Tarihçi Anne C. Bailey’nin kendi bloğunda 6 Haziran 2020 tarihinde yayımladığı The Day I Met James Baldwin At Harvard başlıklı yazısının çevirisidir. Bir bakışın hatrına…
Size James Baldwin’le tanıştığım günden bahsetmiş miydim? Harvard Üniversitesi’nde, 3. senesinde bir lisans öğrencisiydim. Afrika Çalışmaları odağıyla İngilizce ve Fransızca edebiyatlarında çift anadal yapıyordum. Kampüsteki yatakhanelerden birinde kalıyordum; yatakhanelere o zamanlar Ev diyorduk. Bu evler oldukça hareketli yerlerdi; sadece yemek yiyip uyuduğunuz değil, üniversitenin konuşmaya çağırdığı, misafir ettiği insanlarla tanışabileceğiniz yerlerdi. Bu evlerin efendileri vardı, House Masters / Ev Efendileri bugün garipsediğim bir terim olsa da o zamanlar hiç sorgulamamıştım. Yakın zamanda bu isim Yatakhane Müdürü olarak değiştirildi (residential college directors) ve ‘efendi’ler yerine bu evlerin yönetiminden sorumlu kişiler Fakülte Dekanları arasında anılmaya başlandı. Genelde bu evlerde evli bir çift yaşardı ve tüm ev topluluğuna açık olan aktiviteler düzenlerlerdi. Araştırmacılar, yazarlar, sanatçılar, türlü insan geldi gitti. Aydınlar tüm üniversiteye açık şekilde de davet edilebilirdi, Baldwin’de olduğu gibi, Ev Efendileri tarafından o yatakhaneye özel daha samimi bir sohbete de misafir edilebilirlerdi.
Üçüncü senemin ilkbahar döneminde kaldığım evin efendisinden bir telefon aldım. Yaşı ilerlemiş bu beyaz çift beni meşhur yazar, hak savunucusu ve kahramanlarımdan biri olan Baldwin’in şerefine verecekleri yemeğe davet ediyordu. Elbette daveti hemen kabul ettim ve havalara uçarak oda arkadaşlarımla bu haberi kutladım. Benden, yemekten sonra hiçbir detayı atlamadan her dakikasını anlatma sözü aldılar. O sırada kimse neden benim davet edildiğimi sorgulamadı. Herhalde Afrika Çalışmaları’na olan ilgim (Fransızca ve İngilizce edebiyatlarında siyah yazarlar üzerine araştırmam) yüzünden bu daveti aldığımı düşünmüş olmalıyız. Bir de, kampüste bu arkadaşlarım ve başka Siyah kadınlarla beraber yeniden başlattığımız, bir Siyah kadın oluşumu olan Siyah Radcliffe Birliği ile alakalı olabilirdi. Dahil olduğum bu iki işin davet edilmemle bir alakası olmalıydı.
James Baldwin’in kampüse geldiği gün, en güzel elbisemi giydim ve gerçek bir efsaneyle tanışmak üzere asansörle ev efendilerinin çatı katındaki dairesine çıktım. Yazılarıyla hayatımda yadsınamaz etkileri olan bu yazarla derin bir bağ ve yakınlık hissediyordum. Baldwin’in yazını bir uyanıştı. Kimse Adımı Bilmez, Git Onu Dağda Anlat ve Fransa’daki edebi denemeleri, kendi dünyamı anlamama yardımcı oldu. Olduğum insanla gurur duymamı sağladı. Hem tümüyle şahsi hem de tarihseldi yazdıkları. Her ne kadar, tarihçi ve yazar olarak kendimi bulmam epey zaman aldıysa da, o dönem, Baldwin’in yakıcı romanlarını tarih kitapları gibi okuyordum.
Heyecandan asansörden zıplayarak çıktığımı hatırlıyorum. Kapıya yöneldim, evin efendisinin karşılaması sıcaktı. Gözlerim onu görmek için tüm odayı hızla taradı. 60’larının başında, ince ve genç ruhlu bu adam mumlarla aydınlanmış genişçe bir masada, dallarını tomurcuklar basmış ağaçlara bakan bir pencerenin yanında oturuyordu. Henüz hava kararmamıştı, bahar tüm vaatleriyle gözlerimizin önüne serilmişti. Mekanın geri kalanını hatırlamıyorum ancak bu güzel arkaplanın önünde tek başına oturduğunu anımsıyorum. Ayakta dolanan birileri vardı ama onun yanında değillerdi.
Tam o sırada odadaki siyahların yalnızca Baldwin ve kendim olduğunu farkettim. Neden şaşırdım bilemiyorum, belki kampüste başka renklerden insanlar görmeye alışkın olduğumdan bu durum bana tuhaf gelmişti. Harvard tarihinin en çeşitli dönemlerinden birine mensuptum. Kampüste ‘tek’ ya da temsili hissettiğim anlar nadirdi, ama o akşam, bu his içime yerleşti. Bunu dert etmemeye kararlıydım. Neden dert edecektim ki? Kahramanlarımdan biriyle tanışmak üzereydim.
Oturmakta olduğu masaya seyirtmek üzereydim ki ev sahibi kolumdan tuttu ve beni mutfağa çekti.
“Bu taraftan” diyerek, servis etmem için ordövr tepsisine doğru işaret etti. Tam o anda ne dediğimi harfiyen hatırlayabilsem de aktarabilsem keşke ama hatırlamıyorum. Ruhen ve zihnen paramparça olduğumu hatırlıyorum sadece. Şu minvalde bir şeyler söyledim:
“Ah, ama ben Baldwin Bey’le tanışmak için davet edildiğimi sanmıştım, hizmet etmek için değil…”
Okulda, öğrencilerin para kazanmak için bu tür işler yaptığı, part-time işler aldıkları olurdu ama benim böyle bir işim yoktu. Bu işlerle ilgili yanlış bir şey yoktu elbette ama benim işim okulun tiyatrosunda gişe memurluğuydu. Benim işim bilet satmaktı. Hatırlamaya çalıştım: bir hafta evvel beni davet etmek için aradığında bir şey mi kaçırmıştım? Hizmet etmek için aranmış başka öğrenciler var mıydı? Hayır.
O ana kadar Evin Efendileriyle olan ilişkim saygılı ve sıcaktı, rahatsız edici hiçbir şey olmamıştı. Ama işte buradaydım, James Baldwin’le tanışmak üzere geldiğim bu davette mutfaktaydım.
Bir anda ev sahibesi durumu farketti ve bir şekilde lafı çevirerek beni yemeğe davet etti. İş işten geçmişti, ben darmaduman olmuştum.
James Baldwin, hayatın, özellikle de Amerikan hayatının o keskin gözlemcisi ve yazarı, odanın diğer ucundan bana bakmış ve bir bakışta olup biteni anlamıştı.
Mesafe aramızda geçen konuşmayı duymasına imkan vermiyordu. Ama o olan biteni sezmiş, her şeyi olduğu gibi görmüştü. O sırada koca gözleriyle bana attığı bilen, anlayan, delici bakışları zihnime nakşoldu; bugün dahi tüm berraklığıyla anımsıyorum.
Sonra, beni yanına aldı, masasına. Yemekte yanında oturacaktım. Artık onun misafiriydim.
Bu hikayeyi nadiren anlatmışımdır. Aslına bakarsanız, geçtiğimiz 30 senede yalnızca bir defa özel bir buluşmada anlattım. Sanırım, gece iyi sonuçlandı diye zihnimde aslında çok da fena bir akşam olmadığı izlenimi kalmış.
Ama fenaydı.
Belki bu hikayenin Harvard’daki muazzam dönemime, hatıralarıma gölge düşürmesini istemedim. Bu olaydan önce buna benzer bir durumla karşılaşmamıştım ve tam da bu yüzden, ironik bir biçimde, olanı kabul etmekte zorlanmıştım. Harvard sadece bir okul değildi. Dört sene boyunca evim olmuştu; dostlar edindiğiniz, yiyip içtiğinizin ayrı gitmediği yerlerin bir nevi eve dönüşmesi gibi. Harika sınıf arkadaşlarım vardı, 1986 dönemi. Ama bundan çok daha fazlasıydı. Bu yerle gerçek bir bağ kurmuştum. Benim gibi nicelerinin yıllarla aşındırdığı kızıl parke taşları, soğuk Cambridge kışının ardından etrafı saran bahar kokuları, kampüsün bir ucunda keşfettiğim yeni ufak kütüphanenin ve orada karşılaştığım ilk baskı kitapların heyecanı… Burası benim evimdi ve evde böyle şeyler olmazdı, değil mi? Üstelik bunlar Derek Bok’un Rektör olduğu yıllardı, gerçek bir vizyoner ve eğitimde her yerden insanın temsiline, çeşitliliğe inanan biriydi. Beni buraya getiren o öncü vizyon ve emeğe karşın, ev sahibesi beni gerisin geriye o yere çekmişti.
Beni geri çektiği o yer ve zaman, makulen umabileceğim tek şeyin aldığım her davette ancak hizmet etmek için orada olabileceğimi söylüyordu.
Şimdi bile öfkeyle yazmıyorum çünkü bazılarının ifade ettiği gibi, o Ev Efendisi de zamanının bir ürünüydü. Ancak bunları yazarken neden hala travmadan bahsetmediğimizi, bu ülkede ve Karayiplerde yaşanmış koca bir kölelik tarihinin travmasını konuşmadığımızı merak ediyorum. Sadece kölelik süresince yaşanmışlardan sözetmiyorum, sürekli kendini hatırlatan, bizleri o geçmişe çekip parçalayan gündelik ırkçılıktan bahsediyorum. Bugünlerde sıkça bunu düşünüyorum, yeni kitabım da bu travma ve nasıl sağaltılabileceğiyle ilgili.
Hala James Baldwin’in bana ve badireme, aynı zamanda ona ait olan bu badireye ve hayatını yazmaya adadığı badiremize kitlenmiş bakışlarını görebiliyorum. Beni tarihin içinden süzüp çıkartan o gözlerini.
İşte bu, hep hatırlayacağım biricik anım.
Ana görsel: Denis Paquin. Lincoln Anıtı senelik temizliği 12 Nisan 1995.