Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı’na bağlı Kadının Statüsü Genel Müdürlüğü Ocak 2015’te, nicel ve nitel araştırma konusunda Türkiye’nin en iyi iş yapan kurumlarından biri olan Hacettepe Üniversitesi Nüfus Etütleri Enstitüsü’ne (HNEE) ısmarladığı kadınlara yönelik şiddet odaklı çalışmanın özet sonuçlarını açıkladı. HNEE daha önce 2008’de, Nimet Baş zamanında bakanlığın adı “Kadın ve Aileden Sorumlu Devlet Bakanlığı” iken “Türkiye’de Kadına Yönelik Aile İçi Şiddet Araştırması”nın ilkini yapmıştı. Bu ilk çalışmanın yapıldığı dönem Kadının Statüsü Genel Müdürlüğü kadın haklarının savunuculuğu konusunda (bugünkü yapısına kıyasla) daha yüksek kapasiteli bir kurumdu; çalışma sonuçlarının kaygılı bir söylemle geniş çaplı lansmanının yapıldığını hatırlıyorum. (Konuyu çok dağıtmadan bir şey: Aslında bürokrasi alanı içinde Nimet Baş’ın güzergâhı bile – Devlet Bakanlığı dönemi, 2009-2011 Milli Eğitim Bakanı oluşu, bu sürede Hüseyin Çelik ve ekibinin kendisine karşı saldırgan muhalefeti, Temmuz 2011’de görevi bıraktıktan birkaç gün sonra Birol Çubukçu’dan boşanması – güçlü kadın siyasetçilerin maruz kaldığı sembolik şiddetle ilgili bir örnek olay olabilirdi.)
İki araştırmayı daha hatırlayalım. Kadınlara yönelik şiddet konusunu, Türkiye kadın nüfusunun ulusal temsiliyetini hedefleyen bir araştırmadan ilk takip edebildiğimiz örnek, Başbakanlık’a bağlı Aile Araştırma Kurumu tarafından Nielsen’e yaptırılan “Aile İçi Şiddetin Sebep ve Sonuçları” adlı araştırmanın 1995 raporu. 2007’de sonuçları açıklanan bir başka ulusal çalışma “Türkiye’de Kadına Yönelik Şiddet” de, bahsettiğim diğer çalışmalardan farklı olarak feminist sosyal-bilimsel çerçeveden bir analiz önerdiği için çok önemli. Ayşe Gül Altınay ve Yeşim Arat yönetiminde gerçekleşmiş bu çalışma, TÜBİTAK destekli bir proje, sahası Yönelim Araştırma tarafından yürütülmüş. Tabii ki başka çalışmalar da var ama, ulusal temsiliyet iddia eden bu dört veri inşa noktası (1995, 2007, 2008, 2014) konuyu burada tartışmak için yeterli.
1995 raporunda, geçmişe dönük zaman aralığı vermeden, “kocanızın size vurduğu olur mu” sorusuna “nadiren”, “bazen”, “çok” kategorilerinde cevap veren evli kadınların oranı %30 olmuş. En düşük sosyoekonomik statü grubunda (E) oran %43’e çıkıyor.
2007’de raporlanan feminist çalışmada, evli kadınlara yakın veya uzak geçmişlerini düşünmeleri istenerek şöyle sorulmuş: “Eşinizin size tokat attığı, iteklediği, dayak attığı oluyor mu(ydu), oluyor(duy)sa, ne sıklıkta oluyordu?” Burada da “hiç olmadı” dışındaki sıklık cevaplarını veren %35’lik bir grup çıkıyor.
2008’deki HNEE raporunda soru daha kapsayıcı sorulmuş, sadece evli kadınlar değil tümü içerilmiş, “eşi veya birlikte olduğu kişi(ler)den yaşamın herhangi bir döneminde fiziksel şiddet” gördüğünü beyan eden kadınların oranı %39 olmuş. “Son bir yılda” kadınların %10’u fiziksel şiddete maruz kaldıklarını söylemişler. Türkiyeli kadınların % 7’si, 15 yaşından önce cinsel istismara uğradıklarını bildirmişler.
Şimdilik sadece gazete haberlerini gördüğümüz, 2014’te tamamlanmış HNEE çalışmasında aynı soru sorulduğunda “yaşamının herhangi bir döneminde” şiddet gören kadınların oranı pek değişmemiş, %38 çıkmış. Evli kadınların %12’si, “yaşamın herhangi bir döneminde” cinsel şiddete uğradığını bildirmiş. (2008’de %15 idi.)
Sorular farklı biçimlerde formüle edilmiş ama, “kadınların evlilik/ilişki içi şiddete uğrama” konusunu soyutlayıp dört veri noktasını şöyle gözümüzün önüne getirebiliriz. Açıklama değil, betimleme amaçlı:
20 yıl önce Türkiye’de her on kadından üçü fiziksel şiddete uğradığını söylerken bugün bu her on kadından dördüne çıkmış görünüyor ve durumda son 6 yıldır bir iyileşme olmadığı anlaşılıyor. Bu dört araştırmanın raporlarını inceleyebildiğimiz üçünden, şiddet bağlamıyla ilgili bazı çıkarımlar yapmak mümkün.
Bir kere en bârizi ibraz edelim: Gerek çocukken, gerek yetişkinken cinsel veya fiziksel şiddet mağduru olan kadınların çoğunluğu, tanımadıkları insanların değil, Kutsal Aile’nin şiddetine maruz kalıyorlar. Anne-babaları, başka akrabaları, erkek arkadaşları ve en çok kocaları, şiddetin kaynağı. Öldürülen kadın hikâyelerinden de bu durumu biliyoruz. Söz ettiğim çalışmaların hepsinin nitel bir boyutu da var, kadınlarla derinlemesine görüşmeler yapılmış, anlattıkları toplanmış, çözümlenmiş ve analiz edilmiş. Nicel sonuçlarla birleştirildiğinde, son 20 yılın şiddet artırıcı veya azaltıcı ortak bazı faktörlerine işaret etmek mümkün. Raporunu okuyabildiğim üç araştırma da, güçlü nedensellik iddialarını gerekçelendirecek bir metodolojik donanıma sahip olmasalar da, bulgularını tartışırken benzer eğilimlere işaret ediyorlar.
Öncelikle, eğitimsel sermayenin tam olarak hangi niteliklerinin etkili olduğunu göstermemekle birlikte, bu çalışmalar daha eğitimli kadınlar ve erkekler arasındaki evliliklerde şiddetin daha seyrek görüldüğünü tartışmışlar. Ama “eğitimlilik” kendiliğinden şiddet azaltıcı bir neden değil. OECD istatistiklerine göre, 2000’de Türkiye’de 25-34 yaş nüfusun % 9’u yükseköğretim mezunu iken, 2013’te bu % 23’e yükselmiş. 20 yıldır okullaşma oranlarının arttığını, kızlarla oğlanların oranlarının ortaöğretimde eşitlenmek üzere olduğunu da biliyoruz. Soru: Herkesin eğitim seviyesini artırmak, kadınlara uygulanan şiddeti azaltmak için etkin bir sosyal politika aracı olur mu?
Araştırmalarda yapılan bir başka çıkarım, kadınların çalışıyorlarsa, eşlerinin şiddetine daha seyrek maruz kaldıkları. Bir an ekonomik bağımsızlığın evli kadınları hanelerinde güçlendirici bir etkisi olduğunu varsayıp, dört veri noktamızda işgücüne katılım durumlarına bakalım. Dünya Bankası istatistiklerine göre Türkiye’de 15 yaş üstü kadın nüfusu içinde işgücüne katılan kadınların oranı şöyle değişiyor 20 yıldır:
İşgücüne katılım 20 yıl önceki seviyesine ancak yetişiyor. Diğer taraftan, son 10 yılda kadınların işgücüne yavaş ama her yıl artan bir geri dönüşü var. Bu durumu, hükümetin somut sosyal politikalarla desteklediği “istiyorsa çalışan, tercihen az çalışan, çok annelik yapan kadın” arayışı ile nasıl anlamlandırmak gerekir? Türk-İslamcı eril hassasiyetler ne olursa olsun, daha eğitimli ve işgücüne girmek isteyen kadın nüfusa alaturka kapitalizmin ihtiyacı var. Hükümet kısa vadede, pronatalist politikaya ağırlık verip, kadınları daha esnek işlerle, haftada daha az saat çalışmaya teşvik ederek emek piyasasında tutmaya çalışacak gibi. Eurostat istatistiklerine bakarsak, yarı-zamanlı çalışan kadınlar (zaten az olan) tüm kadın işgücü içinde 2006’da %17’den 2013’te %24’e çıkmış. 2012’de yayımlanan “Avrupa’da İş Kalitesi Trendleri” raporuna göre de Türkiye’nin çalışan kadınlarının yaptığı işlerin % 54’ü “düşük kaliteli”.
O zaman soru: Daha çok kadının para kazanması, şiddetle mücadele politikasının araçlarından biri olarak işe yarar mı, çalışır mı? Daha fazla kadının işgücünde olması olgusunun yanında şiddet konusunda kayda değer bir iyileşme olmaması olgusu duruyor. İşgücündeki kadınların erkeklerden daha az saat, daha netameli işlerde çalıştığını görüyoruz, onları erkek şiddeti karşısında güçlendirmek için pek ümit verici değil. Diğer yandan şunu ben bilmiyorum: Daha çok kadının çalışması ile şiddetin azalması arasında nedensel bir ilişki var mı? Araştırma konusu olduğu kadar sosyal politika konusu da.
Yapılan bu çalışmalardan çıkan, şiddeti azaltmanın bir aracı olarak değerlendirilebilecek bir faktör daha sayabiliriz. Kadın örgütlerinin, evden kaçmak zorunda kalan kadınlara sığınma hizmeti veren grupların (bir kısmı devlet, bir kısmı sivil toplum kuruluşu) sıkça dile getirdiği koruma ağlarının zayıf olması konusu araştırmalarda da ortaya çıkıyor. Erkekleri şiddetten caydıracak, onları dönüştürecek, kadınları savunacak ilişki ağları zayıf. Araştırmaların nitel bulgularında aktarılan hikâyelerden sığınma, destek arama, boşanmak için danışmanlık konularında ihtiyaçlar çıkarsanabilir. Çemberleri tek tek ele alarak analiz yapılabilir: Geniş aile her zaman güvenilebilecek bir dayanışma kapısı değil; şiddet gören kadın üyesini kollamayabiliyor, daha kötüsü erkekten yana çıkabiliyor. Komşular, mahalle çoğu kez kalkan değil, aksine utanç, itibarsızlaşma gibi korkularla şiddet bu şebekeden saklanıyor; bazı durumlarda bu çevre de, çeşitli barışma, uyum, boşanmanın kötülüğü gibi telkinlerle eril tahakkümü pekiştirebiliyor. Yasal koruma için en kolay ve hızlı erişilebilen şebeke olan polis, kadının karşısına çoğunlukla erkek memurlar çıkarıyor, burada da Kutsal Aile’nin kollanması kadını güçsüzleştirici. Başta Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı olmak üzere devletin diğer kurumları da “boşanmayı mümkün mertebe önlemek, barıştırmak” motivasyonuyla hareket ediyorlar. Bu kurumlarda kadını koruma yaklaşımının görece güçlü olduğu durumda bile erkeğe müdahale, erkeği dönüştürme perspektifi hemen hiç yok.
Tamam, bürokrasi alanı içindeki durum vahim. Türk-İslamcı devletin gördüğü gözle kadın eş ve anne olabildiği müddetçe değerli. Kutsal Aile içine iliştirildikçe, devlet kadını “insan sermayesi yatırımı” yapabileceği bir varlık (ekonomik anlamıyla) olarak görüyor. Ama izin verin çubuğu bükeyim: Kadınlara yönelik şiddetin geriletilemeyişinde devlet dışı alanın, haydi adına sivil toplum diyelim, hiç kusuru yok mudur?
Şu ya da bu derneğin, vakfın, hareket örgütünün, feminist grubun, siyasi partinin yaptıklarını ve yapamadıklarını örneklemeyeceğim. İşaret etmek istediğim, beni öteden beri rahatsız eden bir konu var. Yukarıdaki grafikte kabaca tasvir ettiğim, kadınların aşağı yukarı üçte birine zarar veriyor gözüken şiddetin bilimsel araştırmalarla ulusal düzeyde ortaya çıkarıldığı zaman aralığı, aynı zamanda sosyal bilim literatürümüze göre “Türkiye’de sivil toplumun kapasitelerinin güçlendiği” dönem. Standart bir “sivil toplumun gelişimi” makalesini açın. Susurluk skandalı, 28 Şubat müdahalesi ve tepkileri, 1999 Depremi ve devletin zayıflığını örgütlerin kapatması, Avrupa Birliği üyeliğine aday ülke oluş ve bununla kullanıma açılan hibe fonları, Dernekler Yasası başta olmak üzere devlet-dışı alanın örgütlenmesiyle ilgili yapılan iyileştirmeler, artan vakıf ve dernek sayıları, vs. diye gider.
1999-2013 arasındaki dönemde çoğu alanda gerek Avrupa Birliği gerek başka uluslararası ve ulusal fonların desteğiyle Türkiye’de yapılan sivil toplum çalışmalarının etkisi ile ilgili derli toplu bir analiz bulamadım. Diğer alanlarda olduğu gibi, kadınların güçlendirilmesi konusunda da devlet-dışı alanda bu fonlarla yapılan bir sürü iş var. Eğer yukarıda işaret ettiğim ulusal araştırmalarda kadınlara şiddetin giderek daha da kötüleştiği manzaranın temsiliyet gücü varsa, bu bence aynı zamanda sivil toplumun da bu konuda çuvalladığının göstergesi. Bunu ancak koklayarak söyleyebiliyorum, çünkü kadın hakları veya kadına şiddetle mücadele konusunda yapılan projelerin etkisinin ölçüldüğü bir çalışma bilmiyorum.
Bu dönemde sivil toplum kuruluşlarının başvurusuna açılmış pek çok hibe programı var. 2003, 2004, 2005 ve 2006 “Sivil Toplumun Güçlendirilmesi”, 2006 “Sivil Toplumun Desteklenmesi”, pek çok alt başlığıyla yıllara yayılan “Sivil Toplum Diyaloğu” çağrıları, 2006 “Kültürel Hakların Desteklenmesi” gibi başlıklar sayılabilir. Bunların hepsi, Avrupa Birliği Bakanlığı (daha önce AB’den Sorumlu Devlet Bakanlığı) öncülüğünde yürütülen, Hazine Müsteşarlığı’na bağlı Merkezi Finans ve İhale Birimi (MFİB) üzerinden duyurulan hibe çağrıları. Avrupa Birliği’ne üyelik süreci içinde tamamlanması gereken uyum çerçevesinde, AB’nin Katılım Öncesi Yardım dediği araç ile finanse ediliyorlar. (MFİB veritabanını inceleyebilirsiniz.) Örneğin 2000’lerin ortasından itibaren “Kadın İstihdamının Desteklenmesi” başlığında dernek, vakıf, meslek odası ve üniversitelerin içinde olduğu 135 proje desteklenmiş, her biri 12 aylık. 135 kuruluş, yaklaşık 24.5 milyon Avro hibe kullanmış. Sonuç? 2009’da dağıtılan “Kadına Yönelik Şiddetle Mücadelede Yerel ve Ulusal STK’ların Kapasitesinin Güçlendirilmesi” başlığında ortalama süresi 17 ay olan 20 proje, yaklaşık 3 milyon Avro destek almış. Bunun kadınlara etkisi?
Bu tür hibelerle ilgili milliyetçi bir nefret tedavülde olduğu için altını çizmek isterim: Fonların kullanılması ile ilgili bir meselem yok. Bilâkis, örgütlerin zor koşullarda profesyonel savunuculuk çalışması yapabilmesini sağlamış araçlar bunlar. Kullanan kuruluşların hizmet ettikleri kamuya, durumunu iyileştirmek istedikleri kadın nüfusuna karşı hesap verebilirliklerinin olmaması üzerinde düşünelim diyorum.
Bakın bir taraftan Kadının Statüsü Genel Müdürlüğü, 2006-2008 arasında UNFPA’in teknik, Avrupa Komisyonu Türkiye Delegasyonu’nun finansal desteğiyle “Kadına Yönelik Aile İçi Şiddetle Mücadele Projesi” bitirmiş. 3 milyon Avro da buraya harcanmış. HNEE’nin 2008 araştırması bu sayede yapılabilmiş, diğer işlerin yanında. Çok da hayırlı olmuş, mevzu o değil. Etkisi ne? Ardından sivil topluma, şiddet konusuyla ilgili 3 milyon Avro dağıtılmış. 20 dernek ve vakıf, şiddet gören kadınlara destek için çalışanlarına 1-2 yıl maaş ödeyebilmişler, umuyorum ödemeye de devam edebilmişlerdir. Mevzu o değil. Etkisi ne?
Bu tür çalışmaların etkisinin hemen gözlemlenemeyeceği ile ilgili çok makul argümanlar geliştirebiliriz. 10-20 milyon TL ne ki, daha çok kaynak gerekir bile diyebiliriz. Ama diğer yandan düşünelim: 2000’ler boyunca farklı politik çizgilerde duran onlarca kadın örgütü, Kadının Statüsü Genel Müdürlüğü ve ilgili diğer devlet kurumları, konuyla ilgili Avrupalı paydaşlar, Türkiye’de yüzlerce toplantı, çalıştay, konferans, proje döngüsü eğitimi, savunuculuk eğitimi, vs. gerçekleştirdiler, strateji üzerine strateji geliştirdiler. 2015’in başında her on kadından dördünün şiddete maruz kaldığı rapor ediliyor. Aradaki mesafenin hesabını kim, kime, nasıl verecek?
Ana görsel: Judith Schaechter, Ceset Torbası