürtçeyi nereden öğrenmişler” diye sordu. Sonradan öğrenmediler çocuğum, annem de babam da Kürt. Anne sen? Sence? Anne neyse ki babam da ben de Türküm!
Daha iki ay önceydi, oğlumla birlikte evden çıkmaya hazırlanıyoruz, üzerimde kot bir elbise var. Sulayıp büyüttüğüm fidanım, tepeden tırnağa beni süzdü. “Bu elbiseyle mi çıkacaksın?” dedi. Evet. “Elbisen biraz kısa değil mi?” Elimi omzuna attım: “Oğlum rahat ol, bir hesap verilecekse herkes kendi hesabını verecek!”
Geçen hafta veliler toplantısı vardı, oğul artık onuncu sınıfta. Eve dönerken yolda aradım “Biz babanla gelene dek çayı ocağa koyar mısın? Haa bir de masayı da hazırla, peyniri, zeytini çıkar…” Karşıdan gelen cevap, “çayı koyarım o kadar,” oldu.
Gerçekten geldiğimizde sadece çaydanlığa su koymuştu. Babası hemen kahvaltı işine koyuldu. Dönüp, çıkıştım: “Neden masayı hazırlamadın?” Gel, sana bir video izleteceğim, dedi.
Hani yıllar önce bir dizi vardı, Öyle Bir Geçer Zaman Ki. Ali kaptan masada oturmuş kahvaltı yapıyor sevgilisi evden çıkmadan onu yanağından öpüyor ve “geç kaldım masayı toplarsın,” diyor. Kadın çıkarken Ali kaptan homurdanıyor. Ben Ali Kaptan, bu saatten sonra kahvaltı masasını toplayacak ha! Masayı örtüsüyle beraber toplayıp mutfağın ortasına atıyor. Oğlum omuzlarını kaldırarak diyor ki; ben Ali Kaptanım!
Sen dedim, Ali Kaptan’ı örnek alacağına, Tayfun Kaptan’ı örnek al. Senin hocan baban olsun!
Kadınları inandırmışlar. Bu erkekleri siz yetiştiriyorsunuz!
Belki de eğitim düzenine, devlete, din sömürücülerine rağmen sesimizi yükseltip çekin ellerinizi çocuklarımızdan demeliyiz. Çekin ellerinizi üzerimizden!
Ana görsel: Alice Neel, Nancy, 1971.