Aurde Lorde “Sessizliklerim beni korumamıştı. Sessizliğin seni de korumayacak.” diyor Bahisdışı Kızkardeş’te. Durmaksızın salık verilen, yeğlenen korkmamanın değil, korkuyu anlamlandırmanın kendisine güç verdiğini söylüyor. Dolayısıyla ölme korkusuyla konuşmamayı değil, bu korkudan bir dil, söz kurmayı tercih ettiğini belirtiyor. Dile gelmenin imkânlarını sıralıyor. Kadınlarla arasındaki mesafenin kalktığını, onlarla temas kurduğunu ve bundan güç aldığını dile getirip ekliyor:
O dönem beni ayakta tutan kadınlar arasında Siyahlar da vardı beyazlar da, yaşlılar da gençler de, lezbiyenler de biseksüeller de heteroseksüeller de. Hep beraber, sessizliğin zorbalığına karşı ortak bir savaş veriyorduk.”
Sessiz kalmamanın, ses çıkarmanın türlü yollarından biri dile gelmek/getirmek: Yazmak. Ben bu yazıda yazma eylemine kurmaca yazma çerçevesinde Lorde’un getirdiği kesişimsel kıyıdan bakmaya çalışırken yazmaktan daha ziyade nasıl yazmak/nasıl bir dille yazmak sorularına odaklanmaya çalışacağım. Bu soruların cevapları için dolanırken söz konusu bu kıyının doğru, elzem ve acil bir başlangıç noktası olduğunu düşünüyorum. Aynı zamanda buradan açılarak heteropatriyarkanın hemen her alanda olduğu gibi bizlere yazarken de çizdiği sınırları zorlamanın gerektiğine inanıyorum. Zira bugünlere hiç de kolay gelmedik.
Joanna Russ Yazmak Yasak-Bastırılan Kadın Yazını’nda yazan kadınların 18. yüzyıldan 20. yüzyıla kadarki zaman diliminde bastırılma biçimlerini aktarırken kurumsallaşmış patriyarkanın yöntemlerini görünür kılıyor. Kadınların maruz bırakıldığı durumun “kasıtlı bir kumpas” olduğunu belirtiyor. Emile Pine Kendime Notlar’da yok sayılma, küçümsenme, aşağılanma, bastırılma, inkâr edilme gibi türlü biçimde tezahür eden söz konusu kumpasın harcında cinsiyetçiliğin yanı sıra ırkçılık ya da sınıfa dayalı dışlamalar da olduğuna işaret ediyor. Kendisi kesişim noktalarına daha az yer verse de gündelik pratiklerden, okurluk ve yazarlık süreçlerimizden biliyoruz ki söz konusu kumpasın özneleri tüm “azınlık edebiyatı”nı yok sayıyor. Failler için hayali, fantastik, bilim kurgu, düzen dışı, eşcinsel, siyah… bir edebiyat kusurlu, eksik, yetersiz. Lorde’un da işaret ettiği bu kesişim noktalarını da içeren dışlamaya Rebecca Solnit Yokluğumdan Aklımda Kalanlar’da[i] genişçe yer veriyor. Burada ırkçılıktan cinsiyetçiliğe homofobiden kapitalizme somürgecilikten eko-kırıma iktidarın işleyişine tecrübeler vasıtasıyla bakıyor. Mücadele biçimlerinden biri olarak yazıya da işaret ediyor ve ekliyor: “ağaçtan değil hikâyelerden müteşekkil bir orman ve içinden geçen bazı patikaların haritasını çıkaran yazılar” yazmak.
Burası kurumsallaşmış patriyarkanın ve yörüngesinde varolmayı seçenlerin karşısında çırılçıplak kaldığımız muhteşem ve muazzam o başlangıç noktası değil mi? Çıplaklıktan korkmamanın değil, bu korkuyu avcumuza alıp onu anlamlandırmanın imkân ve ihtimallerini zorlayacağımız yer. Korkup kalemleri bırakmamanın yeterli olmadığı, korkunun yazımızın dilini, biçimini belirlemelerine de müsaade etmediğimiz. Ágota Kristóf Okumaz Yazmaz’da,
Öncelikle yazmak gerekir, elbette. Sonra da yazmaya devam etmek. Kimsenin umurunda değilken bile. Kimsenin asla umurunda olmayacağı duygusuna kapılırken bile. Yazılmış kâğıtlar çekmecelerde birikirken ve diğerleri yazılırken unutulurken bile.
derken vazgeçmemeye işaret ediyor. Bugün bunda hemfikir olduğumuzu, hatta bizden öncekilerin de açtığı patikalardan yürüyerek epeyce yol aldığımızı varsayıyorum. Zira feminist ve lgbti+ hareketin pek çok alanda, çeşit çeşit araçla, yöntemle verdiği mücadele edebiyatta da kurumsallaşmış heteropatriyarkanın kalın duvarlarında delikler, oyuklar açılmasını sağladı. Bugün bunları büyütmenin, çeşitlendirmenin, derinleştirmenin ve birbiriyle teyellemenin -zira failler ve yörüngesinde yer almayı seçenler de boş durmuyor- yollarını düşünmek, bulmak ya da icat etmek gerekiyor. Bunun için de anlatmanın ve anlatacağımız hikâyenin şehvetine kapılmamadan –ah o hepimizin biricik sandığımız hikâyeleri- dil ve biçim arayışlarının peşini bırakmamamız gerekiyor. Bu patikada konaklamayı, ama devingen bir konaklamayı öneriyorum. Yazacağız ki yazıyoruz da ama nasıl?
Yazarak kendimize bir hikâye de kuruyorsak bunun yazanda, okuyanda, edebiyatta dönüştürücü, çarpan, sarsan ve huzurbozan etkisini yok sayarak salt hikâye/hikâyemizi anlatmaya öncelik vermek bir tercih elbette; ama ben bunun dışına çıkan, rahatsız ve riskli bir yazma ânının ve alanının mümkünleri ve olası etkileri üzerine düşünmeyi tercih ediyorum. Virgina Woolf’un “Ama geçici ve kişisel olandan kalıcı bir yapı inşa etmedikçe duyarlıktaki yoğunluk ve algılamadaki incelik hiçbir işe yaramaz.” cümlesini hiç unutmadan yazdığımızın yerleşik, kemikleşmiş, öğretilmiş, verilmiş dilin, estetik ve etiğin neresine düşeceğine dair merak ve arayışın yaratacağı etkiye bugün daha çok ihtiyaç duyduğumuzu düşündüğümden belki. Belki de kendi dilimiz, biçimimizle varolanda bir çatlak açıp oradan sızamadıkça süregelen damara eklemlenme konforunun sözümüzün dönüştürücü etkisini tehlikeye atıp atmaya dair şüphelendiğimden.
Annie Ernaux’nun Olay’daki “Yazarken zaman zaman öfkenin ya da acının lirizmine direnmem gerekiyor.” cümlesinde işaret ettiği “direnme” becerisi yazdığımızı kendimizden korumamızın önemli bir yolu olsa gerek. Bu, bir kopuşu imliyor. Latife Tekin de yazı yazabilmek için çocukluk dilinden kopuş gerektiğini söyleyip bir adım daha ileriye gidip “masum insanlar oturup roman filan yazamıyor.” demiyor mu? Bunu şöyle düşünmeyi de deneyebiliriz: Yazmaya koyuluyorsak tuhaf, tekinsiz ve tedirgin olan/eden bir yazmayı/yazıyı göze alabilmeliyiz. Zira mesele gerçekten sadece hikâye anlatmak değil.
Meseleyi sadece insanlara hikâye anlatmak olarak görseydim yazmak beni zaten ilgilendirmezdi. Güzel anlatılmış pek çok hikâye var, birbirimize onları aktarırdık. Nihayetinde ben kendimden yola çıkarak bu dünyada ne aradığımızı anlama çabası içindeyim. Yazıyor olmam beni en çok bu açıdan ilgilendiriyor. Başkalarından farklı bir sözüm olabilir mi, farklı bir düşünceye erişebilir miyim; bu çabanın kendisi değerli geliyor bana.
Latife Tekin’in tekrarladığı “farklı” kelimesi başka bir yerden, başka bir dil ve biçimde yazmayı sesliyor. Buralar nereler? Önce belki şu, konformist, sınırlandıran, risksiz kullanımların dışına çıkmak. Salt olanı anlatmak/göstermek değil onu sökerek, parçalayarak yazmak. Bu heteropatriyarkanın diliyle, onun sınırlarında mümkün mü? Galiba hayır. O halde, bu dile karşı bir dille yazmak. Hem gerçekliğin hem de dilin dışına çıkarak yazmanın yolu insan oluşa ve insana dair varolanları sarsmaktan da geçiyor. Öğrenmemiz gerekenlerden biri de bu olamaz mı? Canlılar, cinsiyetler, diller ve türler arası geçirgen, dolaşık, büklümlü bir metni zorlamak, denemek. Sapmalara açık, sapmalardan korkmayan bir dili. Risk alarak yazmayı.
Hem bugün gittikçe daha çok konuşmuyor muyuz? Epeyce de yüksek sesle. Her birimiz kendi sesimizi, sözcüklerimizi daha çok duyuyor, onların söylediğini daha çok seviyoruz. Deneyimleri, duyumsamaları, duyuların çokluğunu ise neredeyse unuttuk. Bir sesin peşine hemen takılıp gidebiliyoruz, bir sözcüğün, duygunun, kavramın. Susmaktan, sessizlikten, sözcüksüzlükten, bilmediğimiz, tanımadığımız, bize yabancı bizim yabancısı olduğumuz sesten tedirgin olduğumuz, ürktüğümüz için mi durmaksızın konuşuyoruz acaba? Yazılanlar biraz geveze gelmiyor mu size de? Tomris Uyar, “sözlerle yüklü susmayı” öğrenmekten söz ediyordu bir yerlerde. Latife Tekin “Sessizliği yücelten, dile karşı bir şey yazmak istedim” diyor bir söyleşisinde. Bir bildikleri olduğuna eminim.
Sesleri duymayı, dili soymayı öğrenebiliriz. Mesela yeryüzünün seslerini bildiğimiz sözcüklerle duyabiliyor muyuz sahiden? Yerin, göğün, suyun ve hayvanların sesleriyle aramızdaki filtreleri kaldırmadan sahici bir duymadan söz edebilir miyiz? Soymak derken şehirden, devletten, aileden, insandan… dili soymak ya da dilden tüm bunları. Yetmez; okurdan -evet okurdan, hatta ileri gitmekten çekinmeyelim- editörden, yayınevinden… bugün artık, “influencerlardan”, beğendim/beğenmedim’cilerden, sosyal medyadan… Ve işte dilimize çarpıp, dilimizden düşüp yazmaya tam da oralardan başlamayı deneyebiliriz belki. Şuna yaklaşmayı:
Dilin doğasında sözün sıfıra indiği bir dil vardır
Dili bu sınırda yakalamak;
ordan bakmak;
orda tutmak…
o sınırdan yazmak
İlhan Berk’in tarif ettiği bu dil/yer salınımlı, savrulmalı, dolanmalı bir dile yaklaştırıyor bizi. Bütünden iyiden iyiye uzak. Eksiltmeler, küçültmeler, kırıp parçalayıp bırakmalar. Ritmi önceleyen, doruk noktası olmayan, sesler ve yinelemelerle kurulan, neredeyse düğümsüz, gerilimsiz, merkeze yerleşmeyen bir merkezi de olmayan. Doğruluk ve gerçeklik, anlaşılırlık ve anlaşılmak iddiası da olmayan. Aslında iddiası olmayan.
Ritmi değişse ve düzensiz olsa da ritmik bir mırıltı, mırıldanmalıyız belki de konuşmamalıyız, sadece mırıldanmalıyız. Harfler, sesler, imgelerle. Melih Cevdet Anday Bölünmeler’de şöyle söylüyor:
Anlamak beni mutsuz kılıyor, anlamadığım kitaplarla yaşayabiliyorum. Merdivenli suların camı. Masa ile iskemleyi hep bir arada düşündüm, böylece ikisi de yok oldu, geriye bağıntıların imgesi kaldı. Bağıntıların canı vardır, ürerler ve mantığı yaratırlar. Biçim dizileri özlemin ikincil putudur. Çünkü insanoğlunun sonu geldi. Bunu bağıra bağıra söyleyelim.
Bugün biz bu sonda yazmıyor muyuz, sonun kıyısında(n)? Uçları birbirine dolaşık kayıplar, felaketler çağında büyük cümleler, anlatılar, açıklamalar, öğretiler, iddialar ve onların dili hükümsüz değil mi?
Okuduğumdan bu yana düşünürken, yazarken başvurmaktan vazgeçemediklerimden Jacques Rancièr Kurmacanın Kıyıları’nda pencerelerin, içerisi ile dışarısı arasındaki hududun belirsizliğini temsil ettiğini, yazmak için her daim pencereye dönmemiz, pencerelerle yüz yüze gelmemiz, pencereyi açık tutmamız gerektiğini belirtiyor. Çünkü içeride, güvende, ışığın çevresinde, korunaklı evde olmak aldatıcı bir güvenlik duygusuna sığınmak anlamına geldiğini söylüyor. Yazmak için ise “görmeyi öğrenmek”, “dışarıda olan bitene kendini maruz bırakmak” gerekiyor:
Görmeyi öğrenmekse, bakışı bildik işleyişinden çıkarmayı öğrenmektir. Bunun içinse mesafeyi ortadan kaldırmak, sokağa inip ‘her şeyin sınırsız olduğu’ dışarıda kaybolmak, bakışı çerçevelenmeye izin vermeyen şeylere, bakışa temas edip çarpan, merak uyandırıp tiksinti yaratan şeylere maruz bırakmak gerekir.
İşte bu tiksintiyi duyurmak. Tiksinç, tuhaf, tekinsiz olanı. Asuman Susam, “Düzensiz Düşünmeler / Tuhaftan Tekinsiz’e ‘Yeniden’ “[ii] başlıklı yazısında Donna Haraway’in “Başka bir yer tahayyülüne ve imkânlarına bakarken düşünme biçiminin aktarımı için canavarın karnından yazmak kavramını kullandığını” hatırlatıyor ve “Bunu dünyayı anlamak yolundaki çabamıza yeni patikalar açmak olarak düşleyelim. Karşımıza yolda çıkacak tüm tuhaflar, tuhaflıklar, ucubeler ve yoldaş türlerle birlikte ve bütün sabit anlatılardan koparak…” yazmaya işaret ediyor.
Acil durum ışıkları yanıp sönüyor. Sadece dilden kopuşun yetmediği, dilden kopup kendimizi/yazımızı neye açtığımızı da bir kopuşla beraber düşündüğümüz bir yazma hâli. Az’la, az olanla, azınlıkla yâren bir yazma bu. Evet, çoğunluğa, herkese yazılacak bir öykü, romandan söz etmiyorum. Georges-Didi Huberman Grizinun Kokusunu Almak’ta “ (…) ‘her şey iyiye gidiyor’ kisvesine bürünmüş bir istisna halinden başka bir şey olmadığını göstereceği şu normallik durumunun mütemadiyen boğmaya çalıştığı bir acil durumu uyandırmanın ve zuhur ettirmenin bir yolu olacaktır…” (s. 36-37) diyor ve konformist kullanımlara karşı yaratıcı kullanımlar, boğucu kullanımlara karşı özgürleştirici kullanımlara işaret ediyor.Haraway’in canavarın karnından yazmak kavramıyla bunları teyelliyorum.
Ne yapacağız? Çırılçıplak kalarak yazacağız. Uzlaşmayacağız. Yazıyla personalar inşa etmeye değil huzurbozmaya, rahat kaçırmaya, tedirgin etmeye çalışacağız. Sadece dilin değil alıcıların da ayarlarıyla oynayacak, sınırlarını zorlayacağız. Sığınaklardan elbette çıkacağız. Ama yalnız kalacağız. Yabanıl bir yalnızlığı göze alacağız. Ama kendimiz dışındaki acıya, kıyıma, yaraya duyularımızı kapattığımız bir yalnızlığa kapanma hali değil bu. Bu, tuzağa düşmeyeceğiz. Nihayetinde Marguerite Duras’nın dediğini hatırlayacağız:
Yazmak.
Yapamam.
Kimse yapamaz.
İtiraf etmek gerekir bunu: yapılmaz.
Ve oturup yazarız.
Ve oturup yazacağız. Niçin? Belki içimizdeki o tuhaf, tekinsiz, huzursuz ve yabancıya ulaşmak için. Ve bunu ancak çatallı, saçaklı yolları patikalarda kesişenler; birbirine, oluşlarına, yürüyüşlerine hesapsız kitapsız yârenlik edenler, bizler, göze alabiliriz.
Adı Geçen Kitaplar:
- Melih Cevdet Anday, Sözcükler, İstanbul: Everest, 2021.
- İlhan Berk, Poetika, İstanbul: YKY, 2023.
- Marguerite Duras, Yazmak, çev. Aykut Derman, İstanbul: Can, 1997.
- Annie Ernaux, Olay, çev. Siren İdemen, İstanbul: Can Yayınları, 2023..
- Gerges-Didi Huberman, Grizunun Kokusunu Almak, çev: P. Burcu Yalım, İstanbul: Lemis, 2022.
- Ágota Kristóf, Okumaz Yazmaz, çev. Feyza Zaim, İstanbul: Can, 2023.
- Audre Lorde, Bahisdışı Kızkadeş, çev. Gülkan ‘Noir’ ve Yusuf Demirörs, İstanbul: Otonom, 2022.
- Emilie Pine, Kendime Notlar, çev. Begüm Kovulmaz, İstanbul: Domingo, 2021.
- Jacques Ranciére, Kurmacanın Kıyıları, “Sokağa Bakan Pencere”, çev. Yunus Çetin. İstanbul: Metis, 2019.
- Joanna Russ, Yazmak Yasak – Bastırılan Kadın Yazını, çev. S. Melis Baysal, İstanbul: Minotor, 20220.
- Rebecca Solnit, Yokluğumdan Aklımda Kalanlar, çev. Seda Çıngay Mellor, İstanbul: Minotor, 2021.
- Pelin Özer (Söyleşi), Latite Tekin Kitabı, İstanbul: Can, 2020.
- Virgina Woolf, Kendine Ait Bir Oda, çev. Suğra Öncü, İstanbuL: İletişim, 2021.
[i] Söz konusu üç kitabın beraber ele alındığı bir yazı için: https://www.5harfliler.com/kim-oluyorsun-sen-yazar-leyla-erbil-ve-yazmayi-birakan-uc-kadin-karakteri-nermin-neslihan-zenime/
Ayrıca: Emilie Pine, Kendime Notlar için “Yokluğun Hafızası” : https://www.k24kitap.org/kritik/yoklugun-hafizasi-3496
Rebecca Solnit, Yokluğumdan Aklımda Kalanlar için “Hasarın Hafızası”: https://www.k24kitap.org/kritik/hasarin-hafizasi-3630
[ii] Asuman Susam, Düzensiz Düşünmeler / Tuhaftan Tekinsize “yeniden”, Birikim Dergisi, Eylül, 2022, Sayı401, s. 7.
Ana görsel: Selma Gürbüz, Birbirimize İyi Bakalım, 2020.