Bu yaz, halihazırda iki senedir yaşadığım şehirde nihayet bir jinekolog randevusu alıyorum. Corona pandemisi esnasında uzun süre kontrole gidememişim, rahmimde, vajinamda ne oluyor ne bitiyor haberim yok. En son muayenemi orada yaşarken Berlin’de olmuştum. Evimin yakınlarındaki bir jinekologdan çok da hızlı bir şekilde randevu alabiliyorum. Leipzig’in gözünü seveyim diye geçiriyorum içimden. Eğer gerçekten büyük olan bir büyükşehirde yaşıyor olsaydım en az iki ay bekleteceklerdi muhakkak. Hatta belki de randevu dahi vermeyeceklerdi, yeni hasta kabul etmiyoruz diyecek ve beni reddedeceklerdi, elimde telefon saatlerce o muayenehane senin bu muayenehane benim gidecek bir yer arayacaktım.
Muayenehaneye girip bekleme odasına oturuyorum. Ultrason yapılıyor. Rahmimde miyom olduğunu zaten önceki kontrollerden biliyorum. Fakat son kontrolden beri oldukça büyümüş olmalılar, çünkü artık karnım neredeyse beş aylık hamile bir insanın karnı kadar büyük.
“Rahminiz patates çuvalı gibi,” diyor jinekolog. “Dolu. Tıka basa dolu. Kaç tane miyomunuz olduğunu göremiyorum bile.” Yakınlardaki bir küçük şehirde yer alan bir miyom kliniğine havale etmek istiyor beni. “Bu rahimle asla gebe kalamazsınız. İmkânsız.”
Patates çuvalıyım, asla gebe kalamam. Konan tanı bu. Tamam. Ta başka bir şehre muayeneye gitmek yerine, bu profesyonel yaklaşımı ikinci bir uzmana teyit ettirmeye karar veriyorum. Evimin yakınlarında bir başka miyom kliniği olduğunu öğreniyor ve randevu alıyorum. Bu randevu o kadar hızlı alınmıyor, birkaç hafta bekliyorum.
Sorun yok.
Buradaki muayenede rakam veriliyor, sayı veriliyor. Milimetre, santimetre ile boyut veriliyor. Terapi seçenekleri konusunda bilgilendiriliyorum. Kimse patates çuvalı gibi ifadeler kullanmıyor. Yalnızca somut bilgiye maruz bırakılıyorum. MR çektirmem öneriliyor. MR çektiriyorum. Tam boyut, tam rakam asıl o zaman çıkıyor ortaya. Üç adımdan oluşan bir tedavi planı yapıyoruz. İlk ameliyat Eylül ayının sonuna doğru gerçekleşecek. Teker teker alınacak miyomlar. Rahme en az zarar verecek biçimde. “Yaşınız bu kadar genç olmasaydı, örneğin on yaş daha büyük olsaydınız, rahminizi tamamen almayı önerirdik. Fakat çocuk yapma ihtimalinizi tamamen ortadan kaldırmayı tercih etmiyoruz,” diyor doktor. “Pişman olabilirsiniz.” Bu tezi neye dayandırdığını soruyorum. “Tecrübe,” diyor.
İlk ameliyatıma iki hafta kala regl oluyorum, ama regl gibi değil. Farklı. Rengi, karnımdaki hissi. Huzursuz oluyorum. Kanamam bir hafta geçmesine rağmen hâlâ devam ediyor. Acil durum olarak okuyup, yeniden patates çuvalı doktoruna gidiyorum. Aslında buraya bir daha gelmeyecektim. Fakat daha önce gitmediğim bir doktora acil durum için gitmem imkânsız, almaz, kapıdan gönderirler. Mecburen gerisin geriye patates çuvalına dönüyorum. Kan testi yapılıyor. Ertesi gün öğlen saat 11:30 gibi telefonum çalıyor.
“Tahmin edin bakalım, size ne haber vereceğim?” diye soruyor doktor. Sesinde bir gülümseme. Gözümün önünde Joker canlanıyor.
“Bilmiyorum. Ne haber vereceksiniz?”
“Tahmin edin bakalım!” diyor Joker gülümseyerek.
“Lütfen söyler misiniz?”
“Hamilesiniz!” diyor. “Hamilesiniz!”
Müjde veriyor, öyle memnun kendinden. Biz çuvaldaki patatesler ölü sanırken meğer onlar filizlenmiş.
“Ne…” diyorum. Ne? Ne demek hamile… “Benim şu anda çocuk doğurmam imkânsız,” diyorum. Beklentim, bunu ciddiye alıp beni kürtaj imkanlarım hakkında bilgilendirmesi.
“Bu kararınızı bin kere gözden geçirmek zorundasınız. Bir daha asla hamile kalamayabilirsiniz,” diyor.
Daha önce de hamile kalamazsın diyen doktor, doğru olmadığı apaçık ortada olan bu tanısını tekrar ediyor yani. Hatta tanısına bu sefer mucize kalitesi biçiyor. Düşün diyor bana, bir kez değil, bin kez düşün. Bu fırsat hayatta bir daha karşına çıkmaz. Bu fırsat kaçmaz. Kürtaj hakkında bilgilendirmiyor beni.
Kendimi bir hortumun içine çekilmiş gibi hissediyorum, ayaklarım yerden kesilmiş, kontrolsüz bir biçimde dönüyor, oradan oraya savruluyorum.
Almanya’da kürtaj tamamıyle serbest değil. Alman ceza kanunun 218. maddesi kürtajı suç olarak kabul ediyor, “suçun ağırlığına” göre altı aydan beş yıla kadar hapis ya da para cezası öngörüyor. Bu kanun 1871 senesinde öldürme suçlarına ek olarak yürürlüğe girmiş ve bugüne dek birçok değişime uğramış. Örneğin, 1933 senesinde Nazilerin başa gelmesinin ardından kürtaj idam ile cezalandırılmaya başlamış. Kürtaj kanunu seneler boyunca farklı biçimlerde betimlenmiş, kürtaj yasağı farklı biçimlerde gerekçelendirilmiş ve kürtaj farklı sertliklerde cezalandırılmış olsa da, değişmeyen tek gerçek Almanya’nın kürtaj kanununun 1871 senesinden kalma olduğu gerçeği.
Bugün geçerli kanuna göre on ikinci haftaya dek kürtaj bazı şartlar altında cezadan muaf tutuluyor. Ceza kanununun 218. maddesine getirilen 218a eki, “özel sebeplerden dolayı” kürtaj yaptırmak isteyen hamile bireye bağımsız bir kurum tarafından yapılacak “danışma” mecburiyeti koyuyor. Özel sebep, doğurmak istememek, doğurmamayı tercih etmek anlamına geliyor. Fakat örneğin, hamile kişide ortaya çıkan sağlık riski ya da fetüsün engelli olması durumu özel değil, tıbbi sebep olarak kabul ediliyor. Bu mecburi danışma, ceza kanununun 219. maddesi tarafından regüle ediliyor. Bu maddeye göre danışmanın amacı “doğmamış hayatı korumak” ve hamile bireyi kürtajdan vazgeçirmek. Bu danışmanın ardından zorunlu 72 saat bekleme süresi mevcut, yani üç gün. Kürtaj, yalnızca tüm bu kurallara uyulduğu takdirde ve bir doktor tarafından yapıldığı sürece cezasız. Bu kurallardan herhangi birine uyulmadığı takdirde, kürtajı yapan doktor da para veya hapis cezasına çarptırılabiliyor.
Ayrıca Alman ceza kanununun 219a maddesi uyarınca “kürtaj reklamı” yasak. Kanun metni her ne kadar reklamdan da söz etse, burada pratikte engellenen kürtaj ile ilgili bilgiye erişim. Nitekim doktor, hastane veya kliniklerin internet siteleri veya broşür ve benzeri ürünlerinde kürtaj uyguladıkları bilgisini eklemeleri yasak. Yani hangi doktor, hastane ve kliniğin kürtaj yapıp yapmadığını, bunu yaparken hangi metotları kullandıklarını öğrenmek, bu kanun yoluyla zorlaştırılıyor. Yasağa uymayarak internet sitesinde kürtaj yaptığını belirten doktorlar para cezasına çarptırılabiliyor (bkz. Kristina Hänel). Bilgiye erişimi zorlaştırmak da kanunun ve “vazgeçirme” politikasının bir parçası. Alman kürtaj kanunlarının doğru adı aslında vazgeçirmeden ziyade “yasal ve güvenli kürtaj yollarını mümkün olduğunca tıkayarak doğurmak zorunda bırakma politikası” olmalı.
Asla gebe kalamayacağıma inanırken ilk miyom ameliyatım gerçekleşmeden birkaç gün önce hamile olduğumu öğrenmiş oluyorum. Kanıyorum. Ameliyat olacağım hastaneye gidiyorum. Hamileyim ve kanıyorum, diyorum. Doktor muayene ediyor. Evet diyor, hamilesiniz.
“Fakat,” diyor, “embriyo oluşmamış. Ya gebelik gerçek değil ya da henüz gebeliğin çok başındasınız. Birkaç gün bekleyelim. Ameliyatınızı bu şartlar altında gerçekleştirmemiz mümkün değil. Randevunuzu iptal etmek zorundayım. Kanunlar ortada.”
“Ama,” diyorum, “on bir tane miyom var rahmimde, en büyüğü 9 cm uzunluğunda, rahmim normalin neredeyse dört katı büyüklüğünde (patates çuvalının profesyonel çevirisi bu). Bu şartlar altında bu gebeliği sürdürmem mümkün olabilir mi?” Kendimce eminim imkânsız olduğuna. “Bu sorunun cevabını kimse veremez,” diyor doktor. “Pazartesi günü yeniden gelin, tekrar muayene edelim ve nasıl devam edeceğimizi konuşalım. Belki hafta sonu düşebilir.”
Pazartesi günü hastaneye dönüyorum. Tekrar test yapılıyor. Hâlâ hamileyim. Embriyo oluşmaya başlamış. Kanamam zayıflıyor. Kanamanın sebebine bakmıyor kimse. Tüm gözler embriyoda. Bugün hâlâ kanamanın sebebini bilmiyorum.
Eve dönüyorum. Bu hafta ameliyat olacaktım, o yüzden zaten raporluyum. Danışma randevusu almam gerek. Arıyorum, her yer kapalı. Almanların yarım gün çalışma huyu normalde harika bir şeyken o anda içimi korku ve öfkeyle dolduruyor. Yarını bekle. Yarın ara. Bugün kapalıyız artık.
Ertesi gün arıyorum. Meğer ertesi gün tüm gün kapalıymış danışma yapan kurumlar. Haftada beş günden daha az çalışmak tam anlamıyla bir nimetken, o an benim yaşadığım durum dayanılmaz. Yarın ara. Yarın olsun. Duvardaki saatin sesi kulağımda, sanki bana daralan vaktimi hatırlatmak istiyor. Unutmam mümkünmüş gibi.
Yatıyorum. Tembel hayvan gibi yatıyorum, ne gücüm var, ne insan yüzü görecek halim. Arkadaşım mesaj atıyor, bana gel diyor, istemiyorum. Yatıp dizi izlemek istiyorum.
Ertesi gün nihayet danışma veren kurumlardan birine ulaşıyorum. Bir sonraki haftanın pazartesi gününe randevu alıyorum, ilk boş randevuları bu. Ver diyorum. Ver. Sorun değil. Pazartesi’yi de bekleriz.
Yatıyorum. Arkadaşım hâlâ “Bana gel” yazıyor. Günlerden cuma olmuş, yatarak günü cuma etmişim. Duş alıp çıkıyorum. Kapıdan çıktığım anda kalbime çarpıntı geliyor, nefesim kesiliyor. Zar zor, yavaş yavaş, nefes nefese, ağlayarak arkadaşımın evine varıyorum. Sevgilime mesaj atıyorum, “iyi değilim, beni buradan al,” yazıyorum. Beni gelip alıyor. Göğsümdeki baskıdan, nefes alamamaktan, çarpıntıdan bahsediyorum. Sağlık çalışanı sevgilim bana “Acaba Corona mı kaptın” diyor. Aşı oldum, ama aşının yüzde yüz korumadığını biliyorum. Meğer o beni kalp krizi geçiriyor sanmış ama korkutmamak için Corona demiş. Acile gidiyoruz.
Acilde her yanım bir anda doktor doluyor. Ne olduğunu anlamıyorum. Ellerinde ultrason aletleri ile ciğerime, kalbime, rahmime bakıyorlar, elleri ile bacaklarımı muayene ediyorlar, her yerim kablo dolu. “Kaç aylık hamilesiniz?” diye soruyor doktorlardan biri. “Beş haftalık,” diyorum. Karnım şiş, ama içindeki bebek değil, miyom. Doktor “HAFTA???” diyor. Evet. Hafta. Beni daha birkaç gün önce muayene etmiş olan jinekolog, acile gelip beni tekrar muayene ediyor ve tekrar hamile teşhisi koyuyor. Hamilelik sanırım inanılmaz bir şey olsa gerek. İnanılamıyor, her seferinde yeniden teyit ediliyor.
Doktorlar ortadan kaybolurken etrafım bir anda hemşire ve tıp fakültesi öğrencileri ile doluyor. Hep beraber damar arıyor, bulamıyorlar. Az ileride bilgisayarın başındaki doktor benden “Hamile olan” diye bahsediyor, duyuyorum. Hemşirelerden biri “Bakalım bebeğimizle annemizin sağlık durumu nasıl” diyor. Annemiz. Anne. Benden bahsediyor. Fakat üçüncü tekil şahıs kullanarak. Üçüncü tekil anne. “Önisminiz çok ilginç,” diyor. “Nereli bu isim?” Yani “Sen nerelisin?” demiyor da, ismimin nereli olduğunu soruyor. Anadolu, diyorum, Türkiye.
Doktorlar geri dönüyor. “Radyasyon,” diyor biri, diğeri “hamile olduğu için” diyor. Ardımdaki cihaz kalp atışımı 120 olarak gösteriyor ve bipliyor.
Bip bip bip.
Benim neyim var, kimse bilmiyor. Röntgen veya MR çekmeleri gerekiyor, ama yapmıyorlar, çünkü hamileyim. Yatağımın dibinde çember oluşturmuş, benden bahsediyorlar. “Aldıracağım!” diye sesleniyorum. Doktorlar bir an için konuşmayı bırakıyor.
Sessizlik.
Kimse bana dönmüyor, bana bakmıyor, ama duydular beni, eminim, o yüzden bu sessizlik. Birkaç saniye sonra hiçbir şey olmamış gibi konuşmaya devam ediyorlar.
Ardından bana dönüp durumu açıklıyorlar. Akciğer embolisi geçirdiğimden şüpheleniyorlar, kalbimdeki baskı da ağır. MR ya da röntgen, radyasyondan dolayı çekilemiyormuş. Eğer aldırmaktan vazgeçersem ve çocuk dünyaya engelli gelirse, mahkemeye verme hakkım doğarmış. Yani tanıyı hakkını vererek koyamadan, şüphe doğrultusunda tedaviye başlıyorlar. Şüphe yanlışsa, tedavi yanlışsa, bu yüzden ölürsem, mahkeme hakkım doğuyor mu bilmiyorum. Öldükten sonra bir hastaneyi nasıl mahkemeye verebileceğimi de bilmiyorum. Kan sulandırıcı iğne ve gözlem, diyorlar. “Bu gece yoğun bakımda tutacağız sizi. En erken pazartesi günü çıkarsınız.”
Yoğun bakımda da her yerim kablo dolu, her şey bipliyor. Uyku yok bu gece. En büyük derdimiz bir gece uyuyamamak olsun. Ertesi sabah hemşire odama gelip “Önisminiz çok ilginç,” diyor. “Nereli bu isim?” Aynı hikâye. Türkiye, diyorum. Hmm, diyor. O gün bana bir daha hiç gülümsemiyor, sorularıma tersleyerek cevap veriyor.
Doktorlardan biri vizite esnasında “Zannedersem, doğru anladıysam, hasta kürtaj yaptırmayı düşünüyor” diyor diğer doktora dikkatlice. “Düşünmüyorum, kararlıyım” diyorum. “Yanlış bir şey mi söyledim?” diye soruyor. “Muayene edin beni!” diye bağırmak istiyorum. Dayayın radyasyonu! Bu ne biçim öncelik?
Haftasonum Pazartesi günü gerçekleşecek danışmadan korkarak geçiyor. Ne soracaklar, beni utandıracaklar mı, köşeye sıkıştıracaklar mı, bana duygusal şantaj yapacaklar mı? O güne dek duyduğum, okuduğum her şey zihnimde tekrar ediyor. Utandırılma, kötü muamele, bu görüşmelere katılmaya zorlanan birçok insanın bahsettiği ortak tecrübeler. O esnada Batı Almanya’da, Köln’de yaşarken okuduğum haberleri, tecavüze uğrayan kadınlara ertesi gün hapı vermeyi reddeden hastaneleri hatırlıyorum. Korkuyorum. Hayatımın kontrolü tamamen elimden alınmış gibi hissediyorum.
Pazartesi günü taburcu edilemiyorum, çünkü hâlâ kimse tam olarak neyim olduğundan emin değil. “Akciğer embolisini gebelik tetiklemiş olacak,” diyor doktorlardan biri. “Gebelik zaten büyük bir emboli riski. Bir de yatmanız. Hareketsizlik.”
Ama bunlar hep tahmin.
Akciğer embolisinde ölüm oranı yüzde otuz. Teşhis genelde ölümden sonra konuyor, çünkü hastalık sinsi. İnsanları uykularında öldürüyor. Sevgilim sağlıkçı olmasaydı ve acile gitmeyi önermeseydi ben de uyku esnasında solunum yetmezliğinden ölebilirdim. Asla hamile kalamazsınız’dan, hamile kaldığı için az daha ölüyordu’ya varan olaylar dizisi.
Aklım sürekli danışmada, bir yandan iple çekiyorum, çünkü danışmadan 72 saat sonra kürtaj hakkı kazanacağım. Diğer yandan danışmanın nasıl geçeceğini kestiremiyor, korkuyorum. Sevgilim kürtajın Doğu Almanya’da normal bir şey olduğunu söylüyor, ama doktorlar bende ne gebeliğin ne de kürtajın normal olduğu algısını yaratıyor. Doğu Almanya’da kürtaja olan yaklaşımın Batı Almanya’dan daha farklı olmasının sebebi, DDR’de kürtaja erişimin bir hak olması. Bu hak 1989 senesinde DDR’ın ortadan kalkması ve Almanya Federal Hükümeti’nin bünyesine dahil olması ile Doğu Almanların elinden alınıyor. Kürtaja olan yaklaşım, DDR mirası ışığında Batı Almanya’nın yobaz Katolikleri ile kıyasla daha liberal. Bunun kanunlara etkisi olmasa bile en azından danışmaya etkisi olduğunu yaşayarak tecrübe ediyorum.
Bundestag seçim günü. Hemşire tansiyonumu ölçüyor. Televizyonda seçimle ilgili bir program var. “Siz oy kullanamadınız, değil mi?” diye soruyor. İrite oluyorum, nereden biliyor diye düşünüyorum. O esnada, hastanede olduğum için oy kullanamadığımı düşündüğünü idrak ediyorum. “Benim zaten oy hakkım yok ki,” diyorum. “Neden?” diyor şaşkınca. “Alman vatandaşı değilim.” Nerenin vatandaşı olduğumu soruyor. “Türkiye,” diyorum. “Güzel kahverengi gözlerinizin nereden geldiği şimdi anlaşıldı” diyor.
Kahverengi göz renginin Almanlıktan ötelendiğini görmek, Almanya’nın kanlı Nazi tarihinin ışığında tüyler ürpertici bir durum. İltifat ediyor aslında. Ama çok yanlış bir yerden. Hem beni pigmentlerim sebebiyle ötekileştiriyor hem de bunu bilinen bir Nazi söylemini yeniden üreterek yapıyor.
Pazartesi sabahı danışma randevusu aldığım kurumu erkenden arayıp telesekretere not bırakıyorum. “Ben hastanedeyim, gelemeyeceğim, danışmayı telefonla yapabilirsek çok sevinirim,” diyorum. Birkaç saat sonra telefonum çalıyor. “Mesajınızı aldık. Hiç sorun değil, sizi randevu saatinizde arayacağız” diyor telefondaki ses. Pandeminin bir nimeti bu. Rahatlıyorum.
Görüşme inanılmaz pürüzsüz geçiyor. Beni yanlış bilgilendiren doktora olan öfkemden, kürtaj uygulamasına dair detaylı sorulara kadar her şeyi konuşabiliyoruz. Bir saat süren görüşmenin ardından telefonu teşekkür ederek kapatıyorum. Büyük ve görece solcu bir şehirde yaşamanın avantajı olsa gerek, diye düşünüyorum. Duyduğum korkunç hikâyeler benim başıma gelmiyor. Şanslıyım. Benim kadar şanslı olmayan binlerce hamile insanın hikâyelerini unutmuyorum. Neredeyse ölüyordum, ama yine de şanslıyım. Daha da fena olabilirdi. Üç gün sonra kürtaj yaptırma hakkım var.
Beni radyasyona maruz bırakmadan damarlarıma bakabilecekleri bir muayene türü bulmaları dört gün sürüyor. Dört gün boyunca kaç defa “aldıracağım” dediğimi hatırlamıyorum, bunu her seferinde duymazdan geldiler. Söylediğim sözler, hayatım, yaptığım planlar değersiz, anlamsız, çünkü doktorlar karnımdaki baloncuğu tıbbi bir durum olarak değil, bir bebek olarak algılıyor. Ben doktorların karşısında duruyorum, onlarla konuşuyorum, onlara izah ediyorum, ama onlar beni değil, karnımdaki baloncuğu duyuyorlar. Onlar bu dört günün her anı benim hayatımı riske atıyor, karnımdaki baloncuğu korumak için, hem de alınacağını bile bile. Alınacak baloncuk için yaşayan, konuşan, izah eden hasta kadının hayatını riske atıyorlar. Dört gün sürüyor bu.
Dördüncü gün nihayet şüphe tanıya dönüyor, altıncı gün taburcu oluyorum. Doktorun taburcu mektubunu beklerken oturduğumuz odada camdan dışarıyı seyrediyoruz. Güneşli, güzel bir gün. Karşımızdaki binada tadilat yapılıyor, etrafı iskele ile dolu. “Eğer ölseydim beni nereye gömeceklerdi? Ben buraya ait değilim ki,” diyorum. O esnada, ilk olarak o an, ölümden döndüğümü idrak ediyorum. Leipzig’in herhangi bir yerinde ölü olarak yattığımı canlandırıyorum gözümde.
Bu soru ilk olarak Irmak Zileli’nin Son Bakış romanı ile girdi hayatıma, fakat bugüne dek bu konuyu kimseyle konuşmadım. Leipzig’de gömülmek içime sinmiyor ama normal, alışılmış bir içine sinmeme hissi değil bu. Bile bile alerjin olan bir şeyi yemek gibi. Ayağına küçük gelen ayakkabı ile gezmek gibi. Sana sürekli kötü davranan arkadaşla görüşmeyi sürdürmek gibi. Kendi kendine yapmaktan vazgeçemediğin bir zalimlik gibi. “Antalya’ya mı gömülmek istersin?” diye soruyor sevgilim. “Evet,” diyorum, canım arkadaşımın yüzü beliriyor gözümün önünde. Son Bakış’taki Tina’yı düşünüyorum yeniden. Aslında Tina bu soruyu sorduğundan beri biliyorum cevabının ne kadar önemli olduğunu. Bu konuyu buna rağmen neden kimseyle konuşmadım? Neden ölümün eşiğine gelmeyi bekledim?
Bilmiyorum.
Taburcu olup bir gece evde kaldıktan sonra ertesi gün aynı hastaneye kürtaj için geri dönüyorum. Emboli nedeniyle kullandığım kan sulandırıcı, kürtajı riskli bir hale getirdiği için bu gece hastanede kalacağım. Akşama doğru ameliyata alınıyorum, saat 20:30 civarı dayanılmaz sancılarla narkozdan uyanıyorum. Kıvranıyorum. Hemşire kızıyor, “kendinizi serbest bırakıp derin nefes aldığınız takdirde canınız da yanmayacak, şu an hissettiniz acının suçlusu sizsiniz,” diyor. Yoga kursunda mıyız yoksa ameliyathanede miyiz, “doğru nefes” bu işi nasıl çözecek, anlamıyorum. Ama bitik haldeyim, kendimi savunamıyorum. Anestezist yanıma gelip “Önisminiz çok ilginç,” diyor. “Nereli bu isim?” Cevap vermiyorum, veremiyorum.
Saat 23:30’a kadar kıvranıyorum. 23:30’da verdikleri ağrı kesici nihayet işe yarıyor. Uykuya dalıyorum.
Ertesi gün taburcu oluyor, bir hafta sonra ise yeniden işe başlıyorum. Herkes soruyor: Ne oldu sana? Anlatıyorum. “Hamile” lafını duyan tebrik ediyor. Kürtaj olduktan, gebeliği durdurduktan sonra. Anlamıyorum. Hamile kelimesi neden romantik bir mutluluk bilgisi içeriyor, üstelik bu kadar büyük bir sağlık riski teşkil ederken? Her “Tebrikler” mideme inen bir yumruk gibi. Tebrikler, az daha ölüyordun. Tebrikler, gebeliğin yüzünden muayene hakkından yalnızca kısmen faydalanabildin.
Tebrikler, tebrikler.
Kendimi hiçe sayılmış hissediyorum.
Kayak görseli: Paula Rego, Sleeper, 1995.