Jane Drew, 1911 doğumlu bir İngiliz mimar. Doğum tarihi, Avrupa’da en heyecanlı ve ateşli fikirlerin ortaya çıktığı modernizmin altın çağlarına işaret ediyor. Modernizm akımı Jane’in okuldan mezun olduğu 1930’larda CIAM (Congrès internationaux d’architecture moderne, Uluslararası Mimarlık Kongresi) toplantılarıyla düşünsel anlamda altın zamanlarını yaşamakta ve mimarlık ve şehircilik ortamlarında inanılmaz bir hareketlilik ve heyecan var. Jane’in hayatına baktığımızda da modernist mimarların vizyonunu paylaştığını görüyoruz; daha yaşanabilir kentler, başka bir düzenin hayali. Fakat Jane Drew’ı yalnızca “modernist bir mimar” olarak nitelendirmek ona haksızlık olur.
Drew, günümüzde çok meşhur bir okul olan Architectural Association’dan 1934’te mezun olduktan sonra başlangıçta iş bulmakta zorlanıyor, gerekçe ise kadın olması. Bir süre orada, burada çalıştıktan sonra sonunda kendi ofisini açıyor ve ofisin yalnızca kadın çalışanlardan oluşmasını amaçlıyor. Ancak zamanla ofis büyüyor ve Jane yeterli sayıda kadın çalışan bulmakta zorlanıyor. Sonrasında da çalışanlarını kadın veya erkek olmalarından bağımsız olarak tercih etmek istiyor. Bir süre sonra ise ofisin yapısı değişiyor ve çoğunlukla kocası Maxwell Fry’la beraber iş alıyorlar.
Jane’in çoğunlukla İngiltere’de işler aldığı 1930’lardan 1950’lere kadar olan dönemin batı mimarlığı için sonrasında bir daha görülmemiş değişimlerin yaşandığı bir dönem olduğu söylenebilir. Yoğun bir tartışma ve üretim ortamı mevcut, bunda Avrupa’yı kalbinden vuran bir savaştan çıkmış olmanın da kısmen etkisi var. Ancak bu verimli ortamda bazı şeyler halen yavaş değişiyor. Başka bir kadın mimar olan Charlotte Perriand dönemin en ünlü mimarı Le Corbusier’ye iş başvurusunda bulununca aldığı cevap “Biz yastık kenarı işlemiyoruz,” oluyor.
1910’ların sonunda kurulan ve Nasyonel Sosyalistlerin baskısıyla 1933’te kapanan Almanya’daki Bauhaus okulunda bile kadınlar mimarlık derslerine zar zor alınıyorlar, genelde seramik ve dokumacılık derslerini tercih etmeleri bekleniyor. O dönemde Bauhaus’tan bugün bile üzerinde hala uzun uzun konuşulan pek çok iş çıktığını ve Bauhaus’un dönemine göre devrimci sayılabilecek bir eğitim ortamı sağladığını belirtmek gerek. Okulun kurucusu Walter Gropius’un, kadınların okula alınmalarıyla ilgili neresinden tutsak elimizde kalan şöyle bir lafı da mevcut: “…güzel-cinsiyet ile güçlü-cinsiyet arasında hiçbir fark olmamalı, hepsi okula başvurabilmeliler.” Burada “güzel-cinsiyet”le anlatılmak istenenler kadınlar oluyor tabi, “güçlü- cinsiyet” ise erkekler. İşte Jane Drew bu ortamda kendine ve diğer mimar kadınlara bir yer açmaya çalışıyor.
Jane 1950’lerden itibaren Afrika’da ve Asya’da işler alıyor. Bugün buralarda dünyaca ünlü mimarların pek çok işi mevcut. Norman Foster’ın ve Zaha Hadid’in işleri buna örnek verilebilir. Günümüz mimarlarının dünyanın bu kısmındaki işlerinde yerel olanla iletişime geçmedikleri rahatça görülebilir, bunlar çoğunlukla koca bir boşlukta tek başına var olan ve çevresiyle ilişkisi oldukça zayıf olan binalar oluyor, işgücü bile büyük oranda yabancı ülkelerden sağlanıyor bu işlerde. Jane’in yaklaşımı ise bugünlerde oralarda iş alan mimarlardan biraz daha farklı. Beraber çalıştığı mimarlarla birlikte yerel halkla iletişime geçiyorlar, onlarla birlikte yaşıyorlar ve koşulları mümkün olduğunca fiziksel olarak iyileştirmeyi amaçlıyorlar. Üzerine çalıştığı bölge için uygun malzemenin ne olduğu üzerine oldukça kafa yoruyor, o iklime en uygun mimari ögelerin neler olduğu üzerine çalışıyor. Buna ilişkin kocası Maxwell Fry ile birlikte yazdığı kitaplar mevcut. Bunun dışında insanların bulaşıçı hastalık riskinden ötürü artık hayvanlarıyla aynı mekânlarda yaşamamaları gerektiği gibi şeyleri de göz önünde bulunduruyor. Kısacası daha yaşanabilir kentler için çabalıyor, çünkü yeni bir kentin yeni yaşam olanakları da sağlayacağını düşünüyor. Jane’in çalışmalarında odak noktası farklı coğrafyaların farklı mimari gereksinimleri beraberinde getirdiği anlayışı. Kuzey Avrupa’da işe yarayan bir binanın fiziksel koşullardan ötürü Afrika’da işe yaramasının olanaksızlığından bahsediyor. Mimarlık kariyerini anlatırken karşılaştıkları zorlukların hemen hemen her zaman fiziksel zorluklardan ziyade zihinsel yapılardan kaynaklandığını belirtiyor. Yani Jane’in kişisel olarak karşılaştığı sorunlar mimari yaşantısında da bir şekilde karşısına çıkıyor. 
Biz Afrika’da ve Asya’da çalışırken cevaplarımızın hazır olduğunu düşünüyorduk. Sıtma gibi hastalıklarla nasıl başa çıkılacağını biliyorduk, bir konutta neler olması gerektiğini, iyi bir içme suyu sisteminin nasıl kurulacağını ve ucuz elektriğin nasıl sağlanacağını biliyorduk. Ancak karşılaştığımız zorluklar mimari sorunlar değildi, yerleşik davranışlar ve dini inanışlarla ilgili sorunlardı. Mimarlığı işler kılmak için ihtiyaç duyulan doğru duygusal karışımı sağlamak hep çok zordu ancak en önemlisi buydu.
Jane’in işleri arasında en bilineni bugün Hindistan’daki Şandigar kentinin Pierre Jeanneret’yle, Le Corbusier’le ve zaman zaman beraber çalıştığı kocasıyla birlikte sıfırdan tasarlanması ve inşa edilmesi işi. En uygun ifadeyle bu iş o dönemde her mimarın ağzının suyunu akıtacak tarzda bir iş. Çünkü bir kenti sıfırdan yapmak demek o güne dek konuşulmuş tüm teorilerin ve oluşturulmuş tüm tasarım kriterlerinin gerçekten de denenebilmesi ve deneyimlenebilmesi demek. Öncelikle iş Jane’e geliyor ve o da bu işi Le Corbusier’ye götürüyor (yukarıda ismi geçen mimar, evet.) ve beraber çalışmayı teklif ediyor. Bugün Şandigar kentinin işlemeyen pek çok yanı olduğu söyleniyor, öncelikle nüfus Şandigar’da beklenenin çok üstünde artmış, bu da kent planınında büyük değişikliklere yol açılması demek, yani öngörüler gerçekçi olamamış ancak zaman içerisinde ortaya çıkan olumsuzluklara karşılık Şandigar’ın işleyişinde yenilikçi yanlar da var. Jane’in dediğine göre o güne dek Hindistan’da hiçbir kentte, sınıfsal ayrım olmaksızın, tüm evlerde tuvalet ve temiz su tesisatı gibi en temel hijyen gereksinimleri bulunmuyormuş. Bunun yanı sıra kamusal alan veya sosyal eşitlik gibi kavramların göz önünde bulundurulmasına ve konutların sokakla ilişkisini koparmayacak şekilde biçimlendirilmesine dikkat edilmiş.
Jane, Şandigar’dan sonra da pek çok az gelişmiş ülkede çalışmalarına devam etmiş, bunların arasında Nijerya, İran, Sri Lanka, Gana gibi ülkeler var. Jane meslek hayatı boyunca kadın olmasının en çok İngiltere’de sorun yarattığını söylüyor. Kadın olmasıyla ilgili aktardığı pek çok anektod var. Bunlardan birinde inşaat mühendisleri odasının bir resepsiyonuna çağrılırken “yanında karısını getirmemesi gerektiği, çünkü bu resepsiyonun yalnızca erkeklere özel olduğu”nun bildirilmesi. Jane bu resepsiyona katılmayı kabul ediyor, kadın olduğundan haberleri olmadığını söylüyor. Ve o günkü katılımından sonra kadınların da bu resepsiyona katılımı mümkün oluyor. Bir ötekisinde ise henüz mimarlık okuduğu yılarda bir arkadaşıyla kendilerine söz vermeleri: hiçbir zaman kendi soyismimizi kullanmaktan vazgeçmeyeceğiz. Jane bu sözü tutuyor da. Bir gün bir sunumda kendi soyismi yerine kocasının olan “Fry” ismiyle çağrılınca, “Çok üzgünüm, Bayan Fry bu gece aramızda olmayacak ancak onun yerine Bayan Jane Drew söz alabilir,” diyor. Ve ömrü byunca yalnızca bir kez, ömrünün sonlarına doğru hastanedeyken, kocasının soyismini kullanması gerekiyor. Jane Drew 1996 yılında 85 yaşındayken hayatını kaybediyor ancak bugün adını yaşatan bir ödül var: Architect’s Journal dergisi tarafından verilen Jane Drew ödülü. Mimarlık sektöründeki başarılı kadınlara veriliyor. Biraz aksayarak da olsa verilen bu ödül Jane’in başarısını göstermesi açısından oldukça önemli. 

Walter Gropius, Jane’e göre hayatın anlatılabilecek veya yazılabilecek her şeyin ötesinde olduğunu, yaşamaya tutkun olduğunu söylüyor. Çevresindekiler de onu gerçek bir maceraperest olarak nitelendirirmiş. Gerçekten de Jane’in yaşam öyküsüne baktığımızda merakla ve azimle yaşadığı dünyayı tanımaya ve onu en iyi şekilde değiştirmeye çabalayan bir kadın ve bir mimar görüyoruz; ender rastlanan ve eşsiz yaşamlardan onunkisi. 
Kaynaklar: Jane Drew, Jane Drew, a teller of stories, ölümünün ardından The Independent‘ta yayınlanan bir yazı, Drew ile yapılmış bir röportaj, Jane Drew ödülü hakkında.