Jane Jacobs’un “The Death and Life of Great American Cities” (Büyük Amerikan Şehirlerinin Ölümü ve Yaşamı) isimli kitabını, her nasılsa internetin karanlık dehlizlerinden birinde bulup, bilgisayarıma indirmişim. Geçen senenin ortalarından beri de gayet keyfi bir okuma temposuyla, orda burda açıp karıştırarak zaman geçiriyordum ki, bir ay kadar önce Türkçe çevirisiyle karşılaştık. Jane hakkında yazmak da farz oldu.
Bildiğiniz ve içinde yaşadığınız gibi, kentsel dönüşüm muhabbetleri harlanmış, şehir ve bölge plancılığının da köküne kibrit suyu sıkılmış durumda. (Ha, diyeceksiniz, “ne zaman planlayabildik”, boynumu bükeceğim. Konu ne yazık ki uzmanlık alanım falan değil, ben de çoğunuz gibi sadece paylaştığımız o sokaklarda yürümekle yetiniyor, ortak kullandığımız binalara girip çıkıyorum. Eminim içinde bulunduğumuz ahval, plancı ve mimar arkadaşlar için çok daha sinir bozucu ve kaotiktir.)
Gün geçtikçe daha görkemli bir enkaza dönüşen şehirlerimizin başını yine İstanbul çekiyor. Geri dönüp baktığımda bu “kentsel dönüşüm” laflarının nasıl peydah olduğunu tam çıkaramıyorum- Bu tartışmalar 17 Ağustos depreminin sonrasında mı başladı? Çıkışı “binalarımızı sağlamlaştırmalıyız” tartışmaları mıydı? Hangi çapraşık yollardan geçtik de yollar devasa rantlara çıktı, ortak alanlarımızı nasıl kaptırdık- açıkcası zihnimin gerisinde koskoca bir bulamaç var. (Şu an için çabucak sayabildiğim yerler Ayazma, Sulukule, Tarlabaşı, Taksim, Dikmen, Kadifekale; biraz daha düşünsem sizinle isim – şehir de oynarız.)
AKP’nin 10 yıllık iktidarında kentsel mirası hiçe sayan nice proje var, kent arazilerinin talanı ile ilgili kaç tane makale okudum, sayısını bilmiyorum. (AKP öncesinde de günlük güneşlik bir şehirleşme politikası varmış da bunu kaybetmişiz gibi konuşmak yapacağım son şey olsun bu arada. Son 10 yılımızı daha rahat tartışırız diye haldır huldur girdim vallahi- Söyleyecek sözü olan da sakınmasın, beri gelsin isterim. Özellikle İstanbul’da ikamet edenler, üçüncü köprü tartışmalarında kaç kere çileden çıktığını, Yenikapı kalıntıları üzerinde inşaatı süren Marmaray hakkında neler hissettiklerini, Taksim projesi ile ilgili görüşlerini, şehirde nerelerde vakit geçirdiklerini, İstanbul’un geleceğine dair neler düşündüklerini yazarlarsa balkona çıkıp bir keyif sigarası tüttüreceğim.)
Neyse, AKP’nin dilinden düşürmeyen duble yollar, TOKİ’nin dört bir yanda yükselen projeleri, giderek içinde çok daha uzun süreler geçirdiğimiz trafik gibi şeylerden bahsetmeyi sürdürüp sizi bayıltmayayım. Adına şehir dediğimiz beton kamburlarını bir yana bırakıyorum, bu yazıyı yazmamın sebebine dönüyorum: Jane Jacobs kimdir, kimcidir?
İlerleyen zamanda yaşadığı şehirlere alıcı gözüyle bakıp, şehircilikle ilgili fikirlerini yayınlayacak olan bu kadın, 4 Mayıs 1916’da, Pennysylvania eyaletinde küçük bir madenci kasabası olan Scranton’da doğmuş. Liseden mezun olduktan sonra Scranton’ın yerel gazetesinde bir iş bulup çalışmaya başlıyor. Burada geçirdiği bir buçuk yılın ardından, sevgi ile bağlanacağı New York’a doğru yola çıkıyor.
Gelgelelim, yeni tanıştığı metropol o sıralar büyük buhran ile boğuşmakta. İş bulmak falan da o kadar kolay değil. Neyse ki Jane “ne iş olsa yaparım”cılardan. Sekreterlikten gazeteciliğe, bulabildiği bütün işleri kabul ediyor, steno olarak iş bulamadığı dönemlerde ise New York’u boydan boya yürüyerek arşınlıyor. Şehir hayatına içtenlikle bağlanışını, şehrin nasıl işlediği ile ilgili gözlemlerinin büyük bölümünü bu döneme borçlu olduğunu söylesek, yalan söylemiş olmayız. (Aynı dönemde, sırf kişisel meraktan Columbia Üniversitesi’nde fizik derslerini takip etmiş, sosyal konulara ilgi duymaya başlamış.)
2. Dünya Savaşı sırasında ülke çapında propaganda amaçlı olarak kurulmuş olan OWI‘nin bir ofisinde çalışmaya başlıyor. 1944’te evleneceği mimar Robert Hyde Jacobs ile de burda tanışıyorlar. Sonrasında birbirinden farklı konularda yazım ve editörlük işleri geliyor – ta ki 1952 yılında Mimari Forum’un (Architectural Forum) yardımcı editörü olana kadar. 1950’ler, kentsel dönüşümün şafağı. Jane, bu iş ile beraber dönemin planlama inançları ve kendi gözlemlediği şehir dinamiği arasında devasa çelişkiler olduğunu farkediyor. Hakkında yazı yazmakla görevlendirildiği yeniden inşa projelerindeki cansızlık, tamamlanıp hayata geçen projeleri faydasız bulması, önce Fortune dergisinde bir makaleye evriliyor, sonra da “Büyük Amerikan Şehirlerinin Ölümü ve Yaşamı” olarak meyve veriyor.
Buraya kadar anlatmışken, sanırım Robert Moses’dan bahsetmek de uygun olur. Moses, vali LaGuardia’nın baş danışmanı. New York’a büyük ölçekli ve buldozerli devlet müdahalelerinin, gecekondu temizleme projelerinin müsebbibi. (Birbirinden megalomanyakça iş merkezi – gökdelen – otoyol yapımı önerileri olmuş bir dönem. New York’un Melih Gökçek’i olduğunu düşünüp sevimsiz sevimsiz gülüyorum.)
Jane’in muhiti de Moses’ın bir otoyol projesi ile ortadan ikiye bölünmekle tehdit edilince, kadıncağıza vargücü ile direnmekten başka çare kalmamış. İnsanlar ile şehir üzerine müthiş bir diyalog kurmayı başarmış ve bir direniş örgütlemiş. (Örgütlediği protestolar yüzünden iki kere tutuklandığını da ekleyelim.)
Dönemin plancılarının ‘üniversite diplomasına sahip olmadığı‘, ‘konuyu iyi bilmediği‘, vay canım ‘şehir plancılığından o kadar da anlayamayacağı‘ gibi gerekçelerle tokatlamaya çalıştığı kitabı, bugün ışıltısını hala koruyor.
İçinde yaşadığımız şehirlerle ilgili fikir üretemez miyiz? Sıradan bir insan, bir şehrin nasıl olması gerektiği ile ilgili sağlıklı bir gözlem yapamaz mı? (Açıkçası bu kitap içimde öyle derin bir şefkat uyandırdı ki, Jane’i o dönem ezip geçmeye çalışanlara elimde terlikle saldırasım geliyor. Tabii ki bir bölge plancısının bu kitapla ilgili fikirleri benimkinden çok daha kapsamlı olacaktır, fakat geribildirimin böyle güzeli az olur dostlar.) Lafı çok uzattım, “Büyük Amerikan Şehirlerinin Ölümü ve Yaşamı” aslında şehirle ilgili hepimizin iyi kötü farkında olduğu, zaman zaman üstüne düşündüğü konuların güzel bir toplaması. Bir zamanların New York’u hakkında yazan bir kadından, bugün içinde yaşadığımız ve yarın içinde yaşamak isteyeceğimiz şehirlere dair öğrenebileceğimiz pek çok şey var. (Bunların en başında ise, artık varlığını unuttuğumuz söz hakkımız geliyor sanırım. Ay insan gibi anlatayım derken iğğğ-renç bir şekilde didaktik oldum. Çok özür dilerim.)
Kendimizi kandırmayalım, hepimizin üstünde dolandığımız kaldırımlarla, içinde yaşadığımız binalarla, gökyüzünü görmemizi engelleyen çatılarla kurduğu bir ilişki var. Hepimiz şehrin belli bölgelerini belli insanlarla, belli olaylarla ilişkilendirerek düşünüyoruz. Görüşmeyi özel olarak seçmediğimiz insanlar ile kamusal alanda yüzleşiyor ve pek çok şey öğreniyoruz. Karşı karşıya olduğumuz “kentsel dönüşüm”, bu ilişkileri zedelemekle kalmıyor, bazılarımızın hayatını karartıyor, ekonomik olarak ayrıştırılmış bölgeler üretiyor (ki bu en hafif tabirle tehlikeli), çoğumuzun da mekan ile giderek tatsızlaşan bir ilişki kurmasına sebep oluyor. Şehrin çehresinin damdan düşer gibi değişmesi bizi afallatıyor – Oşu Bubu‘nun da Taksim yazısında dediği gibi, “kazma öncelikli olarak kolektif hafızamıza iniyor.”