Gerçekler saatine hoşgeldiniz. Gerçekleri sevmek çok zor. Geç saatleri sevmek de zor. Bu yüzden bu söyleyeceklerimi sevmek hiç kolay olmayacak.
Tacizin yalnızca fiziksel taciz ve şiddetle sınırlı olduğunu düşünenler olabilir. Sizi temin ederim ki bu tavşan deliği çok uzun, çok karanlık ve artık hepimiz oraya inmek zorundayız. Parmakla işaret etmek yerine etrafından dolanınca anladım ki, bu bitmeyecek. Belki böyle de bitmeyecek, ama azalabilir. Ya da belki de azalmaz bile ama ben artık bütün bunlar vücudumun dışında dursunlar istiyorum. İçinde o kadar çok durdular ki. Bu yazıyı yazarken bir arkadaşım “Nereden geldi aklına bunlar şimdi?” dedi. “Hiç gitmediler ki,” dedim. Görmezden gelince, bunlara göre yeni konum alıp konuyu yok sayınca, “büyük adam” olup her şeyi unutunca bile gitmiyorlarmış. Kimilerinin varlığını inkâr ettiği bu tünele bu sefer telefonumun kamerasıyla kaydederek iniyorum. Çünkü tahminlerime göre, bu görünmez/duyulmaz efsunlu tünelden başkalarında da var. Eğer benimle bu tura gelirseniz ben size bendekilerden bir seçki göstereceğim. İsterseniz bir bakın, sizdekiler de buna mı benziyor.
Kuru otlar var bu deliğin girişinde, ayakkabılarımızın altında çıkardıkları sesleri duyuyoruz. Eğiliyoruz. Sonrası karanlık. Deliğin buralarında toprak yumuşak. Buralarda daha “Sen böyle bu işleri başardın ama, senin evlendiğini göreceğimi hiç sanmıyorum. Zaten çok eksiklerin var,” filan gibi sesler duyuluyor. Biraz ilerleyince iş yerinde olduğumuzu anlıyoruz. Gece saat 12’de telefonumuzun ışığının WhatsApp mesajlarıyla aydınlandığını görüyoruz uzaktan. Belki bu karanlık tünele yerleştirilmiş bir video enstalasyonu bu yanıp sönen mesajlar. Mesajların emir kipiyle yazıldığını görüyoruz. “Geleceksin”, “Yapacaksın.” Halbuki ‘patron’umuz yoktu bizim, öyle hatırlıyorum en azından. Şimdi tekrar düşününce, kaç senedir kaç insanla çalışmışımdır, kimseye bir şey için “Yapacaksın.” dediğimi hatırlamıyorum.
Neyse, tünelin başındayız. Yukarıdan gün ışığı geliyor hâlâ, tam emin değiliz; gündüz gibi, gece gibi. “Hep siyah giyiyorsun, böyle seni kim beğenecek, cenazeye gider gibi.” Belki her saniye beni inceleyip yorum yapmandan rahatsız olmuşumdur, sana gözükmek istemiyorumdur, o yüzden giyiyorumdur siyahları, ne bileyim. Bana söylediğin anlamsız kâğıt doldurma işlerini yaptım, bana söylediğin anlamsız dosya düzenlemelerini de yaptım. Bana açtığın anlamsız telefondan sonra anında istediğin yerde de oldum. İstediğin tüm kahveleri yaptım. Neden? Eksiklerim var ya, onları kapatıyorum. Belki hepsi anlamlıydı, ben anlamazdım, ama pek anlatamadın. Buyurdun yalnızca. Sorgusuz itaat benim eksiğimdir gerçekten, aslında bu teşhis doğru. Lisede de saçımı toplamaz, gömleğimi içime sokmazdım. Ben ehlileşmek bilmiyor olabilirim; ama gerçekten, sen de pek iyi bir hayvan terbiyecisi değilsin.
En sevdiğini söylediğin o kadıncağıza nasıl emirler yağdırdığını, nasıl gizli gizli ağlattığını görmedim. Erkek ya da kadın, bir başkasının başarısından bahsedilirken saklayamadığın kıskançlık öfkeni görmedim. Söylediklerini harfiyen yapmadığımda ettiğin tehditleri duymadım. Bana 20 kişinin içinde bambaşka bir şeye sinirlendiğin için çığlık çığlığa bağırdığında da duymadım. 2 saat sonra bir başkası sana akıl öğrettiği için özür dilediğinde de duyamamıştım ama, umarım kusura bakmazsın. Kapattım gözlerimi, kulaklarımı da kapattım, kendimi de kapattım ben. Hiçbir şey görmedim, hiçbir şey duymadım, hiçbir şey olmadım.
Bu zamanlar gencim ya, hayat güzel ya, çok “düşünmüyorum.” “Hayat böyle ya.” “Mobbing* olur, ona alışmak lazım her yerin gerçeği bu, bu yaşlar için.” “Şükretmek lazım, iş var güç var. Bunlar olur, her yer böyle zaten,” gibi sesler geliyor uzaktan, dost sesleri bunlar. Bizi “rahatlatıyor”lar. Halbuki biz ne yaparsak o oluyor hayatta, mobbing yaparsak mobbing oluyor. Yapmazsak olmayacak aslında. Bana onları yapmazsa eve gelip 2 saat ağlamayacağım. Ama o bunu yapacak, o kendine bakmayacak, buna karşın ben duygularımı yönetmek zorundayım. O hareketlerinden sorumlu değil, ama ben onun hareketlerinden sonra hissettiklerimden sorumluyum. Neden diyorum, neden böyle oluyor? “Bu güne kadar böyle gelmiş, böyle gider,” diyorlar. Böyle hiçbir şey hiçbir yere gidemez biliyorum ama, susuyorum. Tavsiyelere uyuyorum, WhatsApp bildirimlerini kapatıyorum. İşleri istemeye istemeye yapıyorum, “Ne yapalım, hayat zor.” Hiçbir gün gitmek istemiyorum ve bu yüzden hep geç kalıyorum. Geç kalınca hata yapmış oluyorum, ama zaten hata yapmam için düzenlenmiş bir sistemin içerisindeyim. Ama “çok şükür, iş var güç var.” Devam.
Gece 12’de gelen mesajlar aramalara dönüşüyor. Tünelin bu kısmında arama sesleri geliyor. Cumartesileri, pazarları, öğleden sonraları, sabahları, akşamları. Bu ses mideme kramplar sokmaya başlayınca bir süre çalmasın da titresin bu telefon diyorum. Bir süre sonra artık sesi hep kapalı telefonun. 2020 Mayıs, bak hâlâ kapalı. Tekrar Mayıs 2017: Bazen telefonu açardım. “Ne yapıyorsun?”, “Neredesin?” gibi sorular. Bu sorular sadece neyi nasıl neden yaptığımı merak eden sorular değil. Aynı zamanda anlayamadığı küçük şeyleri küçük kafeslere koymak isteyen sorular. Önce “başka okula gittiğim için” ötekiyim. Sonra “başka dilde konuştuğum için” ötekiyim. Daha sonra “tam onların sevdiği gibi iş üretmediğim için” ötekiyim. Bak, bunların hiçbiri önemli değil. Bak, ben aslında öteki değilim. Kimse öteki değil, bak. Lütfen bak artık.
Kiminle konuşuyorum? Konuştuğum tek bir kişi mi? Bir erkek mi? Bir kadın mı? Fark eder mi? Ne kadar fark eder, mesela? Telefonlarda soruların arkasından düzeltmelerimi alıyorum: “O anlayamadığım şeyleri öyle yapma. Benim önceden bilmediğim şekillerde olma. Benim istediğim yerde, istediğim saatte, istediğim gibi ol.” Sadece ehlileşmem değil sürekli yönetilmem de gerekiyor. Neden? Çünkü daha önce görmediğin hayvanlar korkunçtur. Ya değilse? Bir daha bak istersen, korkunç değildir belki? Belki kuyruğuna basıp duruyorsundur, canını acıtıyorsundur. Belki beni korumak istiyor, ama neyden korumak istiyor? Çoğunlukla kendi yarattığı, kendi inandığı, bazen de aynı onun gibi düşünen canavarlardan. Tahakkümle tanışıyorum. “Bak sana bir abi tavsiyesi.” Tavsiye çok iyi bir şey, yalnız incecik bir çizgi var: Düşüncelerini ikram edersen tavsiye, ağzıma tıkarsan dayatma oluyor. Kim bilir, ben de yanlışlıkla birilerinin kalbini çok ısrar ederek, haddime düşmeyenleri yanlış bir tonda söyleyerek kırmışımdır bilmeden. Umarım sonra özür dilemiş ve dönüp bir kendime bakmışımdır. Umarım kendimde herhangi bir şey sebebiyle böyle bir hak görmüyorumdur ve umarım asla görmem.
Böyle tek bir kişi arıyor zannettiyseniz şu ana kadar, hop, 1 metre daha aşağıdayız. Bu telefonu böyle yalnızca beyefendiler arıyor sanıyorsanız, hop, 1 metre daha aşağıdayız. Beyefendilerin hanım arkadaşları var, hatta eşleri var. “Ben sana fikirlerini söyleme demiyorum, yani bence söyle, ama çok söyleme. Bilmemkimin katılmayacağını düşündüğün düşüncelerini onun yanında, toplantılarda söyleme mesela.” Bir süre sonra telefonuma bakamaz oluyorum. Telefon çaldığında nefes alamadığımı düşünüyorum. Telefonumu aylarca kapatıyorum. Biraz sakinleşebilince telefonumu açıyorum, beni arayanlara geri dönmeye çalışıyorum. “Biz seninle bilmemne projesi yapmak istedik, ama sana ulaşamayınca yurtdışına gittin sandık.” “Neden yurtdışına gitmiş olduğumu düşündünüz?” “Çok sivri dilli bir tasarımcı olduğun için, birilerini çok kızdırdın ve mecburen gittin diye düşündük.” Gülüyordu bunu söylerken. Sonradan ben de güldüm. Canım dilim ya. Dilimi seveyim. Yurtiçinde de yurtdışında da aynı bu dil. Çünkü dil benim dilim, benim ağzımda.
2017: Çalıştığım birinden bir mesaj. Saat Gece 12, “Eve gittin mi?” Nisan 2020: Bir proje teklif eden biriyle telefonda konuşuyorum, ille de arayacakmış çok acilmiş, saat 23:00. Neyse, “Ulaşılabilir olman lazım, yoksa ohooo senin gibi çok tasarımcı var,” diye bir laf geliyor aklıma, açıyorum. “Projeyi bana yazılı olarak anlatabilir misin” diyorum telefonda, “İşte birkaç bir şey, konusu şu, birkaç tasarım.” gibi birşey diyor. “Anladım, detaylarını yazılı olarak anlatırsan daha kolay anlarım, daha hızlı yardım edebilirim,” diyorum. “Bu arada ben işlerinin hepsine baktım.” “Peki?” “Bir ara da uzun uzun konuşalım, sana işlerin hakkında neler düşündüğümü anlatmak isterim.” “Çok teşekkürler, tabii. Yalnız işin tam tanımını bana yazarsan sonra konuşabiliriz.” “Yok yani beğendim onu demek istiyorum.” “Çok iyi, o zaman yazılı olarak haberleşelim.” Tam telefonu kapatacağız: “Ya sen çok tatlısın.” Bu bir iltifat mı? Anlayamıyorum, iltifatsa sevineyim mi? Değilse korkayım mı? Bilmiyorum artık gerçekten. Her şeyden korkar mı oldum? Yatağıma giriyorum. Planlar yapıyorum, bundan sonra nasıl çok tatlı olmamayı başarabilirim? Dediğim hangi şey bu yoruma sebep oldu da ben fark etmedim? Yine nerede yanlış yaptım? Sivri olunca olmuyor, tatlı olunca olmuyor, sonuçta bu iş olmuyor. Ben ne olursam olayım olmuyor. Belki de konunun benim nasıl olduğumla alakası yok da sırf “ol”mamla alakası var, diyorum. Ben olmasam bunların hiçbiri olmayacak belki de; bu mu çözüm? Değil işte, ben olmayınca da başkası var çünkü. Sen varsın, mesela. Tatlısın, ekşisin, acısın… Çok kızgınsan, “Erkekler gülümseyen kızları sever.” Çok neşeliysen, “Herkese kuyruk sallıyorsun.” Üzgünsen, “Ağlamak sana hiç yakışmıyor.” Kısaca sen varsın ve başkaları tarafından istenilen şekillerde ve kontrol altında değilsin.
2003, hayatımdaki ilk erkek arkadaşım, bluzumun yakasını çok açık buluyor ve beni eve götürüp üstümü değiştirtiyor, bunu aşk zannediyorum. Belki o da kendince haklı, başkaları bir şey diyecek ve bununla mücadele etmesi gerekecek diye korkuyor. Yani o da başka bir tahakkümün içinde. Halbuki bunu önemsememeyi başarabilse, başarabilsek aslında öyle bir baskı yok. Biz inanıyoruz bu baskılara ve onları biz var ediyoruz. Bunu yaparken başkalarından da o baskıların içinde durmalarını bekliyoruz. Biri duruyor; biri bir duruyor bir durmuyor; zaten biri dursa ikisi durmuyor; ikisi ikincide neredeyse hiç durmuyor. Hesapların günün sonunda tam da tutamıyor işte böyle bir tanecik terbiyecim. Çünkü bir orman dolusu aslanı, bir şelale dolusu suyu susturamazsın.
Bak, kendime söylüyorum: Bak, artık tünelde değiliz. Belki bu tünel bir tünel bile değildir. Belki herkes kendi tünelini anlatırsa tüneller tünel olmaktan çıkar. Belki denemeye değerdir. Susmayı çok denedim, baktım ki susunca da susmayınca da sıra bana gelmiş, geçiyor. Bir de böylesini deneyeyim dedim. Ben kafesin içinde ağlarken, “Çıkmayacağım!” çığlıklarıma rağmen beni oradan sevgi ve sabırla çıkmaya ikna edenlere sevgiyle bu yazıyı bitirmek istiyorum. Özellikle İpek Çınar’a, benimle bu yazıyı okuduğu, anladığı, çalıştığı için. İyi ki çıkmışım, ormana yaz gelmiş, yeşilliklerin içinde istediğimiz gibi koşup oynayabiliriz.
—
*Mobbing’i tanımlamak gerekiyor gibi düşünüyorum. Bazen “Ben iş yerinde mutsuzum, benimle ilgili yanlış bir şey mi var diyenlere böyle bir kelimenin varlığından bahsedildiğinde çok şaşırdıklarını görüyorum, o yüzden bilinmiyor olma ihtimaline karşı not düşmüş olayım: Mobbing’i Wikipedia şöyle tanımlıyor: “Mobbing ya da bezdiri, bir grup insanın, bir kimseye veya başka bir gruba sosyal kabadayılık yapması.” Sosyal olmayan kabadayılık var mı bilemiyorum Wikipedia, ama kabadayılık kelimesini kabul edebilirim. Kendinde bir yerde çok sene durduğu için ondan daha az sene orada durmuş olanlara her şeyi buyurma hakkı gördüğü için kötü davranmak, “Ben çektim, sen de çekeceksin,” gibi bir şey derdim ben olsam. En önemlisi şöyle: Yanlış yapmanın ağır cezaları olduğu hissi yaratılan bir atmosferde, yanlış yapılmamasını imkânsız kılacak kadar çok psikolojik şiddet uygulamak. Tüm çıkış kapılarını kapatmak.
Wikipedia şöyle devam ediyor: “Latince kökenli sözcük; psikolojik şiddet, baskı, kuşatma, taciz, rahatsız etme veya sıkıntı vermek anlamlarına gelir. En iyi ifade eden anlamıyla yıldırma veya iş yerinde psikolojik terör anlamlarıdır. Özellikle hiyerarşik yapılanmış gruplarda ve kontrolün zayıf olduğu örgütlerde, gücü elinde bulunduran kişinin ya da grubun, diğerlerine psikolojik yollardan, uzun süreli sistematik baskı uygulamasıdır. Son dönemde sosyoloji ve hukuk başta olmak üzere çeşitli alanlarda disiplinler arası çalışılan bir konu haline gelmiştir.”
Ana Görsel: E S Kibele Yarman, İsimsiz.