Hera Büyüktaşçıyan’ın SALT Beyoğlu’nda gösterilmiş olan İskele (2014 ) ve ‘Evini yık, ondan bir tekne yap ve hayat kurtar’ (2015) adlı işleri, November Paynter’ın küratörlüğünü yaptığı Yüzyılların Yüzyılı adlı sergi kapsamında gösterildi. Bu iş, SALT Beyoğlu’nun yer aldığı Siniossoglou Apartmanı’nda yaşayan gayrimüslimlerin 50’lerdeki zorunlu göçü ile Atrahasis Destanı’ndaki Büyük Tufan hikâyesinde geçen ve aynı zamanda Nuh’un gemisi olarak tasvir edilen hayat kurtarıcı teknenin hikayesi ve bilinmez yolculuğu arasında bir bağ kuruyor ve bu iki hikayenin üzerine yerleşiyor. [Röportajın ilk bölümü burada.]
Hera, rulo haline getirdiğin halılardan inşa ettiğin ve hayali bir gemi iskeletini andıran bu işinle ilgili şöyle demişsin: “Deniz ve kara, görünen ve görünmeyen, yaşam ve ölüm, gitmek ve kalmak gibi birçok katmanı iskeletinde taşıyan bu hayali tekne, bir nevi, hafızanın meçhul ufuk çizgisine işaret eden bir iskeleye bağlanmıştır”. ‘Hafızanın meçhul ufuk çizgisi’ toplumsal olaylarda tanıklıklarla yönü tespit edilmeye çalışılan bir istikamet oluyor. Meşhur Orpheus hikayesindeki gibi, bakmamız gereken yönü kestirebiliyoruz ama görmek istediklerimizi görmek için baktığımız anda dışına fırlatılıyoruz ya da alabora oluyoruz. Nurdan Gürbilek buna sanatın çıkmazı diyor. Tam olarak alıntılarsam: ‘Yazarın ötekinin karanlığına duyduğu bu arzu yapıtın aynı anda hem esin kaynağı hem yıkım kararıdır. Yazının aynı anda hem kurucu hem yıkıcı edimi: Orpheus Eurydike’yi geri getirmek, yokluğuna biçim kazandırmak istediği için onu ikinci kez kaybeder; ama yapıtı bütün belirsizliğiyle mümkün kılan da yokluğa biçim vermek isteyen bu bakıştır.’ (Sessizin Payı) Elbette yazı formuna istinaden söylüyor bunu Gürbilek, ancak sanatın temel çıkış noktasına dair bir iddia var. Merak ettiğim ise senin üretim sürecine dair bu seyir halinde alabora olduğun anlar.
Sanırım bu alabora olma halini yolculuğumun büyük kısmında yaşıyorum. İki farklı zaman dilimini aynı gemide barındırmaya çalıştığınızda kuşkusuz ikisinin yarattığı karşıtlıktan kaynaklı olarak geminiz su alabiliyor veya dalgalara kapılıp alabora olabiliyor zaman zaman. Belli bir zaman dilimi veya sergideki bu işin özelinde düşünecek olursak birçok farklı coğrafya ve zaman dilimini, bugünün bakış açısı ve şartlarıyla görünürleştirmeniz gerektiğinde, kimi anlarda bu bir araya geliş gerilimlere yol açabiliyor. Özellikle değindiğiniz hikayenin zamanına geri döndüğünüzde ve durumu içselleştirip o hikayelerde geçen karakterlerin yerine kendinizi koyduğunuzda, önünüzü göremez hale de gelebiliyorsunuz geçmişin gerçekliğinden dolayı. Bu anlamda bu yolculuk sırasında nostalji kavramının yaratacağı girdaplara düşmemek gerekiyor.
Bu noktada, Svetlana Boym nostaljinin tehlikesinden çokça bahseder. Eve veya köklere özlem anlamına gelen nostalji, geçmiş zamana dair her unsurun içinin boşaltılmasına ve tüketilmesine yol açar ve böylece hafızayı yıkıp geçer. Bu noktada sanat üretimi çok kritik ancak önemli bir söyleme sahiptir. Önemli olan tüm bu fırtınalara kapıldıktan sonra yeniden bugüne dönüp geçmişi bugünün gözünden kendi içselleştirdiğimiz dille ortaya koymak ve geçmişin kayıp parçalarından yeni bir oluşum inşa etmektir. Böylece hem var olmayana ait olan bir unsuru bugüne taşımış oluruz hem de ondan yepyeni ve kendi olan bir yapı inşa etmiş oluruz. Bu anlamda bütün bu alaboralar, yolculuk sırasındaki kayıplar vs. çoğu zaman sancılı olsa da çoğunlukla yapıcı bir oluşuma doğru beni götürüyor diye hissediyorum.
Sergideki işin süreci benim için bir arkeolojik kazı süreci gibiydi. Uzun bir süredir Nuh’un Gemisi metaforu üzerine düşünürken, geçtiğimiz yaz misafir sanatçı programına katıldığım Delfina Foundation’da çalışırken British Museum’a gidip gelmeye başlamıştım. Bu ziyaretlerimden birinde keşfettiğim ‘’Büyük Tufan Tableti’’ ilgimi çekmişti. Tableti 20 yıl boyunca deşifre edip üzerinde çalışmış olan Irwing Finkel’in kitabında tabletteki metnin orjinal çevirisini buldum. ‘’Evini yık, ondan bir tekne yap ve hayat kurtar…’’ kısmını okuduğumda çok heyecanlanmıştım çünkü asırlar öncesinde yazılmış olan bu metinde hem geldiğim coğrafyanın hem de dünya tarihinin hikayesine dair çağrışımlar yapan noktalar vardı. Metnin geri kalanında Atrahasis’in gemiyi nasıl inşa etmesi gerektiğinden bahsederken bir de geminin dairesel bir şekli olduğundan da bahsediyordu. Özellikle bu nokta üzerinde aylarca çalıştım durdum. Bildiğimiz form algısını kırıp geçen bir tavrı vardı tabletin adeta. Bu çelişkinin yarattığı dalgaların arasında kulaç atmaya çalışırken bir de az önce bahsettiğim tarihsel çağrışımlarla olan bağını nasıl kurabileceğim konusunda birçok defa dalgalara kapıldığım anlar oldu. Ancak nihayetinde hem tabletteki gemi yapım direktiflerini kullanarak hem de yaptığı çağrışım üzerinden buranın geçmişine ait söylediği sözü birleştirmeye ve bugünün düzleminde işler hale getirmeye çalıştım.
İskele‘ye gelelim. Ben ilk gördüğümde bu işin bir iskele olduğunu anlamadım, ismi dahil hakkında hiçbir şey bilmeden karşılaşmıştım. Kinetik ahşabın üzerinde durduğu sehpaya benzer mobilyalar bana gıcırdayan, çatırdayan eski ahşap evlerin tabanını anımsattı. Başkasının yıkımının üzerine kurulan ev imgesi oluştu benim kafamda. Sanki boşaltılmış bir eve girmişiz, başkalarına ait mobilyaların, gasp edilmiş hayatların üzerinde, hayaletlerinin arasında yürüyoruz. Senin işlerinde bastırılmış korkular, üstü kapanmış zulümler, reddedişler alttan alta susturamadığın bir gıcırtıyla insanın zihnini ele geçiriyorlar, insana musallat oluyorlar. İskelenin hemen yanı başında Dilek Winchester’in Zevallı Delikanlı (2012) işi var. Rumca yazılmış Türkçe bir tiyatronun ilk perdesini elektronik olarak sadece sesle sahneye koymuş. İskelenin gıcırtısı ise yaşantımızdan neredeyse kaybolmuş bu Rum aksanının ardında temel ses olarak duyuluyor, insanın sinirlerini oynatıyor. Uzattım; mitlerle, kurguyla gerçek hikayeler arasındaki bağ üzerine konuşabilir misin biraz? Çakışır gibi gözüken bu formlar, aslında insanın varoluşuna dair temel bir ihtilafın, mücadelenin kalbinde ikamet ediyorlar. Hatırlamak bağlamında mitin yeri ne?
Mitler, hikayeler, metaforlar, ikonografik elementler, gerçek üstü anlatılar ve karakterler… İşte bütün bunlar gerçek hikayelerin yaşanmışlığının bize farklı bir görsel dil çeşitlemesiyle yeniden okunmasına ve algılanmasına aracılık ederler. Kimi zaman gerçeklerin ağırlığını ve acısını yapıcı bir biçimde dışavurabilmenin yegane yolu sanırım yaratılan bu yeni dil. Mitlerin veya fablların anlatılma sebebi de çoğu zaman kabullenmesi ağır gelen gerçeklerin kimi zaman mizahi kimi zamansa sembolik bir dilden anlatılarak kişinin o gerçekliği içselleştirmesini sağlamaktır. Gerek İskele işi gerekse Dilek’in Zevallı Delikanlı işi, iki farklı düzlem, zaman dilimi ve hikayelerden gelseler de her ikisinin de geliştirmiş oldukları ve değindikleri hikayeleri var edebilecek ve hatırlatabilecek bir dile sahipler.
Görselliğin ötesinde, deneyim unsuru da çok önemli elbette. Mekana girildiğinde esasında serginin bütününde her bir sanatçının değindiği derin ve hatırlanması ve tartışılması gereken yüzyıllık hikayeler var. Mekana giren kişinin bütün bu yüzyıllık külliyatın altından kalkabilmesi ve belleğinin tozlu derinliklerinde yatan bilgileri hatırlamasını kolaylaştıracak yegane etken işlerin yarattıkları deneyim ve duyuların harekete geçmesi. Kendi işim özelinde, ses etkeni oldukça görünür halde işle baş başa kalan birisini fiziksel mekandan zihinsel mekana bağlayabiliyor. Dilek’in işinde ise kendi adıma dokunma duyusunu oldukça yoğun bir biçimde hissettim; tebeşirle yazı yazma hissiyatı. Üstü kapanmış bir tarihe dokunarak onu ölümsüzleştirmek gibi…
Son olarak, yine Gürbilek’ten alıntılayarak: ‘Ölen öldüğüne göre anlatmak neden? Madem duyamayacak, ne anlamı var?’ Sanat ‘geçmişin kendisinden çok bıraktığı boşlukla’ mı ilgileniyor?
Bence bıraktığı boşlukla ilgilendiği kadar onun kaldığı yerden yeni bir yapı oluşturarak şu an var olmayanı şimdiki zamanın dili ile yeniden yapılandırmaya da çabalıyor. Zamanın açmış olduğu boşlukları yeni ve güncel bir dille doldurarak hem geçmişe dair bir söz söyleyebiliyor hem de geçmişten bugüne dair yeni bir perspektif alternatifi koyabiliyor karşımıza.
Hera’nın işlerine buradan bakabilirsiniz.
Ana görsel: Hera Büyüktaşçıyan, İskele ve ‘Evini yık, ondan bir tekne yap ve hayat kurtar’ sergi enstalasyonu, SALT Beyoğlu, 2015