Özgür Çiçek ve Irmak Ertuna Howison, Açık Radyo’da yaptıkları programı Jane Austen ve Adabı Muaşeret adıyla kitaplaştırdılar. Jane Austen ve Adabı Muaşeret, Terry Eagleton’un Bronte kardeşlerin yazınını analiz eden Güç Mitleri kitabıyla yakın zamanlarda yayınlandı. Eagleton’un Bronte kardeşleri seçmesi boşuna değil elbette. Bronte kardeşler ciddidir ideolojik bağlamlar ve metaforlar içeren metinleri vardır. Jane Austen içinse Çiçek ve Ertuna-Howison’un da sıklıkla aktardığı gibi çoğunlukla küçümsemeden oluşan bir intiba hakimdir. Tam da bu noktada Çiçek ve Ertuna-Howison’nun çabası popüler eserlerdeki direniş muhalefet imkânlarını gösteren bir örnektir[1]. Austen’ın romanlarında ve keza Austen’ın kendi gündelik hayatında da kullandığı ironik, iğneleyici dil, romanlarında Tanrı ve din temsillerinin yer almaması, ona sadece tarihi aşk romanı yazmasını öneren kütüphane memuruna salt aşk romanı yazmayı kahramanlık destanı yazmakla eşdeğer gördüğünü bu nedenle kendisi için bunu yapmanın imkânsız olduğunu söylemesi gibi ayrıntılar Austen hakkındaki genel yargıların sorgulanması gerektiğini işaret eder. Austen aslında son derece zamansız ve mekânsız öyküler anlatır. Austen’ın metinlerinde, kadınların her dönem ve her coğrafyada, toplumsal beklentilere ve bu beklentilerden kaynaklanan sınırlandırmalara nasıl karşı koyduklarını takip etmek hiç de zor değil.
Jane Austen’ın muhalif olmadığına dair yorumlar, yazara dair yüzeysel ve önyargılı bir bakış içerir. Gurur ve Önyargı romanında, beş kız kardeşten Mary, ahlak ve toplumsal cinsiyet mevzusuna son derece katı bakış açısına sahip olandır. Mary, kendisinden küçük iki kardeşinin dans merakını bayağı ve ahlâksız bulur, Lydia evlenmek için kaçtığında onun ölmeyi hak ettiğine dair yorumlara hak verir. Ancak Mary’nin söylemleri tüm karakterler ve özellikle Lizzy tarafından kızgınlıkla karşılanır. Lizzy, Jane Austen’ın ara bulmaya çalışan sesi haline gelir. Toplumsal normlara kayıtsız şartsız, kadınları yargılayacak ve kısıtlayacak biçimde bağlı olmayan ancak bu normlar içerisinde nefes almanın olanaklarını da yaratmaya çalışan, normları zorlayan bir söylemin, pratiğin hayata geçmesinin somut halidir Lizzy. Benzer biçimde Emma da Austen’ın sesidir. Austen’in yaşadığı dönemde evlilik doğrudan gelirle ilişkili bir konuydu. Ailesinin geliri düşük olan bir kadının istediği evliliği yapma olasılığı da aynı oranda düşüktü, geliri yüksek olan bir erkek kendisinden düşük sınıfı olan bir kadınla kolay kolay evlenmezdi. Bu nedenle evlilik özellikle yoksul kadınlar için çok daha kritik bir süreç, hatta sınıf atlamanın tek yoluydu. Yine de fakirliği nedeniyle evlilik yolu riskli olan bir kadın, toplum yapısının dayattığı bu durumu okuyarak altedebiliyordu. Mansfield Park romanındaki Fanny karakteri gibi. Ancak Emma, kendisine evlenmeyi düşünüp düşünmediğini soran arkadaşına, bekârlığın toplum tarafından hor görülmesinin sebebinin yoksulluk olduğunu, geliri az bekâr bir kadının evde kalmış kabul edilirken, zengin bekâr bir kadının saygı gördüğünü söyler ve ekler: Yoksul değilim bu nedenle evlenmeyi düşünmüyorum. Emma, romanın sonunda evlense de Emma’nın dile getirdikleri birebir Austen’ın görüşleridir. Çünkü Austen, tarihte roman yazarak geçimini sağlayan ilk kadın yazardır ve bu durumun kendisine tanıdığı bekâr kalma olanağından yararlandığı ileri sürülebilir.
Çiçek ve Ertuna-Howison’un aktardığına göre 18.yy’da kadınların roman okuması ahlâksızlık sebebi olarak görülürken bilindiği üzere hemen tüm Austen karakterleri kitap kurdudur. Benzer biçimde, 18.yy sonunda bir kadının yürümesi düşük statü göstergesi, ancak bir bahçe içinde refakatçi eşliğinde gezinti yapması “normal” karşılanıyor. Ne kadar tanıdık değil mi? Austen’ın kadın karakterlerini isyankâr kılan en önemli ikinci özellik de budur: Yürümek! Tıpkı Simone de Beauvoir’ın kırlarda yaptığı meşhur uzun yürüyüşleri gibi [2] ya da Jane Campion’un Bright Star (2009) filminde baş karakterinin elinden düşürmediği kitabıyla yaptığı yürüyüşler gibi. Tek başına yürüme hali 18. yy İngilteresi’nde iyi bir evlilik yapma olasılığı olan, orta sınıf bir kadın için küçük düşürücü bir eylem, bugün de dünyanın pek çok yerinde yine benzer anlamlara sahip. Kamusal alanda tek başına yürüyen, vakit geçiren bir kadın etrafında kuşku uyandıran bir kadındır. Sanki kadın tek başına var olamaz, illa birinin yanında olmalı, biri ona ya da o birine dayanak olmalıdır. Aksi takdirde dikkatleri ve gözleri üstüne çeker. Oysa ne arındırıcı ne mutluluk verici bir serüvendir bir kadın olarak yalnız olmak, rahatsız edilmeden yalnız kalabilmek! Austen da 1700’lerin sonunda tam da böyle hissediyormuş Çiçek ve Ertuna-Howison’a göre. Tek başına kaldığında gördüklerinin efendisi oluyor, gözlemlediklerini kurguluyor ve kâğıdına aktarıyormuş.
Jane Austen dünyasının güncelliğini halen koruduğuna bir başka örnek vererek yazıyı sonlandırmak istiyorum. Aslı Bugay’ın 12 ilde 3235 öğrenci ile yaptığı “Kadına Yönelik Tutum Araştırması”nın sonuçlarına denk gelmişsinizdir belki. “Bir kadın, evlenme teklif edebilir mi?” sorusuna kız öğrencilerin yüzde 34,4’ü evet, yüzde 65,6’sı hayır yanıtını veriyor. Hayır yanıtı veren erkek öğrencilerin oranı yüzde 55,5, evet diyen erkek öğrencilerin oranı ise yüzde 44,5. Bugay’ın araştırmasının sonuçlarını okurken gözümde, Sense and Sensibility (Ang Lee 1995) filminden bir sahne canlandı. Marianne Dashwood tipik bir Austen parti sahnesinde, bir süredir flört ettiği ancak haber alamadığı John Willoughby’i görür ve tüm meraklı, izleyen gözlerin önünde çığlık atarak ve kalabalığı yararak ona doğru koşar ve heyecanla sorar: “Mektuplarımı almadın mı? Neden yanıt yazmadın?” Kendisine verilen üstü kapalı, İngiliz nezaketi içeren yanıtla da yetinmez, Willoughby’i takip eder. Nihayet adamın bir nişanlısı olduğunu görür. Başta söz konusu yeni nişanlı olmak üzere, tüm salon baştan aşağı Marianne Dashwood’u süzer ve karakterimiz adetâ yerin dibine girer. O salon bir kara delik olur onu yutar.
Çiçek ve Ertuna-Howison’a bizi Jane Austen’ın içindeki isyankârla tanıştırdıkları için ne kadar teşekkür etsek az. Austen tam 200 yıl önce 1817’de ölmüş olsa da, elimizde bir kitapla deniz kıyısında ya da kentin gürültüsünden uzakta bir yerde, tek başımıza yürüyüş yaparken ayakkabımız çamura batmış ama yüzümüz mutlulukla güldüğünde onu hatırlayacağımıza bahse varım.
[1] Tania Modleski’nin ya da Janice Radway’in işaret ettiği gibi.