Türk Mühendis ve Mimar Odaları Birliği’nin (TMMOB) düzenlediği 4. İstanbul Kent Sempozyumu geçtiğimiz hafta gerçekleşti. Kent ve Adalet temalı sempozyumda kendi alanlarında uzmanlaşmış bir çok konuşmacıyı dinleme fırsatım oldu: Kent politikaları, üçüncü havalimanı gibi mega projeler ve kent hakkı mücadelesi üzerine aldığım notları paylaşmak istiyorum.
Kentsel dönüşüm özellikle son yıllarda adını sıklıkla duyduğumuz bir mefhum. Aslına bakarsanız bu dönüşümü 1950’lere kadar tarihlemek mümkün. Marmara bölgesinde sanayi yapılarının yoğunlaşması ile kırsal kesimden kente doğru yaşanan iç göç ve fabrikaların etrafına yayılmaya başlayan gecekondular İstanbul’un çehresini değiştiren ilk hareketler. Sonrasında bu gecekondu alanları seçim kazanma amacıyla imara açılıyor. 1970’lere gelindiğinde, AB süreci ve serbest piyasa ekonomisi derken neoliberal politikalar uygulanmaya başlanıyor, Gümrük Birliği anlaşması ve ardı ardına yaşanan darbeler ekonominin belini iyice büküyor. İşin ilginç yanı her darbe sonrası İstanbul’da bir köprü açılmış: 1973’te 1. köprü, 1988’de 2. köprü ve 2016’ya gelindiğinde 3. Köprü. Bu köprüler trafik sorununa hiç çare olamamış, aksine sorunu büyüttüğü kanıtlanmış durumda.
Bir çoğumuzun çocukluğunda kafasına kazınmış kelimelerden biri olan özelleştirmeler, kentsel dönüşümün mayası sayılabilir. 1994 yılında Dünya Ticaret Örgütü ile imzalanan GATS (The General Agreement on Trade in Services) anlaşması 2005 yılına kadar gizli tutuluyor. Bu anlaşma; telekomünikasyon, inşaat, eğitim, su, tüm çevresel hizmetler, finans, banka, sağlık, turizm ,seyahat, kültür ve ulaşım gibi alanlarda özelleştirmeleri öngörüyor. Böylece kamusal alanlar hızla satılmaya ve tüketilmeye başlanıyor ve bunu takiben işsizlik artıyor.
1999’da yaşanan büyük Marmara Depremi ile inşaat söylemi ‘globalleşme’ den depreme dayanıklı inşa olarak yeniden şekilleniyor. 2000’lerden itibaren sermayenin ihtiyaçlarına yönelik çalışan, kamu ve toplum yararı gözetmeyen politikalar hız kazanıyor. Her ne kadar kendinden önceki iktidarları suçlasa da 2002’den itibaren AKP iktidarı dönüşüm sürecini çarpıcı bir şekilde devam ettiriyor. 2005’te Fransa’da gerçekleşen gayrimenkul fuarında İstanbul görücüye çıkıyor, Galataport ve Haydarpaşa port projelerine start veriliyor. 2007 ile birlikte Avrupa Kültür Başkenti Kalkınma Ajansı kuruluyor, gecekondu ve tarihi yapılara saldırılar artıyor. 2009’da Ataşehir ve Kartal bölgesini 1. Bölge finans merkezi olarak konumlandıran yeni çevre düzeni planı oluşturuluyor. Bu tarihten itibaren yıldız mimarlara proje sipariş etme dönemi başlıyor. Bütün bir şehrin pazarlanması ‘yaşam kalitesini yükseltme’ kılıfı altında gerçekleştiriliyor.
Esin Köymen’in Mega Dönüşüm Projesi Olarak İstanbul başlıklı konuşmasından özetle aktardığım tüm bu tarihçeye muhakkak eklenebilecek daha bir çok başlık mevcut. Mega projeleri ve hukuksuz yapılaşmayı mümkün kılan bu politikaların kendine yeni bir hukuk sistemi yarattığı görülüyor. Bu sistem mekânsal ve toplumsal ayrışmayı hızlandırıp kent merkezlerini üst sınıflara tek ediyor.
Kuzey’deki Kırmızı Hat
Geçmiş planlarda ve son olarak 2009’da oluşturulan yeni çevre planında İstanbul’un kuzey ormanlarını yapılaşmadan koruyan bir kırmızı hat mevcut. “İstanbul’a üçüncü köprü yapılması intihardır” lafından da anlaşılacağı üzere kuzey ormanlarının korunması kent için hayati bir mesele. Türkiye nüfusunun %18’ini barındıran bu kent, ülkenin %1’lik bir alanına sahip. Bu sıkışma, yarattığı tüm sorunlarla birlikte aynı zamanda sermayenin ağzını sulandıran ‘talep’ demek. Bu yoğun talep spekülasyon alanlarını çoğaltıyor ve belediyeler inşaat sektörü ile birlikte bu alana hizmet ediyorlar. Tam bu noktada sermayenin çıkarlarına yönelik değişen hukuk sistemi kentin hayati kaynaklarını koruyan çevre planını devre dışı bırakmış, bir prosedür haline getirmiş durumda.
Meryem Kayan, yapılacak olan üç mega projenin sahil hattını yok edecek olması sebebiyle Marmara’yı gözden çıkarılmış bir deniz olarak nitelendirdi. 3. Boğaz Köprüsü, üçüncü havalimanı ve kanal projesi aslında 3 tane yeni şehrin kurulması anlamına geliyor. Peki İstanbul kendi haricinde kuzeyde yer alacak yeni bir şehri daha kaldırabilir mi?
Prof. Dr. Doğan Kantarcı, kuzeyde faaliyete geçecek olan 3. havalimanının yaratacağı hava kirliliği ve ısı adası hakkında ayrıntılı bilgileri Atatürk Havalimanı’ndan kaydedilen veriler üzerinden paylaştı. Üçüncü havalimanının 6 pisti ve yıllık ortalama 683.932 sefer sayısı dolayısıyla atmosfere yaklaşık 2.5 milyon ton zehirli gaz salınması öngörülüyor. Böylesi bir salınımı 165 MW’lık kömür yakan bir termik santral çıkarıyor.
Hâlihazırda güneyde yer alan 3 pistli Atatürk Havalimanı’nın sebep olduğu zehirli gazları, kuzey rüzgarları Marmara Denizi’ne doğru süpürdüğü için pek farkına varmıyoruz. Ama aynı rüzgarlar kuzeyde yer alacak 6 pistli 3. havalimanının sebep olduğu zehirli gazları ta şehrin içine doğru süpürecek ve şu ankinden kat be kat kirli hava soluyacağız. Boğaz manzaralı Kocaeli-Dilovası’na dönecek koca şehir. Gazlardan ısınan hava şehrin üzerini bir fanus gibi kaplayacak. Isı adası olarak tanımlanan bu değişim son zamanlarda şahit olduğumuz hava felaketlerinin daha da çoğaltmasını tetikleyecek.
İklim değişikliği gibi tartışmasız bir gerçekliğin ardından, dünyada neredeyse bütün ülkelerin önlemler almaya başladığı bir zamanda, %90’ı sulak alanlar ve ormanlarla kaplı bir alanı yok edip, beton yığınına dönüştürmek İstanbul’a yapılan ihanetin daniskasıdır. Sözü burada bitirmek kolay olacaktı ama sizi bu ruh haliyle bırakmak istemiyorum.
Kent Hakkı Mücadelesi
Sempozyumun ardından İstanbul Kent Forumu gerçekleşti. Dinleyebildiğim kadarıyla gerçekleşen sunumlardan mücadele ve direniş adına güç alabileceğimiz noktalardan bahsetmek istiyorum (Tüm konuşmalar yakında TMMOB tarafından kitap olarak paylaşılacak).
Hukuktan hiçbir zaman vazgeçmemek gerekiyor. Her ne kadar açılan davalar ve olumsuz sonuçları yıldırıcı olsa da, bir o kadar etkili, olumlu sonuçlanmış davalar da mevcut. Onur Gökulu’nun dikkat çektiği gibi özellikle sağlık ve güvenliği ana talep haline getirerek bu meşruluğu kullanmak çok önemli.
Bir diğer mesele habere ulaşma ile ilgili. Ana akım medyanın neden yandaş olduğunu gazeteci Elif İnce Türkiye Medya Sahipleri Ağı haritasını paylaşarak açıkladı. Melda Onur’un da vurguladığı gibi medya patronları, enerji ve inşaat patronlarına dönüşmüş durumda. Hukuksuz bir şekilde inşaatı yapılan ve protestolara sebep olan hidroelektrik santral şirketine ortak bir patron, sahip olduğu ana akım medya kanalında santral ile ilgili olumsuz bir habere izin vermiyor tabi ki. Birbirine rakip gibi gözüken bu kanal sahipleri aslen iş dünyasında dayanışma içinde çalışıyorlar. Tüm bu karmaşık ilişki ağını Mülksüzleştirme Ağları web sitesinde görüntüleyebilirsiniz. Ayrıca bu şirketlerde çalışan bir çok gazeteci, sansüre uğrayıp haber yapamasa da bu haberleri kaydediyor, biriktiriyor ve halktan talebin arttığı bir kriz anında bu haberler paylaşılabiliyor. Bu talebin bir diğer sonucu olarak Diken, Gazete Duvar, Bianet, 140journos gibi çeşitli haber kaynakları oluşmuş durumda.
Aynı talebi kent adına da geliştirmemiz gerekiyor. Farklı öznelliklerin dönüştürdüğü yerleri bulup çıkarmanın önemine dikkat çeken Doç. Dr. Yıldırım Şentürk, bir lider üzerinden kenti düşünmek yerine, kentte yaşayan bireylerin dönüştürücü gücünü tekrar söyleme dökmek gerektiğini vurguluyor. Nasıl bir şehirde yaşamak istiyoruz? Kenti inşa eden öznelerin, içinde yaşayan bireylerin ta kendisi olduğunu unutmamalı. Koşturmaca içerisindeki bir özne nasıldır? Gittiği yere göre ruh hali ne şekilde değişir?
Sanatçı ve mimar Behiç Ak, konuşmasında şehrin kullanım değerini yükseltmenin pazara karşı güçlü bir direniş olacağından bahsetti. Kentin parçalı kimliğinin ta kendisinin yol gösterici; günlük hayatta kendiliğinden gerçekleşen iş birlikleri ve buluşmaların nasıl geliştiğini göstermek ve bunlara dikkat çekmek önemli. Çünkü bu alanlar, toplumsal huzuru sağlayan, kalabalıkların birbirine karşı gösterdikleri tolerans yollarını genişletiyor.
Son olarak, İstanbul için yeni şiirler yazmalıyız. Yorgun düşmüş bir bilim insanına omuz veren Nâzım’ın sesini çoğaltmalıyız.