Geçtiğimiz hafta Türkiye üç ölümü konuştu. Cem Garipoğlu, Suphi Nejat Ağırnaslı, Mehmet Pişkin. Ve hatta hafta bitmeden, Suphi Nejat’ınkine benzer bir ölüm daha gerçekleşti, Şırnak’taki hayatını bırakıp YPG saflarında savaşan Özlem Türüğ’ün ölümü. Ve daha nicesinden söz edebiliriz, haftalara, aylara sığmayan nice ölümlerden, ölüme gidenlerden… Yaşayabilme ihtimali için ölme ihtimalinin soğuk, sessiz, karanlık gerçeğinden… Metin Tulu, Sol Portal’da 17 Ekim’de yayınladığı “Üç Ölüm, Üç Nokta” yazısında, belki de farklı bir şey yapmalıyız, parmak bir şeyi işaret ediyorken parmağa değil, işaret ettiği şeye bakmalıyız diyor bu üç ölüm için. Buradan devam edelim.
Bu üç kişiyi böylesine gündemimize oturtan sadece hayatta nerede, kiminle, nasıl var oldukları, özneleri, kişilikleri değil, ölüme giderken arkalarında bıraktıkları “son mektup”lardı- evet, Cem bir mektup bırakmadı, Cem’in ölümü genel anlamda bir “Oh!” olmuştu, azılı bir katildi ve kendi canına kıymıştı, ama onun ölümünün de konuşulmaya değer olduğu Perihan Mağden’in Taraf Gazetesi’nde yazdığı yazıyla gündeme geldi. Perihan, Cem’in ölüm kararını bu ülkenin sosyo-psiko patolojisiyle anlamaya çalışırken ölümün ve intiharın suskunluğuna ses veriyordu. Sonra epey yankı buldu bu ses. Mehmet’in sesi de yankı buldu, Nejat’ın sesi de. Yaşamıyor olmalarının gerçekliğinde yankılandı. Kimileri Mehmet’in içtenlikle konuştuğu videosunun bir sosyal medya fenomenine dönüşmüş olmasıyla afalladı, kimileri Nejat’ın kendi hayatını gözü kara bir biçimde kenara bırakıp sahada çarpışmasına vuruldu, kimileri Perihan’ın Cem Garipoğlu için yazdığı ve bu topraklarda yaşamanın ancak idmanla bir ihtimal olabileceği son mektubuna çarptı. Konu, ölümü ötelediğimiz, susturduğumuz bir yerden hayatın kutsallığına dair olunca, ölüme ve kendini öldürme isteğinin ne olduğuna taraf olmadan bakabilir miyiz? Yaşama taraf olmadan, devrime taraf olmadan, faşizme taraf olmadan?
Ölümlülüğünün bilincinde olan insan, kendi sonluluğuyla yaşamaya nasıl ve ne için devam eder? Yaşama içgüdüsü, onca acıyı, travmayı nasıl bertaraf eder, insan yaşamı nasıl kavrayabilir, anlamların yittiği bir noktada kendini ve yaşamını yeniden ve tükenmeden nasıl kurabilir? Bilincin dışında kalan buz kütlesinin görünmeyen yanı, yaşama kararını nasıl verir?
Bir arkadaşım bana yunusların da intihar ettiğinden bahsettiğinde, “İşte görüyor musun, belki de karar yok!” demiştim. “Bilinçdışı var, bilinçdışının kararı var! Ben kendimi göremiyorum, tüm bilincime rağmen, el yordamıyla, kararlar alıyor uygulayamıyorum, karanlıktayım. Hayvanım ben.” Sonra, dil, düşünce, gerçeklik algısı gibi insana özgü varoluş modüllerini sağlayan nöronların (VENs) yunuslarda, fillerde, balinalarda da olduğunu, yani intiharlarıyla bilinen hayvanlarda da olduğunu öğrendiğimde kafam karıştı. Bu nöronların fazlalığı şizofreni vakalarında intiharla yaşama son vermenin yüksek bir olasılık olduğunu bilimsel olarak açıklıyor. Oysa Mehmet’in de dediği gibi, bazı insanların ölüme, bazılarının yaşama daha meyilli olması, varoluş problemine yaklaşımımızı değiştirebiliyor mu? Bilimin hormonlarla, kuantumla, nörofizyolojiyle açıkladığı gerekçeler, güneşin değil de dünyanın dönüyor olması insanın var olmasını açıklayabildiği ölçüde sakinleştirebiliyor mu bedenlerimizi, iç dünyamızı? Bilginin içselleşmediği sürece duygu ve davranış dünyamızı dönüştüremediğini, bilimin Tanrı’nın vadettiği sonsuzluğun yerini neden alamadığını, bilimin var oluşu neden açıklayamadığını düşünelim.
“Gördüm ki ben yalnızca Tanrı’ya inandığımda yaşıyordum. Tanrı’yı düşünmem yetiyordu, o zaman hemen diriliyordum. O’nu unuttuğum, O’na inanmadığım zamanlarda ise, yaşam da yok oluyordu” diyor Tolstoy, İtiraflarım’da. Radikal İslam’ın çığ gibi büyüdüğü, şeriat uğruna yaşadıkları batı aydınlığını terk eden, kendi hayatlarından ve yakınlarından vaz geçerek ISIS cephesinde savaşmaya giden, bu uğurda ölenleri de hatırlayabiliriz bu yazı dahilinde. Tanrı’yı yeniden egemen kılmak için! Oysa tanrıların çoktan ölmüş olduğu, devlet tanrılarla boğuştuğumuz ve yeni çağın ben-tanrı fikriyle yaşama ihtimaline baktığımız bu günlerde en iyi ihtimalle akşamları arkadaşlarla oturup Youtube’a bağlanıyoruz. Youtube, gençliğimizin lunaparkı. O gerçeklikten bu gerçekliğe, zamanlar arası bir yolculukla savruluyoruz. Aklımıza Bülent Ersoy’un bayıldığı sahne geliyor, Bo Derek’in ata çıplak bindiği sahne, Adnan Hoca’nın kedicikleri, İnşallah ve Maşallahlar, Gülen’in bedduası, Osho’nun konuşması, derken Abhazya’da bir Kafkas dansı, Berkin Elvan’ın vurulma anı, Madımak yangını, Burning Man festivali, Tahrir Meydanı, Humeyni’nin Tahran’a dönüşü, Gezi, ah Gezi ne güzeldi, Gezi ne güzeldi diye konuşmaya başlıyoruz. Sonra, Youtube’un önerdiği bir başka videoya, bir başka videoya, bir başka videoya, bilinç akışıyla, çağrışımlarla, gecenin sonunda nerede olduğumuzu bilmeden, bir Yokyer’e (Neverland’e) zaplıyoruz… Kolektif bilinçdışını kusuyoruz, kusuyoruz. “Gerçek, rüyayı taşıyamayanlar içindir. Gerçeklik, arzumuzun Gerçek’ini maskelememizi sağlayan bir fantezi-kurgusudur” der Zizek, İdeolojinin Yüce Nesnesi’nde, Lacan’cı bir okumadan geçerek, gerçeğin ıskalanan yüzüyle bir halleşme olarak. İdeolojilerin öldüğü bir çağda ideolojinin gerekliliğine ve varlığına arzunun gerçekliğinden çıkarak yol alır. Suphi Nejat Ağırnaslı’nın mektubunda, “tıpkı Peter Pan gibi Neverland’e gidiyorum, asla büyümemek üzere” diyor, “Çelişkilerimin aşılamayacağını, zira bunlar toplumsal oldukları için ancak insanın çelişkilerini örgütlemeyi, daha üst bir mertebede toplumsallaştırmaya çalışabileceğini öğrendim. Hayatımda hakikate vardığım en yakın nokta budur.” Hakikate en yakın nokta. Hayatın gerçekliği değil, arzunun gerçekliği.
Mehmet Pişkin de kendi hakikatine dakikalar kalan intihar notunda, bir aksilik çıkmaz umarım diye tekrar ediyor, arzusunun gerçekliğine gölge düşürmeden ayrılabilmek adına hayatından, yanlışlıkla hayatın gerçekliğine, “Arzumuzun gerçeğini maskelememizi sağlayan bir fantezi-kurgusuna” geri düşmemek için.
Keza, Perihan Mağden de “Cem Garipoğlu’nun Türklük Halleri ve akıl sağlığıyla bu dünyaya yerleşememe sınavı” diye giriyor konuya. İçinde yaşadığımız bu dünyaya ve gerçekliğe yerleşememe hali. Gerçek nedir sorusunu yitirecek kadar anlam dünyalarımızın sarsıldığı bu zamanlarda, tek çıkış yolumuz arzumuzun gerçekliğinde yaşayabilme ihtimalimiz olabilir mi? Bize nasıl insan olacağımızı, hangi tarafı tutacağımızı, ne giyeceğimizi, ne yiyeceğimizi dayatan hakikate teslim olmamak ve toplumsal mekan-ilişkiler içinde, çoklukların bir sentezi olarak arzularımızla var olabilmek, yaşayabilmek için ölmek ihtimalinden bir adım evvelde bir arzu devrimini gerçekleştirebilmek, ihtimal mi? Ölüme giderken söz konusu olan ölme ihtimali değil, tam tersine yaşayabilme ihtimalidir belki.
Oysa hayat çok çetrefilli ve ayırt etmemiz gereken bir yer var. Belirli toplumsal düzenlemeler içinde üretilmiş içgüdü, gereksinim, istek ve çıkarı, arzudan ayırt eden[1] bir yer. Nesnesini narsisizmi ile boğan, ben-tanrıları oynayan, kendini ifşa eden enformasyon çağının ‘selfie’ bölgesi, ötekisizleşen bir mastürbasyon alanı değil. Deleuze ve Guattari’nin bahsettiği şekliyle, Arzu… Çokluk ve Yaratım… Bugün, insan olabilme ihtimalimizin en kuvvetli olduğu bu yer… Mehmet Pişkin’in sigarasının külünü silkmek için videonun bir noktasında tekrar yaşam belirtisi gösterdiği o yer. Az sonra, sigaranın külünün bir kül tablasına değil de klavyeye, koltuğa, masaya, halıya düşmüş olması neyi değiştirir ki diye asla kaygılanmayacağı bir yere gidecekken, bu ihtimalin beraberinde bir umursamazlık, bir bezginlik, bir cansızlık getirmediği o yer.
[1] Goodchild Philip, Ayrıntı Yayınları, “Deleuze ve Guattari” Arzu Politikasına Giriş