Tarihi Anlatıyor
Toprağı dağı taşı
Ders aralarında bugün Pamukkale Üniversitesi Kampüsü’nün yer aldığı bomboş araziye bakıyordum. Dersliğin penceresinden dağlar ve bozkırda otlayan tek bir sarı inek görünüyordu.
Efeler diyarıdır
Gururlu dimdik başı
Zaman zaman rüzgarlı günlerde dev çalı topanlarının bizi kovaladığı olurdu. Teneffüslerde bahçede banklarda otururduk.
Hey Ege’mizin incisi
Denizli’nin Simgesi
De-niz-li A-na-do-lu Li-se-si
Üzerinden çok zaman geçti.
Son gittiğimde baktım, adı artık Yaşar Kımıl Fen Lisesi olmuş.
Arşa çıksın Sesimiz
Başarmaktır azmimiz
Öyle bağırmak falan yok.
Güç doludur gönlümüz
Çünkü Atatürk’çüyüz
Peki sen nereye kayboldun?
Hey Ege’mizin incisi
Denizli’nin simgesi
De-niz-li A-na-do-lu Li-se-si
Denizli Anadolu Lisesi yani DAL, 1983 yılında kurulmuş. Ben 1998 mezunuyum. Üzerinde bir meşale ve arka planda Pamukkale travertenleri olan bir amblemi, yukarıda sözlerini paylaştığım, lirik bir melodisi olan bir marşı, bir okul aile birliği, bir börek günü ve binlerce mezunu olan DAL, 2016 yılında, yani kuruluşundan 33 yıl sonra, Denizli Fen Lisesi’ne dönüştürülmüş. 4 yıl önce 1405 kişinin imzaladığı “Denizli Anadolu Lisesi Dönüştürülmesin. DAL bir Kültürdür.” başlıklı bir change.org kampanyası yürütülmüş. Belli ki kampanya amacına ulaşmamış. Son olarak yapılan bir bağışla adı, 2015 yılında hayatını kaybeden tekstilci bir işadamının ardından Yaşar Kımıl Fen Lisesi olarak değiştirilmiş. Önünden arabayla geçerken bir anda bu değişikliği görünce afalladım. Üzülsem mi, kızsam mı yoksa kabullensem mi bilemedim. İşin aslı, eğitim sisteminin değişmesiyle DAL zaten çoktan dönüşmüştü.
Anadolu Liseleri kolejleri modelleyerek, yoğun İngilizce öğretilen bir hazırlık sınıfı sonrası matematik ve fen derslerinin İngilizce verildiği yabancı dil ağırlıklı bir müfredatı uyguluyorlardı. Bir gün başka bir Anadolu Lisesi binasına girince şaşkınlıkla farketmiştim ki, tekrar eden kolektif bir rüya gibi, bazı Anadolu Lisesi binaları aynı mimari plana sahipti. Bizler, aynı yaştaki ergen Anadolu Lisesi öğrencileri, aynı loş koridorlarda dolaşıyorduk.
DAL, ülke çapında Anadolu Liseleri arasında başarılı olanlardan biriydi. Mezunları çoğunlukla iyi üniversitelere gittiler. DAL’ı da çocukluktan yetişkinliğe adım attıkları duygu yüklü dönemin geçtiği ortam olarak benimsediler ve hatırladılar.
DAL kültürü, 33 yıla yayılan kuruma özgün bir kültürden çok, bazı hocalar ve çalışanlar emekli olana kadar onların kişilikleri ve kişisel çabaları etrafında şekillenen mikro kültürlerle, Milli Eğitim Bakanlığı’nın gündeminin birleşiminden oluşuyordu. Kültür deyince; kültürel etkinlikler açısından aslında DAL kurak bir ortamdı. Muhtemelen üniversite sınavına direkt faydası olmadığından ya da düpedüz üşengeçlikten konser, tiyatro, sergi gibi etkinliklere pek sıcak bakılmazdı.
Milli eğitimin kıllı kollarında geçirdiğim 14 sene içselleştirerek öğrendiğim ana ilke şu: Her şey hocanın duymak istediğini iyi anlayıp bunu doğru ifade etmekten geçiyor. Dersteki tartışmalar da hocalar ve bizim aramızda başı sonu belli bir bilginin sonsuza yaklaşan bir zamanda ileri geri yankılanmasından ibaretti. Aramızdaki akit buydu. Beklenmedik yaratıcı yaklaşımların veya görüş ayrılıklarının böyle bir ortamda yeri yoktu. Zaten Milli Eğitim Bakanlığı’nın hocalardan beklentisi de bu aktarımı temiz ve net bir şekilde gerçekleştirmeleriydi. Hocalar birer devlet memuru olarak bu aktarımın ötesine nadiren ve ürkek bir şekilde açılırlardı. Kimi zaman bu açılım bir hocanın iç dünyasını samimi bir şekilde paylaşması, size kıymet verdiğini hissettirmesi demekti. Bazen de çeşitli ideolojik görüşlerini yaymaya çalışanlar olurdu.
Liseden sonra Boğaziçi Üniversitesi’ne gidince kafam çok karıştı. Bazı derslerde tartışmalar sırasında öğrencilerin söylediklerine o kadar şaşırıyordum ki ağzım açık kalıyordu. Sosyolojiye giriş dersinde sürekli içimden şunu tekrarlıyordum: “Gerçekten ne düşündüğümü mü söyleyeceğim şimdi?” Tartışmanın neye yaradığını anlayamıyor, bir an evvel ne düşünmem gerektiğini anlamak için sabırsızlanı-yordum.
Anadolu Liseleri’nin modellediği kolejlerle arasında belki akademik başarı farkı olmasa da bireye verdiği değer ve ifade özgürlüğü açısından uçurumlar vardı. Akvaryumda yetişen bir balık gibi genç bir insan da daha iyisi, daha olanaklısı nasıl olur bilmediği zaman sorunu tespit edip, iyileşme talep edemiyor.
Buna rağmen, yani sorunun adı tam konmasa da, çıkınca her şey daha farklı olacak beklentisiyle bir an evvel mezun olmak istenilen bir yerdi DAL. Gerçekten hem Boğaziçi Üniversitesi’nde hem de daha sonra yüksek lisansımı yurt dışında yaparken bir eğitim kurumunun potansiyellerini anladım ve tecrübe ettim: Kendimizi daha güvende hissedebilirdik, düşüncelerimizi korkusuzca ifade edebilirdik, ilgi alanlarımızı keşfe çıkabilirdik, daha vizyoner hedefler peşinde koşabilirdik.
DAL’da geçen zamana dair pek çok şey söylenebilir. Öğrenmenin keyif ve ilham verdiği anlar da var, dersin sakız gibi uzadığı, azar ve bıkkın söylenmelerle bölündüğü anlar da… Zaman zaman gerginliğin tırmandığı ve bir şiddet olayına dönüştüğü de olurdu. Böyle anlar zamanla korkuya dönüşen kolektif bir utanç yaratır. Tekrarlandıkça da git gide sıradanlaşır.
Bir gün beklenmedik bir şey oldu: hızla vurduğu flüt öğrencinin kafasında kırılan müzik öğretmeni sınıfa dönüp “Az önce yaptığımın yanlış olduğunu düşünenler parmak kaldırsın” dedi. Oldukça sert bir plastikten yapılan flütün kırılması beni bayağı şoke etmişti ama kafasında flüt kırılan arkadaş ağlamıyordu veya bayılmamıştı, sadece kızarmıştı ve donuk bir ifadeyle karşıya bakıyordu. Hocanın yap-tığının olası sonuçları beni endişelendirdiğine göre yanlış olduğunu düşünüyordum ama parmağımı kaldırmadım. Bütün sınıftan sadece 2 kişi parmak kaldırmıştı. O gün parmak kaldırmamış olmak yıllarca aklımdan çıkmadı.
Okulun ana kaygıları genel olarak öğrencileri belli bir biçimde tutmak (saç, tırnak, kılık kıyafet, kötü alışkanlıklar açısından) ve her tür libidinal aktiviteyi ve iki cinsin yakınlaşmasını önlemek üzerineydi. Otoriteyle herhangi bir çatışmada haklı olduğunda bile öğrencinin onurunu koruma şansı yoktu. Müzik öğretmenine parmak kaldırmamamızın nedeni bu kuralı içselleştirmiş olmamızdı. Hocanın kendi yaptığını sorgulaması ve bize söz hakkı tanıması bu kuralın dışına taşmak demekti. Böyle öğrencilerle paylaşılan bir vicdan muhasebesi benim öğrencilik hayatımda sadece bir kez oldu. Normalde hocaların sınır ihlali yapması mesele değildi; konuşulmazdı bile. Biz sessiz kalarak genel düzeni bozmamıştık.
Acaba hoca “Biri beni durdursun” mu demek istemişti?
Lisenin son yıllarında bir gün koridorda yürürken karşılaştığımız Türkçe hocası merhaba bile demeden yanımızdaki erkek öğrenciye tokat atmıştı. Aralarında süregiden bir husumet yoktu. Şaşkındık. “Oğlum, bakışın farklı” diye açıklamıştı hoca. Biraz delirmiş gibiydi. Böyle keyfi bir olayda bile hakkımızı aramanın beyhude bir çaba olacağını biliyorduk. Zaten başka birinin hakkını savunsan “sen onun avukatı mısın,” derlerdi.
Lisede başımız belaya girdiğinde muavinin odasından ancak sümüklü böcek gibi sürünerek çıkabilirdik. Sümüklü böcek diyorum çünkü omurgasız da kalsak güzeldik; ergen dünyamızın büyüsünden yapılmış helezon şeklinde bir kabuğumuz vardı.
Mesela, sonsuz gülerdik, bunu da hatırlıyorum. Böyle zamanlarda, “komik bir şey varsa anlatın hep birlikte gülelim,” derlerdi.
Çok sonraları yavaş yavaş DAL’ın değerini daha iyi anladım. Öncelikle bana istediğim üniversiteye girebilme olanağı tanıyan iyi bir eğitimi devlet hizmeti olarak ücretsiz verdiği için DAL’a müteşekkirim. Üniversite sonuna kadar devlet elinde okumuş biri olarak günümüzde iyi eğitimin anaokulundan başlayarak bir ayrıcalık haline geldiğini görmek üzücü. Aslında o zamanlar da DAL’a girebilmek ve sonra üniversiteye hazırlanabilmek bir miktar ayrıcalıklı olmayı gerektiriyordu. Dershane ücretleri bazı aileler için ciddi bir maddi yük oluşturuyordu. Fethullahçı dershanelerin ve okulların öğrenci topladığı yerlerden biriydi DAL. Bugün dershaneler kaldırılmış olsa da kaliteli eğitimin para gerektirmesi ve fırsat eşitsizliği hala manipülasyona açık bir boşluk olarak duruyor.
DAL’ı sonraları takdir etmemin bir diğer nedeni de bana çok gerçek bir hayat bilgisi verdiğini idrak etmem. Mesela Boğaziçi Üniversitesi bir devlet üniversitesi olsa da ülkede konumu daha çok çölde bir vaha gibi. Bana özgür düşünceyi aşılayan bu ortamın değişmesinden veya ortadan kaybolmasından endişe ediyorum bazen. Oysa Türkiye neyse DAL da oydu. Şimdi anlıyorum ki, okul ortamını ve dinamiklerini mezuniyetimle birlikte geride bıraktığım yanılsamasına kapılmayıp üzerine kafa yorsaydım sonraları Türkiye’de olan bitene bu kadar çok şaşırmazdım. Örneğin okulda hocalar ve öğrenciler dinciler ve laikler diye ikiye ayrılıyordu. Üniversitede dünyanın siyah beyaz diye ikiye ayrılmadığı bir ortama girip bu ortamı içselleştirmesem sonradan “Türkiye nasıl kutuplaştı?” sorusunu sormazdım. Nasıl ortaya çıktığı ve güçlendiği benim için hala büyük ölçüde muamma olsa da, Gülen tarikatının tüm resmi kurumlardaki varlığına hayret etmezdim.
T.C.’de temel hak ve özgürlüklerin nasıl işlediğini ve demokratik ortamı değerlendirirken de DAL şaşmaz bir kılavuz olabilir. Liseden hiç mezun olmamışım gibi yaşasam, Gezi davasında olanları, Osman Kavala’nın 2 yılı aşkın tutukluluğunu ve imzacı akademisyenlerin başlarına gelenleri olağan karşılardım herhalde. Gazi Üniversitesi Fen Bilimleri Dekanı’nın kız öğrencilerin fotoğraflarını gördü diye bu kadar heyecanlanması da sıradan bir olay olurdu. DAL’da böyle hocalar öğrenciler arasında bilinirdi ve bu konuda hiç bir şey yapılmazdı.
Ama, o zamanlar adını koyamasak da, bir şeylerin yanlış olduğunu biliyorduk. Hak ve özgürlüklerin, özgür düşüncenin kısıtlanması ergenlerle yetişkinlerin karşı karşıya kaldığı kapalı bir ortamda bile içi-mize sinmiyordu: Hak hukuk demek ki silinemiyor; güneş gibi hep yerinde duruyor.
Mezun olduğum okul artık yok. Bir meteor gibi bir zaman parladı ve söndü. Şu an DAL’a bir süreliğine yaydığı ışık için teşekkür etmekten, eksik taraflarıyla helalleşmekten ve değişimi kabullenmekten başka bir yol göremiyorum.
Türkiye Cumhuriyeti tarihinde eğitim kurumlarının gelenek oluşturmadan ortadan kaybolmasının çok örneği var. Tüm bu kurumları bir arada düşününce, bir meteor yağmuru gibi geleneksizliğin de geleneği olabilir mi? İyileşmeye, iyileştirmeye inanıyorum. Bir meteordan diğerine belki böyle böyle aydınlanır gökyüzü.