Kadınlar arasındaki farklar, etnik, sınıfsal, dini ayrımlar, devletin suretini izlemeyi mümkün kılar. Çünkü tarihin de devletin de iç çelişkilerini görmek, hukukun yaralarından sızabilmek için buralara kadınların gözlüğüyle bakmak gerekir. Ancak böyle yaptığınızda tarihi de hukuku da devleti de sadece kendilerini sundukları pencereyle, kendi öz-temsilleriyle sınırlı olmadan anlarsınız. Bu, otobiyografilerle biyografiler arasındaki farka benzer bir şeylerle ilgilidir. Devleti anlamak için otobiyografisinin ötesine geçmek gerekir. Aksi halde dünyayı ve hukuku, emperyal bir anlatının daralan makasından izleyebilirsiniz. Bu dar makaslar şüphesiz bir şeyler söyler ama gerçekte olduklarından epey az bir deneyimi ve insan hikayesini barındırırlar. O yüzden kimin bu anlatıların ve rivayetlerin dışında bırakıldığını tespit edebilmeniz için hukukun yaralarına bakmanız gerekir. O yaralarsa en çok, kendileri hakkında çok sık konuşulmasına rağmen, bizzat kendilerinin konuşmasına müsaade edilmeyenlerin hikayelerinden sızar. Kadınlar ve LGBTİ+’lar bu grubun en önde gelenleridir.
Bu yazı dizisinin ilkinde, Medeni Kanun’a giden süreçte kadınların hukukla iştigal etme biçimlerine bakmıştım. Yani kadınların sadece hukukun, adli süreçlerin birer nesnesi, kendilerine hak tanınmamış pasif taşıyıcıları değil de, bizzat hukukla didişen, Medeni Kanun olmadığında bile haklarını elde edebilmek için satır aralarından sızan, uzun yolculukları göze alan, şikayet ve taleplerini muhakkak kayda geçiren hukuki özneler olduğunu görmeye çalışmıştım. Bunu önemsiyor oluşumun bir sebebi, özellikle İslam Hukuku ve Mecelle tartışmalarının yapıldığı şimdiki siyasal iklimin yansıttığı gibi Cumhuriyet’in tepeden inme bir Medeni Kanunu, aslında kendisine çok bol olan bir topluma giydirdiğine yönelik anlatının hem yanlış hem de eksik oluşuydu. Çünkü kadınların hak talepleri ve mücadeleleri, bu kadınlar politik birer kadın hakları hareketine mensup olmadıklarında bile, örgütlü kadın hareketinin eksik olduğu zaman ve yerlerde dahi görünürdü. Yani Medeni Kanun’un bu ülkenin toprağına ve kadınlarına yabancı, aileleri için yıkıcı olduğuna dair rivayet, kendi sınırlarına çarpmak zorunda olan her anlatı gibi mistik bir rivayetti. Mistikti çünkü ezeli olduğu kadar geçici, gizemli olduğu kadar efsaneviydi.
Bu ikinci yazıda ise, bu efsaneyi yırtan kadın hikayelerini anlatmaya çalışacağım. Medeni Kanun’un isminin bile olmadığı zamanlardan bugüne geleceğim ama bu izleğin sadece evlilik ve boşanma ile ilgili olmadığını göstermeye çalışacağım. Yani kadınların maddi ve parasal haklardan, miras düzenlemelerine kadar sesli dillendirdikleri talepleri de hesaba katarak yola çıkacağım. Bu yolculukta, Osmanlı İmparatorluğu’ndaki kadınların deneyiminin, Batılı kızkardeşleri tarafından nasıl görüldüğüne, nasıl yansıtıldığına da bakmaya çalışacak, böylece tarih-mekân ve coğrafyanın farklarının bilincinde olan ama onu bir sınır değil, bütünleşik bir hukuk anlatısı olarak görmenin yollarını arayacağım.
Medeni Kanun’un Türk toplumunun aile yapısıyla uyumsuzluğunu ifade edenler için mesele genellikle doğum oranları ve demografik endişeler oluyor. Kadınların boşanma, çalışma, miras gibi haklarının onları evin içinden uzaklaştırdığı söylenirken, doğum oranları referans veriliyor. Benzer bir tartışmanın Osmanlı devlet adamları tarafından da yürütüldüğünü biliyoruz. Peki gerçekten burada maksat, demografik kaygılar mı yoksa egemen bir devlet demografisini, ırkçı ayrımcı politikalarla tahkim etmek mi? Çünkü Osmanlı devlet adamlarından biliyoruz ki onlar nüfusun geleceği konusunda endişelenirken, aslında kastettikleri Müslüman nüfusun sayısı ve çoğunlukla kaygıları, Müslüman nüfus azalırken, Rum nüfusun artması.[1] Aidiyet politikalarıyla kadın bedeni, kadının doğum hakkı ve tercihi, aile içindeki konumu eş güdümlü ilerliyor. Bu bize hukukun aralarından sızarak, kadınların medeni talepleri olduğunda hukukla ne yaptıklarına bakmamız gerektiğini gösteriyor. Çünkü nüfus politikalarından görüyoruz ki tüm endişeler, nüfusun ne kadar büyük olacağıyla değil, nasıl bir nüfus olacağıyla ilgili.[2] Bu nasıl sorusunun içini dolduran şey ise elbette kadınların hayatları.
Kadı sicillerini izlediğimizde görüyoruz ki Osmanlı toplumundaki kadınların gündelik hayatları, ailenin içinde üretilen iktidar ilişkisinin devlet suretine nasıl yansıtıldığını anlatıyor. Peki bu büyük devlet anlatısında, kadınlar nerede gizleniyor? En önemlisi gizlendikleri yerden nasıl açığa çıkıyorlar?
Seküler Medeni Hukuka Doğru
1451’den 1926’ya kadar uygulanan İslami hukukun sekülerleşme aşamaları, öncelikle İslam hukuku ve şeriatın düzenleme yapmadığı alanlarda seküler hukukun tamamlayıcı olarak kullanılması, Tanzimat Fermanı ve Mecelle gibi reform çalışmaları, daha sonra istikamet değişimi ve son olarak da İsviçre Medeni Kanunu’nun mehaz alınarak tamamen seküler bir Medeni Kanun’un kabul edilmesine kadar geçen süreci ifade eder.[3] Ancak Batılı hukukun resepsiyonundan çok önce ceza hukuku ve ticaret hukukunda İslam’ın boş bıraktığı alanlarda Fransız hukukunun uygulandığını biliyoruz. Yani zaten İslami hukukun düzenlemediği alanlarda Batı ile ticari ilişkiler, kapitülasyonlar gibi nedenlerle Batılı hukuka referans verme ve onu uygulama alışkanlığı vardı. Bu sebeple geçiş dönemi hukukçularına göre sekülerleşme denilen şey İslam hukukundan kopup Batılı hukuka geçmek olarak tarif edilemezdi. Sekülerleşme, İslami hukukun katı olarak düzenlediği evlilik, boşanma, kadının kamusal görünümleri gibi konuları onun alanından çıkarıp onları yeniden Batılı hukuk normlarına göre ele almakta başlayan bir süreçti. Öncesinde ise İslam hukuku ve şeriat; evlilik, boşanma, ticaret, faiz, vakıf düzenlemeleri gibi alanlarda katı şekilde uygulanıyor olduğunda dahi, medeni hukukun usul boyutu yine paralel olarak Batılı mehaz kanunlardan doğrudan etkileniyordu. Bu, mahkeme teşkilatının işleyişi ve kurumsallaşmasında bile usuli açıdan böyleydi. Yani Batı hukuku ilk kez Cumhuriyet fikriyle sisteme entegre olmamıştı, İslami hukukun boşlukları Batılı hukuk sisteminden besleniyor yani Medeni Kanun’unun çok öncesinde başlayan bir alışverişle Batı hukuku zaten sisteme bir şekilde içkin hale geliyordu. Dolayısıyla Medeni Kanun aslında kabul edilmesinden çok önce hukuk sisteminde ve toplum yaşamında etkileri olan ve en nihayetinde tamamen kabulüyle öncesindeki ikili ve paralel hukuk sistemini sona erdirmesiyle bir eşik oluyordu, anlatıldığının aksine tepeden inmesiyle değil.
Özellikle yabancılarla ticari ilişkilerin kolaylaşması için zaten hüküm süren seküler hukuk, 1926’da şeriatın ve İslam hukukunun ağırlıklı olarak düzenlediği aile ve miras konularını da düzenlemeye başlamasıyla bir değişim yarattı. Yani aslında hukukun sekülerleşmesi, Medeni Kanun’dan çok önce başlamıştı ama vurucu olan kadınların hukuk sistemindeki konumu olduğu için Medeni Kanun’u bir milat olarak kabul ediyorduk.
Sözleşme hukuku, iktisadi ilişkiler, ticaret hukuku, hatta askeri ve polisliğe ilişkin hukuk sistemleri Mecelle ile tekrar düzenleniyordu ama Mecelle’nin yapmadığı bir şey vardı: Şeriat’ın doğrudan düzenlediği aile, evlilik, boşanma ve miras konularına girmiyordu.[4] Üstelik bugün sıklıkla suçlanan Medeni Kanun, o günün koşullarında dahi devam etmekte olan bir sürecin süreklilik içindeki parçası görünümündeydi. O yüzden de Medeni Kanun’un bu topraklara kökünden ve tarihsel olarak yabancı olduğuna, köksüz olduğuna dair anlatı o günler için bile fazlaydı:
“Modernleşme ve sekülerleşme yabancı hukukun Türkiye’de kabul edilmesinden sorumlu olmuştur. İsviçre Medeni Kanunu’nun kabulü devrim niteliğinde bir değişiklik değildi, çünkü Kanun sisteminden başlayarak devam eden bir evrimin son aşamasıydı. İmparatorluğun görünüşte dini olan üst yapısının altında, ulusal ve laik bir hukuk sistemi sürekli olarak gelişmekteydi. Atatürk’ün getirdiği devrim, önceki rejimlerin ikiciliğine son vermekten başka bir şey yapmadı. Alınan yasaların reformcu ruhu ile kabul eden ülkedeki sosyal yapının muhafazakâr doğası arasında elbette sorunlar ve çatışmalar vardı.”[5]
Peki bu çatışmalar, gerçekten de İslami kesim ile laik olanların çatışan çıkarlarıyla mı ilgiliydi? Yoksa çatışma, gündelik hayatta hak sahipliği sürekli olarak inkâr edilen grupların, kendilerini birer hukuk öznesi yapabilme stratejilerinde mi görünüyordu? Medeni Kanun, gerçekten kiminle çatışma halindeydi?
O dönemdeki kadınların anlatı ve hikayelerinden anladığımız kadarıyla, bu çatışma büyük bir siyasal yarılmanın ötesinde, bir mücadele çatışması olarak örülüyordu. Çünkü sokakta ve gündelik hayattaki çatışma, aktüel ve yüksek siyasetin laik ve İslami ikiliğinden başka türlüydü.
Bu yüzden bugünün Türkiyesi’nde anlatıldığının aksine hukukun satır araları gösteriyor ki kadınlar Medeni Kanunlar gibi laik kanunlar olmadıklarında bile yasaların ve sistemin içinden sızarak hak taleplerinde bulunmaya, boşanmaya, kürtaj olmaya, doğum tercihlerini kendilerini yönetmeye, miras talebinde bulunmaya ve hatta ticaret yapmaya devam edecek stratejileri geliştiriyorlar ve ataerkil pazarlık dediğimiz yapıda gedikler açmaya devam ediyorlar.
Kadınların kendilerini kapatan bir sistemde, kendi güç ve özerklik alanlarını nasıl hayata geçirdiklerine bakarak, medeni ve laik hukukun köksüzlük tartışmalarına kadın bakış açısıyla bir ret ve itiraz geliştirmek mümkün olabilir
17.Yüzyıl Erzurum’undan Bir Hikâye
17. yüzyıl Erzurum’unda Bulgar Ahmed olarak bilinen ve Erzurum Kalesi’nin gönüllü ağalığını yapan bir adam, Müteferrika İlyas’ın kızı Raziye’yle evlenmek ister. İlyas bu evlilik teklifinden memnun olmaz çünkü Bulgar Ahmed, şehirde iyi bilinmemektedir. Şehrin ileri gelenleri baba İlyas’ı, kızının Ahmed ile evlenmesi konusunda ikna etmeye çalışır. Buraya kadar tamam ama peki, Raziye gerçekten de bu hikâyenin isimsiz ve pasif bir nesnesi midir? Raziye, kadının ve tanıkların huzurunda Ahmed’le tek bir şartla evleneceğini söyler: Ahmed’in cariyelerin evine gitmemesi, eve cariye ya da cariyeden olan çocuk getirmemesi şartıyla. Müftü’nün önünde anlaşma imzalanır ve Ahmed eğer Raziye’nin şartını ihlal ederse, talak-ı selase ile yani erkeğin üç kere “enti talikun” demesiyle boşanacaktır. Evlendikten sonra Ahmed, anlaşmayı ihlal etmiştir. Raziye, bunu hoş görmez ve Şeyhülislam’dan aldığı fetva ile Ahmed’den mehirinin geri kalanını da nafaka olarak alarak boşanır.[6]
Ama kadınların, İslami-ataerkil pazarlığı çatlatma biçimleri sadece boşanma ve aile hukukunun uygulamasında kendisini göstermez. Yani medeni hakların, kadınlardan hiçbir talep gelmemesine rağmen bir Cumhuriyet projesi ve kurucu ideolojinin Batılaşma planının kasıtlı bir parçası olduğuna dair anlatı eksik ve yanıltıcıdır. 1919’da Türk Kadını dergisinde, kadınlara nasıl kocalar istedikleri sorulur: Zevcinizin nasıl olmasını istersiniz?[7] Türk Kadını dergisindeki bu sayı aslında bir müsabakadır, soru şudur: “Hanımefendiler, zevcinizin ne gibi evsafı hâiz olmasını arzu edersiniz?”[8] Bu yarışmaya çok sayıda kadın katılır, hatta en çok beğenilen üç kadın okura ödül verileceği duyurulur, yanıtlar arasında “açık fikirli, tütün kullanmayan, kadının çalışmasına izin veren kocalar” isteği görülür. O dönemin Osmanlısında kadınlar, nasıl birer koca istediklerini, taleplerini, istek ve arzularını neşredebilecek ufka sahiptir.
Yine dönemin Kadınlar Dünyası dergisi dikkate değerdir. Açıkça çokeşliliğe karşı çıkarlar, kadınların evlilikten doğan haklarını bilmeleri gerektiğini salık verirler, hatta Aliye Cevat Hanım’ın yazdıkları, kadınların ataerkil pazarlığı çatlatmak için erkekler lehine alan açmaya çalışma stratejisini gösterir. Çok eşliliğe karşı çıkarken şöyle yazar Aliye Cevat: Erkekler ailelerini geçindirmek için daha çok çalışmak zorunda kalmakta, fiziksel, mental ve ruhani olarak birden fazla eş ile daha çok meşgul oldukları için hayatı kaçırmakta ve hatta erken ölmektedirler.[9]
Bu yüzden Osmanlı kadınlarının yayıncılık, dergicilik ve kadın hareketi mücadelesinde dikkati çeken tek şey sadece kadınların seslerini duyurma çabası değildir, onların hukuku mobilize etme stratejileri de açığa çıkar.
1975’te Ronald Jennings’in Osmanlı kadınlarının izlerini şeriyye ve kadı sicillerinde sürdüğü öncü çalışmaları, günlük hayattaki kadınların da en az yüksek sosyoekonomik seviyelerdeki elit kadınlar kadar dikkate değer olduğunu gösteriyordu.[10] Tabii bir şerhle, çünkü bu anlatıların, Sünni Müslüman kadınların hikayelerini verili kabul ederek, Hıristiyan, Yahudi ve hatta İslam içindeki farklı mezheplerdeki kadınları bir noktada dilsizleştirdiğini biliyoruz.[11]
Aile hukukuyla ilgili İslam ve Osmanlı’daki ilk örnek olan, Mecelle’den bile önce yazılan, dini görevlilere verilen tüm medeni imtiyazların kaldırıldığı kısa ömürlü Hukuk-ı Aile Kararnamesi, birçok çelişkili hükmüne rağmen yine de toplumun uyum sağlamaya çalıştığı bir düzenleme olarak kendini gösterir. Örneğin, 19. yüzyıldan itibaren, gayrimüslimlerin de yoğun olarak yaşadığı bölgeler de dahil olmak üzere, kararnameye uygun olarak evlilikler kayıt altına alınmaya başlanır. Daha öncesinde evlilik kayıtları yokken ve hatta kimi durumlarda Anadolu’da kadınlar, kocalarından boşanmak için eğer evlendiklerine dair hiçbir kanıt, şahit ya da kayıt yoksa, aslında o adamla hiç evlenmediklerini söyleyerek o bağı sonlandırmaya çalışırken, bir anda kayıtlı ve resmi evlilik fikri toplumun damarlarına yayılmaya başlar ve görece başarılı olarak da uygulanır.
Aile Hukukundan Miras ve Mülk Edinme Haklarına
Bugün Türkiye’nin bazı bölgelerinde hala kadınların miras hakkı inkâr ediliyor. Dolayısıyla hukuki ve yasal düzenlemeleri topluma uyumsuzlukla açıklamak, bugün Medeni Kanun’un 100. yılından sonra bile akamete uğramaya mahkûm. Çünkü yasalara can suyunu veren şey, yani onların kulağına bir ruh üfleyen gerçeklik, o yasaları yaşatan toplumdur. Bu karşılıklı bir ilişki. Nasıl ki toplumsal taleplerin şekillendirmediği bir kanun ölmeye mahkumsa, kanunların ve hukukun can damarlarına değemediği bir toplumda da istenilen hiçbir değişiklik canlı olamıyor.
1926’dan sonra kadınlar mülk edinme ve miras haklarına sahip oldular. Öncesinde İslam hukukunun gereği olarak kadınlar sınırlı olarak mülk edinme hakkına sahip olsalar da, erkek paydaşların yarısı kadar miras hakkına sahip oluyorlardı.[12]
Oryantalizmin kırılmaya başlamasından sonra Müslüman kadınların sosyal hayata katılma, seferber olma biçimleri de dönüşür. Soru şöyle kurgulanabilir: “İslami ideolojik ve yasal sınırlar dahilinde, farklı sosyal ortamlardaki Müslüman kadınlar, hem ev içi hem de kamusal alanlarda toplumda bir pazarlık konumu elde etmek için hangi stratejileri izlemişlerdir? Kadınlar daha iyi bir sosyoekonomik konum elde etmek için mevcut yasal sınırlamaları manipüle etme sürecine aktif olarak katıldılar mı?”[13]
1590-1630 arasında Kayseri ve Bursa’daki şikâyet defterlerinde yapılan araştırmaya göre, hukuki süreçleri başlatanların yüzde 25’i kadınlar. Şikayetçi olarak kadınlar, Halep’ten, İzmir’den, Bursa, Sivas, Selanik’ten yani neredelerse oradan bir şekilde kadıya ya da Divan-ı Hümayun’a ulaşıyorlar.
Fariba Zarinebaf-Shahr’ın çalışmasında kadınların davacı, şikayetçi olduğu yasal kayıtları görebiliyoruz: Bunlar, miras, mülkiyet anlaşmazlıkları, borçlar, boşanma, başlık parası ve başka konularda çeşitleniyor.
Peki kadınlar en çok kimlerden şikâyet ediyorlar? Zannedilebilir ki en çok ev içinde kocalarından şikayetçi oluyorlar. Ancak öyle değil. Çünkü kadınlar, hukuk ve adalet sisteminin ve bu sistemin yolsuzluklarının, çürümesinin o kadar birincil derecede muhatabı ki en çok şikâyet ettikleri kişiler, kocaları değil, adalet sisteminin kendisi. Tablodan da görülebileceği gibi kadınlar en çok adalete erişememekten, kamu görevlilerinin yolsuzluklarından ve kadılardan şikâyet ediyorlar. Zira onları adaletsizlik ve haksızlıkla imtihan eden şey, güçleri sınırlı olan kocalarından ziyade, kocalarının o kuvveti aldıkları sistemin ta kendisi:
Örneğin, iki kız kardeş Emine ve Hakime, kendilerine babalarından kalmış evi, vakıf malı olduğu gerekçesiyle satmaya çalışan kamu görevlisinden şikayetçi olmak için kadıya gidiyorlar ve şer’i usullere göre mülkün, üzerlerine geçirilmesini istiyorlar. Mehmet’in kızı Amhan, babasından kendisine geçmesi gereken 8000 akçeye el koyan devlet görevlilerini şikâyet ediyor. Banafse, yeniçeri Halil ile evli olan kızı Fatma’nın babasından edindiği çiftliğe el koyan damadını şikâyet etmek için 1675’te şikâyet defteri dolduruyor.
Kadınlar, sadece uyuşmazlıklarını çözmek için hukuku kullanmıyorlar. Yüksek sınıftan olan ya da kendilerine kalan mirası satıp nakde geçiren kadınlar, erkeklere ya da kadınlara borç vererek sözleşmesel ticari ilişkilere giriyorlar, bu borçlar ödenmediğinde yine adli makamlara başvurarak borç olarak verdikleri paraların tahsilini istiyorlar. Sistemde gedikler açmak için bazen kadınlar, kadınlara borç veriyorlar çünkü kadının kadına borç vermesi cinsiyet ilişkilerinden ötürü çok daha kolay. Ancak tahsili çok daha zor. Çünkü kadınlar daha az ekonomik bağımsızlığa sahip olduklarından borçlarını ödeyemiyorlar. Dolayısıyla, para sahibi kadınlar daha çok erkeklere borç vermek istiyorlar. Üstelik bu borcu verirken, %10-20 arasında usulüne uygun faiz bile işletebildikleri oluyor.
Bazen aile hukuku uyuşmazlıkları ve evlilik anlaşmaları, maddi ve parasal sözleşme ve uyuşmazlıklara da konu oluyor. Kadınlar taleplerini hukuka dökerek hak haline getirmeye çalışırken, muhakkak bir akitle yola çıkıyorlar. Örneğin Ayşe, Şeref’le evlenirken, kendi annesinin de onlarla yaşaması şartını koyuyor. Ghajariyya’nın hikayesi, çokeşliliğe kadınların ses çıkarmadığı ya da toplumda birden fazla kadınla evlenmenin normal karşılandığına dair egemen anlatıyı kırıyor. Abdullah’la evlenirken Ghajariyya şöyle bir şart koşuyor: “Abdullah herhangi bir şekilde” ikinci bir eş alırsa; yılda bir kereden fazla seyahat ederse ya da temelli olarak uzak bir yere taşınırsa; karısını iz bırakacak şekilde şiddetle döverse; o zaman Ghajariyya kalan çeyizin çeyrek dinarından fazlasını alıkoyma hakkına sahip olacaktı, ki bu da kadın onu boşamayı seçerse tartışmasız onun olacaktı.”
Zübeyde Hatun, kocası Musa Efendi’den boşanma işlemlerini başlatıyor. “Şiddetli geçimsizlikten boşanma” gibi görünen bu kayıtta aslında Musa Efendi, karısı Zübeyde Hanım’ı öldürmekle tehdit ediyor.[14] Boşanma gerçekleşiyor, Musa Efendi evlilik yenilenmesini istese de Zübeyde Hatun kabul etmiyor.
Bütün bu anlatılar, birbiriyle içiçe geçen gerçeklikleri de gösteriyor. Çünkü evlilik, aynı zamanda bir sosyo-ekonomik birliktelik olarak kurgulanıyor. Bu sosyo-ekonomik birliktelikte, kadınlar medeni hakları yoksa, parasal haklarıyla; çalışma hakları yoksa ticari ilişkiler ve borç verme usullerini işleterek ekonomik bağımsızlığa sahip olma haklarıyla; evlenmede rıza ve yaş şartını çatlatamıyorlarsa şartlı boşanma ve şartlı evlenme stratejileriyle kendi seslerini, akit olarak kayıt altına almaya çalışıyorlar.
Bugün Medeni Kanun’u, tekil bir perspektiften, sadece çokeşlilik ve nafaka meselesiyle tartışıyoruz. Tartışmayı yürütürken, siyasal iktidarın kültürel kodlarının sesini çok sık duyuyor, medeni hakların bu toplumun kadınları için fazla ve bol olduğuna dair eksik ve yanlış anlatıya maruz kalıyoruz. Halbuki bakmamız gereken yer, bu hakları kazandığımız kadın mücadelesi olduğu kadar, bu hakların hiçbiri kayıt altında değilken ve devlet bütün kurum, kuruluş ve görevlileriyle kadınların üstüne gelirken dahi kadınların aynı haklar için verdikleri tekil mücadeleler.
Ancak böyle olduğunda hukuku, kadınların hayatta kalma stratejilerine dönüştürebiliriz. Kadınların hukuku mobilize etme biçimleri, yasaların satır aralarını okumaktan fazlasını gerektirir, bu daha çok yasaları yaşatmak gibi bir şeydir. Kadınlar, yasalara can suyunu vererek onları yaşatırlar. Sahi Medeni Kanun’u tepeden kim indirmişti?
[1]Gülhan Erkaya Balsoy, Kahraman Doktor İhtiyar Acuzeye Karşı: Geç Osmanlı Doğum Politikaları, Bilgi Üniversitesi Yayınları, Giriş.
[2]Erkaya Balsoy, age.
[3]Dora Glidewell Nadolski Ottoman and Secular Civil Law, Int. J. Middle East Stud. 8 (1977), 517-543, Printed in U.S.A.
[4] Sıddık Sami Onar, Khadduri and Liebesney, eds., Law in the Middle East, s.307.
[5] H. N. Kubali, “Modernization and Secularization as Determining Factors in the Reception of Foreign Law in Turkey,” International Social Science Bulletin, 9 (I957); İlber Ortaylı, Ottoman Family Law and the State In The Nineteenth Century
[6] Bilgehan Pamuk, XVII. Yüzyıl Erzurum’unda Toplumsal Bir Vaka: Şartlı Boşanma/A Social Case in the Seventeenth Century Erzurum: Conditional Divorce. Atatürk Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi(30), 2013.
[7] ‘‘Musabaka: Zevcinizin, Zevcenizin Nasıl Olmasını İstersiniz?,’’ Türk Kadını 17, Ocak 30, 1919.
[8] Talay Keşoğlu, B, Keşoğlu M. (Haz.) (2010). Türk Kadını (1918- 1919) (Yeni Harflerle), Kadın Eserleri Kütüphanesi ve Bilgi Merkezi Vakfı Yayınları, İstanbul 2010; Kanter, B. (2023). “Osmanlı Dönemi Kadın Dergilerinde Kadın Okurların Dünyası”, Edebî Eleştiri Dergisi, 7(2), s. 239-259.; Altınbaş, N. (2014). Marriage and Divorce in the Late Ottoman Empire: Social Upheaval, Women’s Rights, and the Need for New Family Law. Journal of Family History, 39(2), 114-125.
[9] Aliye Cevat, ‘‘Aile-3,’’ Kadınlar Dunyası 43, May 29, 1913.
[10] JENNINGS, Ronald C. (1975), “Women in Early Seventeenth Century Ottoman Judicial Records – The Sharia Court of Anatolian Kayseri”, Journal of Economic and Social History of the Orient, vol. 18, pp. 53-114, Brill. (1980), “The Legal Position of Women in Kayseri, A Large Ottoman City, 1590-1630”, International Journal of Women’s Studies, vol. 3, pp. 559-82. (1993), “Divorce in the Ottoman Sharia Court of Cyprus 1580-1640”, Studia Islamica, vol. 78, pp. 155-67, Paris.
[11] Leslie Peirce, Writing Histories of Sexuality in the Middle East, The American Historical Review, 2009, Vol. 114, No. 5 (DECEMBER 2009), pp. 1325-1339
[12] Ş. Toktaş And M. L. O’Neil, “How do women receive inheritance? The processes of Turkish women’s inclusion and exclusion from property,” Asian Women , vol.29, pp.25-50, 2013
[13] F Zarinebaf-Shahr, “Women, Law and Imperial Justice in the Ottoman Empire”, Published originally in Women, Family and Divorce Laws in Islamic Society
[14] Svetlana Ivanova, The Divorce Between Zubaida Hatun and Esseid Osman Aga Women in the Eighteenth-Century Sharia Court of Rumelia, Syracuse University Press, 1996.