türkiye sınırlarına girişim iki hafta önceye tekabül etse de, geldiğim gibi iki düğüne katılmış olmam ve hemen ertesi günü bodrum’a yola çıkmamla, ancak dün gerçekten “memlekete” gelmiş olduğumu hissettim.
muğla il sınırlarında türk ve yabancı turistler adeta çıplak gezdiği, 40 derece sıcak dolayısıyla sudan çıkılmadığı ve dahi oruç mefhumunun ancak ezanla hatırlandığı son derece kafirane bir atmosfer bulunduğundan, on gün süreyle hangi ülkede olduğumun çok idrakine varamamıştım. berlin’den alışık olduğum “nereni açarsan aç umurumuzda değil”e yakın tavırlar, tatilin ikinci yarısı keşfettiğimiz medeniyetten uzak, alman ve fransız dolu koy ve etrafı umursamama özgürlüğü, kültürel jetlagimi ertelemiş oldu. (bahsi geçen koyda bikini üstü ve hatta altını kabine ihtiyaç duymadan değiştirebildiğinizi söylemem sanırım içinde bulunduğum ruh halini özetler.)
♥
gel gelelim, dün ilk kez istabul’da “sokağa” adım atmamla birkaç saat içinde nerede olduğumu bir güzel hatırladım. hatırlatıldım. her şey ataköy-küçükçekmece gibi, otomobille 15 dakika süren bir yolu (otomobilsiz) almaya kalkmamla başladı. sokağa çıktıktan biraz sonra pasaportumu yanıma almadığım, oysa ertesi gün bir türksel bayiine gidip almanyalı telefonumun kilidini açtırmak için lazım olduğu aklıma geldi. gerisin geri sevgili evine dönüp pasaportu aldım. o esnada evin çevresinde çeken kablosuz interneti sömürüp telefonu kaydettirmek için yaklaşık kaç para ödeyeceğimi araştırmak gibi bir hataya düştük. hata diyorum, çünkü what has been seen, cannot be unseen. arkadaşımdan 30 yuroya aldığım yarım akıllı telefonumu türkiye sınırları içinde kullanabilmek içün 115 tl harç vermem gerekiyormuş. bu soygun gibi harcı x-y-z ve diğer birçok bankaya yatırıp, makbuzumla VERGİ DAİRESİ’ne gitmem YETERLİymiş. (burada soğuk bir su içme molası veriyoruz.)
iki sene önce yine almanya’dan aldığım tableti kaydettirdiğimden, ödediğim para da net hatırlamamakla birlikte 20 tl civarı makul bir şey olduğundan, telefona “slm, bikaç güne kadar harcını ödemessen telefonunu kitlices” mesajı geldiğinde üzerinde durmamış, nasılsa bir ara ödeyeceğimi varsaymıştım. halbuki aralık 2012 itibariyle, ecnebi diyarından alınan her edavatı 115 tl harç bekliyordu. o an türkiye’ye jet hızıyla giriş yaptım sevgili seyirciler. ben kimdim ki güzel ülkemin teknolojik aletlere hayvan gibi bindirdiği vergilerden muaf olacaktım? nasıl bir çakallık yapmıştım da buralarda muhtemelen üç katı fiyat isteyecekleri dandirik bir telefona berlinlerde birkaç döner parası vermiş ve utanmazca o telefonu yurt sınırlarından içeri sokmuştum? kendimi akıllı sanmanın alemi yoktu. devletim ben ve benim gibi ucuzcuların haddini bildirmişti. tıpkı bir-iki sene önce bir diğer vergi kaynağı olan kozmetiklere yurtdışından alım yasağı koyduğu gibi. türkiye’de yaşıyor ve aynı parfüme 300 yerine diğer dünya vatandaşları gibi 200 birim para vermek istiyorduysanız ve bunu internetten siparişle başarıyorduysanız, siz tam bir vatan hainiydiniz ve o göz kalemleri, o sürtük gibi allıklarınız elinize dizinize dursundu! ille de alacaksanız bari günahınızın parasını ödemeliydiniz ki yüce devlet babanıza faydanız olsun (benzer tutumlar için insert: alkol ve tütün)
→
şimdi o 115 tl’yi kat’i surette ödememenin yollarını araştırıyorum. tahtakale piyasası 50 tl civarında çözüyor bu işi ya, ben inadım inat, para vermeden bir çözüm bulacak mıyım diye bekliyorum. telefonu kullanmam, burada bulunacağım bir ay boyunca tüm buluşmalarıma geç kalır, kaybolur, sokaklardan toplanırım da, yine devlet babama o 115 tl parayı yar etmem.
beni bireysel olarak sinirlendirip inatlara sürükleyen bu telefon mutsuzluğundan sonra, pasaportumu yine de çantama atıp ana evinin yolunu tuttuğumda memleketin beni iyiden iyiye istemediğini anladım. marmaraylar, kentsel değil rantsal dönüşümler derken altını üstüne, üstünü altına, içini dışına çıkardıkları zavallı istanbul’da, yeşilyurt civarı beckettvari bir durumda, hiç gelmeyecek bir otobüsü beklemeye başladım. normal şartlarda tren ile gidilebilen bu güzergah, marmararararay projesi yüzünden trenlerin kullanımdan kalkmasıyla aynı yükü taşıyamayan otobüslere devredilmiş durumda. bakırköy durağında “biz de medeniyiz” dercesine otobüs saatlerini gösteren dijital bir levha bile var. “10 dakika”, “9 dakika” diye gelecek otobüsü takip ederken, 1 dakika kala ibare yok oluyor ve bir daha yenilenmiyor. fonksiyonu çalışır haldeyken bile bu ayarda olan bu güzel otobüs, nedense, birdenbire, apansız, acele değil ama çabuk çabuk İPTAL edilmiş. iptal dediysek, herkese değil. durakta yarım saat bekledikten sonra internetten kontrol ettiğimizde gördük ki, 17.30 ve 22.00 arasındaki sefer yok. herhangi bir açıklama da yok. daha birkaç hafta öncesinde aynı saatlerde bu otobüse binebildiğimize göre, yüklü miktarda halüsinatif de almamışken böyle bir bilgiyi görmek düşündürücü oldu. işinden çıkanlar hala işine gidebiliyordu, çünkü 17.30’da bir araç vardı. ya sonra? o esnada akp’nin ampulü kafamda yandı, e sonrası iftar idi. iftar zamanı yolda olunur muydu! iftar bitince, takriben 22.00 civarı, son çaylar da içilince otobüs şoförleri yeniden araç kullanabilir, iftarını akrabasında yapan canciş aileler bu otobüsle evlerine dönebilirdi. o aralıkta başka HİÇBİR ulaşımın olmadığı bu güzergahta gitmek isteyen zındık faniler de ineklik etmeyip taksi tutsunlardı (acı acı tuttum).
beyimin o saatlerde beni bindirebileceği bir otomobili de olmadığından (hamileymişim gibi gezdir beni bebeğim), akşam vakti kadın başıma, sapa bir yerden bir diğer sapa yere giderken, elbette taksi tutacaktım. cebimde taksi parası yoksa da evimde oturacaktım. oruçsuz halimle toplu taşımayı kullanmayı nasıl düşünmüştüm, belli değil. taksi parası çekebilmek için çevrede devletimin güzide bankası ziraat’i aradım, dolandım durdum. maamafih evren, kendi paramla taksiye binmemi bile uygun görmemiş olacak ki etrafta ziraat hariç her banka mevcuttu ve ben inince anneme ödetmek üzere beş kuruşsuz halde bir taksi çevirdim.
sokaklar bizim değildi, onlarındı, bir yerden bir yere gitmek gibi çok basitçe bir hak bile açıklama yapılmaksızın gasp ediliyordu. üstelik bunu yapmak için kışkırmaları, eylem olacağını zannetmeleri, politik bir tavır almaları bile gerekmiyordu, canlarının istemesi yeterliydi. ben toplu taşımadan medet uman bir insan evladıydım ve memleketim benim hareket etmemi istemiyordu.
annemin evine vardığımda televizyonda, arjantin’de top oynayan beş türk teyzenin yarışma programı açıktı ve teyzelerin çiçekli şapkaları vardı. artık evden çıkmam için hiçbir neden kalmamıştı.
*kapak resmi: bobiler.org