İstanbul’daki evimi bozup hayatımın, “bir yer ne zaman ve nasıl eve dönüşür?” sorusunun olası cevaplarını her gün başka bir ucundan yakalamaya çalışacağım bir evresinde, bana eşlik etmesi için seçtiğim üç-dört öykü kitabından biriydi Nohut Oda. İstanbul’dan ayrılmadan kısa süre önce bir kitapçı rafında tesadüfen karşılaşmış, başlığıyla meraklanmış, arka kapağını okuyunca –muhtemelen bir gidişin arifesinde biriken hislerle de- “hah, tamam” demiştim. Benimle taşınacak kitaplar yarışmasında hangi rakiplerini geride bıraktı da bavula girdi, orası net değil. Ama geldiğim yeni şehirdeki otel odasından bozma, bana yabancı evimde, başka dillerin mesafeli serinliğine ana dilin tanıdık sıcaklığıyla ufak bir mola olmak için, oda arkadaşımla paylaştığım kitaplığın raflarından birine kuruldu. Ancak acil ihtiyaç anlarında kullanılmaya kıyılabilecek nadirliğinden sebep, sabırla zamanını bekledi orada. Aylar ayları kovalayıp yıllara evrilmeye başladığında, birkaç hafta önce o beklenen zaman geldi. Nohut Oda, bir kez daha aynı bavulda yerini aldı, ama bu defa kısa bir yolculuğa çıkmak üzere. Uzuuun uzun beklenen vuslat anı bir çırpıda bitiverdi, tabir yerindeyse yaladım yuttum öyküleri peşi sıra…
“Kendini bildi bileli kabuğunu arayanlara” ithaf ettiği kitabında Melisa Kesmez, okurlarını duvarları kayıplardan örülü, koridorlarında gitmeler serili, merdivenleri kalmalara inen, odaları hafızalara açılan; ama bunları hep eşikte tutan, nerenin o taraf nerenin bu taraf, nerenin içeri nerenin dışarı olduğunun hep biraz belirsiz kaldığı bir eve davet ediyor. Yazarın daveti, gönüllü olanlar için, özenle hazırlanmış bir sofranın başında geçirilecek hoş bir akşamdan çok daha fazlasını vadediyor: Evin inanması tatlı, hayali korunaklılığının zeminini sarsmaya yönelik bir davet bu bir taraftan da. Öyküler, kapıdan giren okuyucusunu elinden tutup evin karanlık köşelerine uğramaya çağırıyor. “Bak,” diyor, “duvardaki bu çatlağa daha yakından bak.” Çekmeceleri, dolapları açma cesaretini gösterenler için, bir yandan evin bir hayaletler haritası Nohut Oda’daki öyküler. Eşikte olma hali bu anlamda da devam ediyor: Sunulan kesinlikle bir ev güzellemesi değil; evler yıkılıyor, bozuluyor, evlerden kaçılıyor, taksiler, çadırlar, tepeler, ağaçlar, denizler yuvaya dönüşüyor zaman zaman. “Işıklı pencereler, ‘biz mutlu bir aileyiz’ yalanını atsa da dünyaya”[1], bu öyküler tam da bu yalana inanmamışların, inanamamışların öyküleri. Fakat diğer yandan evin değil, ama evde olma hissinin olası ve anlık sıcaklığıyla rahatlığının da hakkı veriliyor; bir öykü anlatıcısı, eve yeni taşınan kedi Latife’nin koltuğa kurulmasıyla “toprağa doğru görülmez kökler salmaya başlıyor” ya da bir vedanın hemen öncesinde, sahibinin çocukluğunu “muhafaza etmiş” bir oda, “evin geri kalanını istila eden kasvetli ve boğucu duygudan” azade, “tanıdık, iyi niyetli, misafirperver” bir hissin kapısını aralıyor. Ama bu sıcaklık ve rahatlık da o bildiğimiz ev yalanının eşlikçisi, uydurmasyon güvende olma masalından temellenmiyor Nohut Oda’da. Aksine, evde olma hissinin ne kadar anlık yakalanabilir olduğunu, bir yandan uçucu bir yandan da o an bizi – hem en içeride hem de ta dışarıda – çevreleyenlerle ne kadar ilgili olduğunu hatırlatıyor öyküler.
Kitabın kalbimi çalan bir tarafı da tam bu özelliğiyle alakalı: Öykülerin merkezinde olan duygular ve bu duyguların tetikleyicisi durumlar, sadece insanlara ait değil. İnsan dünyasının, hayvanlarınkinden, bitkilerinkinden ve eşyalarınkinden ayrılamaz olduğuna, bu dünyaların hepsinin iç içe geçtiğine, birbirini çevrelediği ve sarıp sarmaladığına, birbirinin üstünü örttüğüne; ayrı düşünmeye alışageldiğimiz bu dünyaların hep beraber var olunan bir dünyaya dönüştüğüne tanıklık etmek, okuyucuya bir keşif alanı açıyor.
Kedi Latife, kalmaya dönük onca çabanın başarısızlıkla sonuçlandığı ve “çekip gitme” kararının alınmak üzere olduğu bir anda, evi, dışarıyı kasıp kavuran ülke gündemine azıcık mesafelenmeyi mümkün kılan bir “kuytuya” dönüştürme kabiliyetine sahip tek kahraman olarak bizimle tanışıyor bir öyküde; ve aynı öykünün anlatıcısı insanı, “uzun ömrünün tecrübesi”yle –belki sadece bir an için- dönüştürüyor. İki insanın ayrılıkla ayrılamama arasına sıkıştıkları “Son Bir Çay”da, bu iki insanınkinin dışında, evin, çoğu onlardan daha eski üyeleri olan mobilyaların hikayelerini de okuyoruz. Evin annesinin ölümüyle “öksüz kalan” bu mobilyalar, öykünün, yoklukları büyük eksiklik yaratacak kahramanlarından. Varaklı ayna, sekiz kollu avize, gül ağacından masa, sarkaçlı saat ve daha nice eşya, sadece fiziksel alanı işgal etmiyor; hayatın ve öykünün gidişatını şekillendiren, kendi öyküleri ve tanıklıkları olan özneler olarak karşımıza çıkıyor.
Bir sonraki öykü “Annemin Çadırı”nda, “dört kişilik yemek masası ve iki kişilik yatağın somut bir gerçeklik kazandırdığı evliliğinden” ve evinden kaçan bir anne, deprem sonrası kurulan çadırda özerkliğini ilan edip kendini “ait hissedeceği”, “müşterek eşyadan bağımsız bir dünya kuruyor”. Bu yeni kurulan dünyayı, önceki evinden kaçmayı başarabilmiş kadınla paylaşanlar ise saksılardaki sardunyalar. Kitabın, anne kaybı temalı bir diğer öyküsü “Kız Kardeşim Handan”da da yine hem bitkiler hem eşyalar öyküyü kuran ve şekillendiren temel öğelerden. Annelerinin ölümünün ardından akraba maharetiyle evlerinin kapatılmasıyla yaşam alanlarından edilen genç yaştaki iki kız kardeşin bir nevi hayatı dağıtılıyor: “Kopan fırtınayla birlikte yerden havalanan ve insafsızca etrafımızda uçuşup duran şeylerin ortasında, Handan’la arada göz göze geliyor, birbirimizden medet umuyorduk. Ne yapsak bir türlü uyanamadığımız bir kâbusun içinde debeleniyor, altımızdan sandalyeler, halılar, koltuklar çekilirken, dünyaya geri dönmenin yollarını arıyor, bulamıyorduk.” Örtülen koltuklar, yuvarlanıp kapı arkalarına dizilen halılar, fişi çekilen buzdolabı ile, geride kalan sakinlerinin fikri alınmadan bir ev bozulup yaşamlarının olağan gidişatı bambaşka bir yöne sevk edilmeye çalışılan iki kardeşin, bir ömür sürecek yas süreçlerinin dönemeçlerini eşyalar ve bitkiler belirliyor. Hayatlarının kontrolünü kendi ellerine almaları ve evlerini yeniden kurmaları, bir süre beraber iyileşmeleri, dayanışmaları, sonra hayatlarını ayırmaları, öfkeleri, korkuları, kararsızlıkları, kalma, kaçma ve dönme kararları ve derken yeniden iyileşme çabaları hep eşya ve bitkiyle birlikte örülmüş bir dünyada, onlarla etkileşimlerinin etrafında cereyan ediyor.
Sadece Handan ve Aliye’den, onların etraflarından bağımsız duygularından ibaret değil okuduğumuz öykü; aynı zamanda “sarı poplinden bebe yaka” bir elbisenin, bir kameriyenin, bahçedeki güllerin, yaseminlerin, petunyaların hikayesi. Bunların hepsinin birbirine nasıl dokunduğunun, birbirinin yaşantısına nasıl yön verdiğinin hikayesi. Hepsi birbirini teşvik ediyor, itekliyor, yeri geldiğinde diğerine yaslanacak bir omuz uzatıyor. Öykülerin genelinde kurulan bu bir aradalığın dünyalarında insanlar belirleyici değil illa ki. Birinden biri olmasa her şeyin bambaşka olacağı bir örgüde bir araya geliyor insanlar, hayvanlar, bitkiler ve eşyalar; hiçbiri figüran değil, öykü bitince anlatıcı ne kadar hatırlanıyorsa, bir hayvan, bir bitki, bir eşya da o kadar akılda kalıyor.
Yazar Melisa Kesmez’in, 2018’de Nohut Oda’nın ilk baskısının biraz ardından Çatlak Zemin’den Cemre Baytok ve Nehir Kovar’la gerçekleştirdiği söyleşisinde de konu bir ara bu eşya ve bitki meselesine geliyor. “Hikayelerin geçtiği odaların epey kalabalık” olduğunu, iki kişiden ibaret olmadığını kabul eden yazar, hem bitkilerin hem de mobilyaların öykülerde tuttuğu azımsanmayacak yere dair şöyle bir açıklama getiriyor:
Son birkaç yıldır galiba bulduğum her bitkiyi, her kökü, her tohumu eve getirdim. […] Evin içinde ve balkonda şu anda elime bakan onlarca bitki var. […] Sanırım anneanne balkonunu yaşatma projesi biraz da bu. Biraz galiba çocukluğuma gidiyorum bu yolla. […] [B]u güncel bitki çılgınlığım elbet metne de sızdı. Bütün gün bitkilerle boğuşup yazarken onları dışarıda bırakmak mümkün olamazdı. Zaten bence nebatat dünyası yazıya müthiş zenginlik sağlayan zengin bir dünya. İnsan her türlü duyguyu botaniğe referans vererek, bakarak açıklayabiliyor. […] [M]esela bir evde bir fincan görüyorum; aynısından anneannemde de vardı, hatırlıyorum. Bu benim için büyük bir keşif anı olabiliyor. Belki çok küçüktüm onu hatırlamak için ama benim dünyamda vardı o fincan. Bir battaniye, bir halı, bir tekli koltuk vs. Bence bunlar belli duyguları çok belirleyen, tanımlayan şeyler hayatın içinde. O yüzden yazarken çok işime yarıyor. Sıklıkla eşyalara başvuruyorum. Seviyorum eşya anlatmayı. Bence mobilyalar anın ruhunu çok güzel yakalıyor.[2]
Bu bir arada var olma halinin bir başka düzlemi de yazarın Nohut Oda’nın okuyucularını davet ettiği eve dair: Öyle bir tane ev değil davet edildiğimiz bu ev; birbirinden ayrı bir sürü evin, birbirinden ayrı bir sürü ev fikrinin diğerine eklemlendiği bir toplama ev. Biraz kitabın ilk hikayesi “Kalanlar”ın kahramanının “türlü evin yastığından, yorganından, rakı bardağından, sandalyesinden düzülmüş” evi gibi… Yazarın, “ev dediğimiz toplamlar toplamı” tanımı, kitabın eve dair hislerin, gerçekliklerin ve algıların başka başka yüzlerini bir araya getirme kabiliyetini de ortaya koyar nitelikte. Yukarıda da bahsettiğim gibi, eve dair tek bir tanımı, tek bir duyguyu takip etmiyor öyküler. Biçim biçim ev, an be an dönüşüp okuyucusunun farklı zamanlardaki farklı algılarına karşılık geliyor. Çatlak Zemin’deki söyleşisinde Melisa Kesmez, bu açıdan çok zengin olduğunu düşündüğüm Nohut Oda’nın nasıl ev teması etrafında oluştuğuna değiniyor:
Sanki [Bazen Bahar’da ev konusunun] kıyısından geçmişim de üçüncü kitapta “burada bir kalayım” demişim gibi. Nohut Oda bu açıdan ilk tematik öykü kitabım diyebilirim. Gerçi kendimi illa bu temada yazacağım diye zorlamadım ama bu son öyküleri yazarken kafamda hep bir fikir vardı. Ev, mekan, barınmak, yerleşmek, kendini bir yere ait hissetmek, köklenmek ya da köksüzlük… Anladığım kadarıyla galiba sırf benim meselem de değil bu ev meselesi: Kiminle sohbet etsem konular dönüp dolaşıp hep aynı yere geliyor. Müşterek bir ev meselemiz olduğu kesin. […] Bu durum ister istemez ülke olarak içinden geçtiğimiz dönemle de ilgili diyebiliriz. Belki 30 yıl öncesine kıyasla çok daha uçucu hayatlar yaşıyoruz. […] Bizim kuşak biraz böyle, ekseriyetle seferi. Galiba rahat değiliz olduğumuz yerde. Rahat olsak niye yer değiştirelim. […] Çoğunlukla “hayırlısı” noktasında ilişki kuruyoruz mekanla. […] Çat diye başka bir ülkeye gidebiliyorsun. O ülkede mutsuz olup çat diye geri gelebiliyorsun. Sürekli bavul yapan, koli yapan, nakliyeci kovalayan, bir masada bir araya geldiğinde alternatif yaşamlar hakkında konuşan insanlarız. Mütemadiyen beklentilerimizi karşılayacak şehri, o şehrin içindeki yerimizi arıyoruz.
Elbette bu bir ayağı eşikte olma hali yazarın bahsettiği jenerasyondan da olsa herkesin gerçekliğini kapsamıyor; ama bir süredir yaygınlaşan bir durum olduğunu da inkar etmek imkansız. Birçok hayat, ülkeden ayrılan arkadaşların enkazlarıyla ağırlaşmış, kendisi için de kalsam mı gitsem mi kararının verilmeye çalışıldığı bir arafta sıkışmış vaziyette. Özellikle, “Kalanlar” başlıklı öykü, bu hayatların sahiplerine çok tanıdık gelmiştir/gelecektir, sanıyorum ki. “Bir arkadaş yolcu etme mekanizmasına” dönüşen bir hayatın kalmakla gitmek kararları arasında salındığı, bu arada da kendini olabildiğince dayanılır kılma denemelerinin bazen başarılı olduğu bazense hiç işe yaramadığı, geride kalmanın ve aradaki mesafelerin çoklu anlamlarının keşfedilmeye çabalandığı, en azından benim için neredeyse kendi ağzımdan aktarılmış gibi hissettiren bir hikaye… Bu eşikteki hayatlara, hafızadan mütevellit bir dal da uzatıyor Nohut Oda. Başka başka öykülerde okuyucunun karşısına dikilen, toplumsal belleğimizden dirilip geliveren bir an şunu hatırlatıyor: Dağılmış olabiliriz, daha da dağılmaya meylediyor olabiliriz; ama unutma ki depremi, Madımak Katliamı ya da bir başkasını hep beraber yaşadık. O acı, o utanç, o dayanışma, bir arada edindiğimiz tecrübe hangisiyse, birbirinden kopmaya müsait hayatlarımızın her birini -başka ağırlık ve şekillerde olsa da- delip geçti ve birbirine komşu boncuklar gibi aynı ipe dizdi. Mesafelerden bağımsız, gitmenin mümkün olmadığı bu ortaklık hissi bir tutunma ihtimalinin, bir kök ihtimalinin çatısının altında okuyucusuna da bir yer açıyor.
Belirsizliğin ve eşikte olma halinin daha az belirgin ve yakalaması çok keyifli yansımaları da var kitapta. Çocuğu için orada olmamış bir babayla arada açılan mesafelere dair bir öykü olan “Görüşürüz”de rüyayla gerçek, uykuyla uyanıklık, geçmişle bugün iç içe. Yine tarafları kesin bir çizgiyle birbirinden ayırmaktan kaçınan bir eşikte okuyoruz hikayeyi. İmkanlar açan bir belirsizlik bu. Aynı hikaye, kadın kadına bir aşkı barındırdığına dair bir izlenim bırakıyor okuyucuda. Yukarıda alıntıladığım söyleşide ise, Melisa Kesmez, aslında bu hikayenin kahramanı iki kadını çok yakın iki arkadaş olarak hayal ettiğini, olası bir karmaşayı öngördüğünü ama bir yandan da aralarındaki ilişkinin adını koymanın, o ya da bu olduğunu bilmenin kendisine gereksiz geldiğini ifade ediyor. Bu da belirsizliklerin, eşikte kalmaların açabileceği imkanlara Nohut Oda’da çakılan bir diğer selam. Bu imkanlara dair son sözü ise yazarın kendisine bırakıyorum:
Bu benim sevgilim, diğeri benim bilmem neyim şeklindeki kategorilerden kurtulmak sırtımızdan epey bir yük alırdı diye düşünüyorum. Yazarken de biraz bu unvanlarından bağımsız alanları tarıyorum. […] Ben bir baba ile kızın arasında ancak ve ancak bunlar yaşanır gibi de düşünmek istemiyorum.
[1] Melisa Kesmez (2018) Nohut Oda, İstanbul: Sel Yayıncılık. (İlk baskıları Sel’den çıkan kitap, bir süre sonra İletişim Yayınları tarafından yayımlanmaya başlamış.) Bundan sonraki alıntılar (yazarın söyleşisinden alıntılananlar dışında) hep Nohut Oda’dan.
[2] Cemre Baytok ve Nehir Kovar (10 Aralık 2018) “Kendi trajedisini yaratabilen kadınlar, orada bulunan erkekler / Melisa Kesmez ile söyleşi”, Çatlak Zemin, https://www.catlakzemin.com/kendi-trajedisini-yaratabilen-kadinlar-orada-bulunan-erkekler-melisa-kesmez-ile-soylesi/. Yazardan yapılan sonraki iki alıntı da aynı söyleşiden.
Ana görsel: Henri Matisse, Lilalı Kadın Okuyor.