Kadınlık durumunun birinci koşulu, size hayatı izah etmeyi kendine görev edinmiş adamlarla başa çıkmayı öğrenmektir. Çünkü okul çağından itibaren, erkekler size neyi nasıl yapmanız gerektiğini anlatacaktır. Bağcıklarınızı nasıl bağlayacaksınız, bayramda bayrağı soldan sağa mı yoksa sağdan sola mı sallayacaksınız, çantanızı sıranın altına mı yanına mı koyacaksınız? Aslına bakarsanız, yuvada yanınızdaki yatakta öğle uykusuna yatan küçük oğlanın bile sizin hayatınıza dair söyleyecek şeyleri vardı. Sizden önce konuşmayı başarabilseydi tabii. Ancak maalesef bu mümkün olmadı.
Homo Demonstrans (gösteren adam), hayatınızın herhangi bir evresinde karşınıza çıkabilir. Erkekler göstermeyi ve izah etmeyi doğal hakları olarak görürler. Bir nedenle, isim verme ve tanımlama görevinin kendi tekellerinde olduğunu düşünürler. (Bu durumun Adem babamızla ilgisi olabilir. Ama kafası çalışan herkes bilir ki, bütün isimleri Adem tek başına bulmuş olamaz. Belli ki, Havva bu görevi kısa süre sonra devralmıştır. Şakayık, çitlembik, ibrişim, yakamoz, zigon, gipür ya da ne bileyim müşkülpesent gibi bir kelime bir erkeğin zihninden çıkmış olabilir mi? Neyse, bunun sonu yok. İyisi mi, başka bir yazıya bırakalım.) Sadece isimler olsa neyse, dünya üzerinde ne varsa hepsi erkeklerden sorulur: Olaylar, insanlar, durumlar. Erkekler her şeyin en doğrusunu bildiklerine inanır, her konuya dahil olur ve bütün meselelere açıklık getirmek isterler. Tamamen kadınları ilgilendirenlere bile.
Mesela bir erkek arkadaşım bana ağda yapmanın inceliklerini anlatmıştı. Ne kadar şeker konmalı, ne zaman ateşten kaldırılmalı falan filan. Sonra da, bacaklarındaki tüyleri genellikle diz kapağına kadar aldıkları için, kadınların bu işlemi tamamen yanlış bir şekilde yaptıklarını iddia etmişti. “Tümünü tamamlamadıkları için mi?” dedim. “Hayır. İki yüzlü oldukları için,” diye cevap verdi, “çünkü eteğin altında kalan yeri almıyorlar, yani hile yapıyorlar.” Sıradan bir ağda hikayesinin içine, görev ahlakının girdiğini görünce biraz sarsıldığımı hatırlıyorum. “Yanlış” sözcüğünü tamamen pratik bir şey olarak algılamıştım, meğer ahlaksız anlamına geliyormuş. Birçok kadının bacaklarının üst kısmında tüy olmadığını, onun için o bölgeye ağda yapmadıklarını anlatmaya çalıştım ona. Fakat nafile. Anatomiden çok etik ile ilgiliydi. “Aşağısı yukarısının teminatıdır,” dedi bana. Kant gibi konuşan bir ağdacıya karşı ne yapabilir ki insan? Sustum ben de.
Hiç yemek pişirmediğini gayet iyi bildiğim bir başkası, enginarları neden limonlu suda beklettiğimize takmıştı. Ona göre tamamen gereksiz bir şeydi bu. Onun için derhal düzeltilmesi gerekiyordu.
“Enginarları neden limonlu su içinde bekletiyoruz?”
“Kararmasınlar diye.”
“Ama o kadar limon boşa gidiyor. Sade suda bekletsek olmaz mı?
“Olmaz.”
“Neden?”
“Kararır.”
“Kararmaz bence.”
“Kadınlar binlerce senedir enginarı böyle pişiriyor. Bir bildikleri var herhalde.”
“Sen nereden öğrendin bu limon işini?”
“Annemden…”
“Peki o?”
“Annesinden…”
“Ya kimsenin aklına gelmediyse? Sade su yeter derim ben. Bir deneyelim, ne olur ki?
“Olur. Deneyelim.”
(10 dak. sonra)
“Aaaa, kararmış bunlar yaaa… Halbuki havayla teması da kesmiştik. Hiç anlamadım valla… Patates gibi değil yani bu iş?”
Kadınları beceriksiz ikinci sınıf varlıklar olarak gören ve onları eğitip düzeltmeyi hedefleyen bu davranışa İngilizcede “mansplaining” deniyor. Bir tür benbilirimcilik yani. “Mansplaining” bazı durumlarda zararsız gibi görünse de, aslında her koşulda erkeklerin iktidar kurmak istedikleri bir ilişki biçimine işaret ediyor. Erkek, karşısındaki kadını çaresiz ve bilgisiz olarak düşündüğü ölçüde, kendini ispat ettiği hissine kapılıyor. Yine eskilerden bir anı: İlk sevgilimle beraber plaja gitmişiz. Kumsalda yürür eğleniriz falan diye düşünürken, bir de baktım ki bana yüzme öğretmeye çalışıyor. “Şimdi kolunu şöyle kaldır ve gövdeni ileri it! Suyun üzerinde rahatça durmak istiyorsan, sırt üstü yatarken kendini rahat bırakacaksın. Su zaten seni kaldırır.” Kibarlık falan bir yere kadar. Bir zaman sonra dayanamadım, onu orada bırakıp ufka doğru kulaç atmaya başladım. Çocukluğumdan beri iyi yüzerim. Açığa doğru ilerlerken beni takip edecek mi diye baktım, peşimden gelmedi. Döndüğümde sahildeki çocuklara kumdan kale yapmayı öğretiyordu. Kum çok kuruysa olmazdı, çok ıslaksa da olmazdı. Doğru nemi tutturmak lazımdı.
Söylemeye gerek yok, o ilişki çok uzun sürmedi. Ardından gelenler de çok farklı değildi gerçi. Hepsi bir şekilde, öğreten adam olmayı tercih etmişti. Böyle de idealist ve inançlı bir nesle rast geldim. Bu da benim şansım herhalde. Herkes bildiklerini aktarma arzusu ile yanıp tutuşuyordu. Hayatınızı kontrol etmeye çalışanlar, ne yemeniz ne giymeniz gerektiğini söyleyenler, sağlıklı yaşam kılavuzları dayatanlar ve (en sevdiğim kategori) sizi sizden daha iyi tanıdığını zannedenler.
“Kızgınsın sen, belli oluyor.”
“Yok valla değilim. Yorgunum sadece. Bir de midem bulanıyor. Çok mu içtik biz?”
“Kızgınsın. Sana haksızlık yapıldığını düşünüyorsun.”
“Aslında galiba kusmayı düşünüyorum.”
“Bana mı kızdın?”
“Tuvalet ne tarafa düşüyor?”
“Sana maymun iştahlı dedim ya daha önce…”
“Ha? Mandolin çalmayı bıraktığım için mi? Birinci sınıftaydı o…”
“Yok, hani çok sevgilin olmuş ya? Bana biraz şey geldi…”
“Ney geldi?
“Yani bence kadın dediğin biraz ağır olmalı. Dikkat ettim, garsonlarla da hep sen konuştun bu gece.”
“Şu tuvaleti gösterecek misin, nedir?”
“Bak yine öfkelendin! Hoşuna gitmeyince hemen sertleşiyorsun.”
“Kova da olur…”
“Yok, Kova değil bence Akrepsin sen. Ya da belki Boğa. Hem maymun iştahlı hem sivri dilli…
“Öğğğk….”
Bütün bu badirelerden geçip büyük bir hasar almadan otuzlu yaşlarınızın başına kadar gelmeyi başardıysanız, bu sefer de sizi iş hayatındaki Homo Demonstrans türü karşılayacaktır. Bunların en fenası akademide bulunur. Onlar okullara gitmiş, tezler yazmış, dereceler almıştır. Aileleri tarafından desteklenmiş, pohpohlanmışlardır. Oysa siz, doktoranızı yaparken üç işte çalışmış, belki de çocuk bile büyütmüşsünüzdür. Ama kimse sırtınızı sıvazlamamıştır, hatta doktora yapmanız bir lüks gibi görünmüştür. Sonunda akademideki yerinizi aldığınızda bu sıkıntıların sonu gelecek zannedersiniz. Ama burada da erkek meslektaşınızın size karşı hemcinslerine davrandığı gibi saygılı ve dikkatli davranmadığını fark edersiniz. Toplantılarda, konferanslarda, atölyelerde tepeden ve küçümseyici bir sesle konuşur, çok iyi bildiğiniz şeyleri size öğretmeye kalkar. Sanki siz aynı yollardan geçmemişsinizdir. Sanki o eğitimini alırken siz evde nakış işleyip kanaviçe yapmışsınızdır.
Eğer kadınsanız, akademik hayatta başınıza akıl almadık işler gelebilir. Çok sık rastlanan durumlardan biri, size tezinizin hangi konuda olduğunu soran bir meslektaşınızın başlığı duyar duymaz a) burun kıvırması, b) bunun daha önce yapıldığını söylemesi, ya da c) sizin tezinizi size anlatmaya kalkışmasıdır. Bildiri sunmak da ayrı bir meseledir. Birileri soru sormak yerine kendi işlerinden bahsedebilir ya da sizin iddianızı farklı sözcüklerle tekrar edip ortaya müthiş bir fikir atıyormuş gibi yapabilir. Hatta bazen konferans alanında biri yanınıza yaklaşıp başka bir konuşmacının anlattığı şeyler için sizi eleştirebilir. O konuşmanın size ait olmadığını söylediğinizde, özür dilemek yerine, o oturumda yapılan bütün konuşmaların birbirine benzediğini ima edebilir. Tabii, konuşmacıların tümü kadın olunca, konuları ayırt etmek mümkün olmamıştır. Bütün kadınlar aynıdır. Adam haklıdır.
Fakat bazen iyice garip hallerde bulursunuz kendinizi. Mesela, uluslararası bir toplantıda Amerikalı bir meslektaşınız sizinle Türkçe bir kelimenin anlamına dair tartışabilir. Zorda kalınca da, geri çekilmeyi utanç verici bulduğu için, kendi söylediği anlamın kelimenin “mecazi” anlamı olduğunu iddia edebilir. Adam Türkçe bilmez. Ama bunun önemi yoktur. Çünkü o hem beyaz hem de erkektir. Bu da ona her konuda fikir beyan etme hakkı verir. Sizse az gelişmiş bir ülkeden gelirsiniz. Üstelik kadın başınıza kalkıp erkeklerin at koşturduğu bir alana girmiş, onların konuştuğu dilde konuşmaya cesaret etmişsinizdir. Halbuki, kendi dilinizi bile yeterince iyi bildiğiniz şüphelidir. Onun için, haddiniz bildirildiğinde durumu sessizce kabul edip çekilmeniz gerekir.
Bana kalırsa siz de öyle yapın. Çekilin yani. Ama ayrılırken adamın taşaklarını da yanınızda götürün. Böylesi daha yerinde bir davranış olur. “Mecazi” olarak tabii.
Biraz daha buralarda olacağım. Yine görüşelim.