Voltrans* (2014), evreni transfobik saldırılardan korumak için voltran oluşturma çağrısıyla açılıyor. Onlarca LGBTİ+ aktivistinin sözlü tarih anlatılarından oluşan bu belgesel, geriye dönüp bakınca, bir LGBTİ+ tarihi yazma girişimine dönüşüyor.
Voltrans’ın kuruluş hikayesi, 2008’de Aligül, Sinan ve Kanno’nun bir şekilde, feminist ve LGBTİ+ örgütlerinde yollarının kesişmesiyle başlıyor. Aligül’ün kendi açılma sürecini anlamlandırmaya çalıştığı bir dönemde Sinan Amerika’dan geliyor ve “trans erkek olduğunu” söylüyor. Öyle bir an ki bu, Lambdaistanbul’daki herkesin kafası yerinden uçuyor. Çünkü daha önce yaşanmamış bir karşılaşma, keşif ve açılma anı bu. Tıpkı Zeliş’in dediği gibi “bazı şeylerle hayatta karşılaşmazsanız, onlar hep teoride kalıyor.”
Kişisel olanın politik olduğu üzerine bir anısını şöyle paylaşıyor Kanno: “Sinan kendini anlattığında, beni de anlattığını fark ettim.” Sahiden de, her şeyin gaz ve toz bulutu olduğu bir dönemde, insan dinlediği, konuştuğu insanlardan başka kiminle dayanışabilir, anlamlandırabilir kendi sürecini? Voltrans gibi öz örgütlenmeler, aktivizmde tam da böyle alanları geliştiriyor. “Trans erkek nasıl bir şey, trans kadınlardan ne açıdan farklı hallere denk düşüyor? Peki, hangi hareketin öznesi?” Bu soruların hepsi üzerine etraflıca düşünmeyi, politika üretmeyi hedefleyerek bir yola giriyorlar. Ayrıca Lambdaistanbul’da bir araya gelen transların 2008 civarında çıkarmaya başladıkları Dönme ve Gacı dergileri, Amargi’deki trans feminizm tartışmaları ve LGBTİ+ Onur Haftası (2009-2010) da Voltrans İnisiyatifi’nin aktif olduğu döneme tekabül ediyor. Arşiv fotoğraflarından ve videolarından oluşan bir bölümde, Voltrans’ın trans erkek görünürlüğünü artırmak, trans erkeklik üzerine konuşmaya alan açmak ve öznelerin birbirleriyle dayanışmak için yaptıkları çeşitli etkinliklerden parçalar izliyoruz: çeşitli 8 Mart ve LGBTİ+ eylemleri (“Trans Kimlikler Hastalık Değildir” (Stop Trans Pathologization) eylemi -2012), kendi hikayelerini yazıp oynadıkları tiyatro oyunları (Kimyam Tenime Uymuyor 2010), çeşitli onur haftası atölyeleri…
Trans olma hali, Türkiye’de hâlâ ve çoğunlukla trans kadınlık deneyimi veya performansı üzerinden anlamlandırılmaya çalışılan bir süreç. Voltrans’ta aktivistler, geçiş sürecinin ikili (binary) ve devlet kontrolünde olması üzerine konuşurken, trans kadınların da erkeklerin de kendisini “translık anlatısına” uydurmak zorunda olmasından bahsediyor: Çocukken oynanan oyuncaklar, sevilen renkler, çiçekler, böcekler…her şey bu anlatının bir parçası haline geliyor. Hâlâ, legal olarak hormon almanın, ismini değiştirmenin, ameliyat olmanın koşulu bu anlatıya göre kendini şekillendirmekten geçiyor. Eğer trans bir kadınsan feminenliğin doruklarında pembe tütülerle cirit atmalı, trans bir erkeksen mavi rengi çok sevip, oyuncak askerler ve arabalarla oynamış olmalısın. Voltrans, bu normların arasında kalanlar için de bir alternatif alan yaratmaya çalıştığından da bahsediyor. Tam da bu norm meselesinden sonra, Aligül, uzun uzun toplumsal cinsiyetin bir spektrum olduğu üzerine konuşuyor. Onu kâh bir “cetvele” benzetip kendisini ortalarda, erkeğe yakın bir yerlerde kurguladığını söylüyor kâh bir o yakasında demlenilen, bir şu yakasında güneşlenilen bir “köprüye” benzetiyor. Bu geçişlerin bazen kendiliğinden olabileceğinden, herkesin kendi kişisel süreçlerine saygı duymak gerektiğinden bahsettiği birçok yazısı da var. Bunlardan en etkileyicisi, 2011’de Amargi’de yayımlanan ve kendi açılma sürecinden bahsettiği “Amargi’deki Erkek” yazısı olabilir.
Aligül’ün Amargi’de yazılar yazdığı, örgütlendiği dönemde yavaş yavaş açılması, bilinmezliğin getirdiği bir gerilimle hemhal oluyor. Kendisi bu dönemde “tüm erkekliğin yükünü omuzlarında hissettiğini” söylüyor. Bu, bir 8 Mart yürüyüşü sırasında trans bireylerin korteje alınmaması üzerine, feminist hareketin de trans öznelerle ilişkisini geliştirmeye çalıştığı bir döneme evriliyor. 2011 ve 2012 yıllarında Amargi’nin düzenlediği “Feminizm Tartışmaları” toplantıları, feminizmin ve LGBTİ+ politikanın özneleri olan translarla feministleri bir araya getirmişti. Bu tartışmalar, daha kapsayıcı bir feminist politika inşa etmek adına, trans bireylerin feminist harekete dahiliyeti üzerine çeşitli konuşmalar içeriyordu.
Belgeselde, tanıklık ettiğimiz en önemli şeylerden bir diğeri, örgütlülüğün çeşitliliği. Voltrans kurulduğu sırada İstanbul’da 3 tane daha LGBTİ+ örgütü mevcut: İstanbul LGBT(T) (2007), Lambdaistanbul (2006), EHP LGBT(T) (2008). Bu örgütlerden sadece Lambdaistanbul hâlâ çalışmalarına devam ediyor. Ayrıca İstanbul’daki LGBTİ+ örgütlere 2011 yılında SPoD (Sosyal Politika, Cinsiyet Kimliği ve Cinsel Yönelim Çalışmaları Derneği) da eklendi. Voltrans, kendi kendisinin tarihini yazan bir hareketin sadece bir kısmının belgeseli. Bu örgütlerin tam olarak ne zaman kurulduğunun, neler yaptığının, LGBTİ+ örgütlülüğün tarihinde nasıl izler bıraktığının bilgisine ulaşmak internete rağmen epey zor olabiliyor. Bu durumda bizi yazmayan yokmuşuz gibi davranan tarihe, politikaya inat belgelememiz, biriktirmemiz, hatırlamamız gerekiyor belki de.
2013’te Gezi Parkı eylemlerinden sonra katlanarak büyüyen Onur Yürüyüşü’yle, umutla bitiyor film. Tam da Voltrans’ın kestiği yerde, Gezi’de LGBTİ+ Blok’un nasıl örgütlendiğine odaklanan Diren Ayol (2016) başlıyor hatta. Neo-liberal görünürlüğün, TERF savaşlarının ve faşizmin tavan yaptığı bu dönemde öz örgütlenmenin gücünü hatırlatan bu filmi izlemenin hepimize iyi geleceğini umuyorum.
*Voltrans belgeseli, Kuirfest’in 10. yılı vesilesiyle Mubi’de 1 ay boyunca izlenebilecek.
Ana görsel: Aligül