Hikmet Şırlak 1963’te Karaman’da doğdu. İlkokula Almanya’da başladı, İstanbul’da bitirdi. İstanbul Erkek Lisesi’ni son sınıfın başında terk etti. 1981’den beri el halısı ve kilim satmayı meslek edindi. Halen Kapalıçarşı’da Recep Karaduman mağazasında kilim satıyor. Biz de kilimlere duyduğu entelektüel merakın ve engin tecrübesinin izini sürmek istedik ve kilimle ilgili her türlü konuya değindiğimiz bir söyleşi yaptık. Kadınlara ait, unutulmaya yüz tutmuş bir sanatın hafızasını biraz olsun kayda geçirebildiysek ne mutlu bize.
Kilim hep kadınlar tarafından dokunan bir şey mi?
Kadınlar tarafından ve kadınların yalnız oldukları, hayal dünyalarında sessiz bir şekilde uzun vakit geçirdikleri zamanlarda dokunan bir şey kilim. Kadının şahsına ait bir şey. Kendiyle baş başa kaldığı bir yer. Hem bedenen, hem de zihnen. Zihninin, kişiliğinin uyarıldığı yer. Bugünkü genç kızlar daha özgür güya, ama öyle bir zamanları yok, öyle bir ortamları yok ve öyle bir süreç yok. Çok yaratıcı ve baskın bir kişiliğe sahip olacaksınız ki kilim dokuyacaksınız. Sanat icra etmek diye bir şey yok, sanat bugün profesyonel. Sanat okuyorsunuzdur ve saire, ancak o zaman sanat üretebilirsiniz.
Bir kilim ortalama ne kadar sürede dokunur?
Yazın pek kilim dokunmaz. Yazın kilim dokunuyorsa o sipariştir, yani ticari olarak dokunuyordur. Yazın köylülerin çok işi olur, tarım bayağı zaman alır. Kilim kışın dokunur. Kışın süre daha çoktur, iş daha azdır. Kilimin yününü eğirmesi dokumasından uzun sürer. Kadınlar yazın bellerine öreke takarlar, gittikleri her yere götürürler. Her boş vakitlerinde, bir metrelik yükseklik bulduklarında yün eğirirler. Bütün bir kış bir kilim dokumaya yeter. 6m² bir kilim de bir kışta biter, 4m² bir kilim de bir kışta biter, çünkü o süre kadar uğraşılır onunla.
Peki çeyiz için mi dokunur genelde kilim?
Kilim konusunda şöyle bir önyargı var: Yörük ve köylülerin kilimleri profesyonel değildir, amatördür, ticari amaçlarla dokunmaz diye bilinir. Halbuki öyle değil. Çeyiz için dokunur, ayrıca satmak için de dokunur. Yalnız burada ticari olmayan şey kilimin tasarımıdır. Yani modern kilimin, ticari kilimin aksine, ‘şu müşterinin evine bu gider, şu mal daha iyi satılır, böyle bir desen yapayım, yeni bir şey üreteyim’ fikri yoktur. Kendisi neyi kullanıyorsa onu dokur. Eskiden kentliler kilim dokuturdu, ebadını söylerlerdi sadece. ‘Bana şuraya iki yolluk dokuyun’ denirdi. Bu renk olsun, şu desen olsun, hiçbir şey söylenmezdi, çünkü öyle demek kilim anlayışına tersti. Kilimin zaten renk vs açısından evdeki diğer eşyalara uyup uymadığı tartışılmazdı. Oraya kilim gider mi gitmez mi, ona karar verilirdi. Dokuyana ‘şöyle doku, bunu doku’ denmezdi. Bu bir ressama gidip, ‘bana şöyle bir soyut resim yap, şunu dışa vursun’ demek gibi bir şey.
Geleneksel olarak kilim dokunması bitti mi? Bittiyse ne zaman bitti?
Kilim dokuyan kalmadı artık. Fakat kilim dokunması bitmeden önce daha önemli bir şey oldu. 1) Sentetik boyanın icadı 2) 20. yüzyıldaki büyük nüfus hareketleri. 20. yüzyılın kilimi geleneksel kilimden ayrıldı. Daha ticarileşmeden. 50’lerde, 60’larda, okuma yazma bilmeyen, dünya ekonomisine entegre olmamış köylünün dokuduğu kilimler 19. veya 18. yüzyıldaki kilimler gibi değil. Daha özgür, daha deneysel. Bireyselliğin öne çıktığı kilimler. 20. yüzyılın kilimlerinde neredeyse tamamen sentetik boya kullanılıyor. 1860’tan beri sentetik boya var. 19. yüzyılın son çeyreği doğal boyadan sentetik boyaya geçiş evresi. Yüz yaşındaki kilimlerin çoğu sentetik boya. Tabii yüz yıl önceki sentetik boya bugünkü sentetik boyadan iyi. Dolayısıyla kilim boyaları sapasağlam kalmış. Sentetik boyanın ortaya çıkmasıyla renk çeşidi ortaya çıkmış. Kilimler artık gökkuşağı olmuş. İkincisi, köylü artık kendi yününü boyayabilmiş. Geleneksel dönemde boyayı boyacılar yapardı. Köylüler yünü verir, boyatır, geri alırdı. Bazı boyaları kendileri belki yapabilirdi. Birçok boya maddesi alınıp satılan ticari maddelerdi, indigo örneğin. Tutup onu dağlardan falan toplamazdı boyacı da.
O zaman anladığım kadarıyla 20. yüzyılda geleneksel kilim dokumasıyla modern sanat anlayışının bir anlamda iç içe geçmeye başladığını görüyoruz.
Evet, bazı köylüler daha ticari hayatla tanışmadan bu değişimi göstermeye başlamıştı. Geleneksel hayattan bir kayma olmuştu.
Peki geleneksel dönemde kilim dokuyan bir kadının yaratıcılığını nasıl tanımlarız? Bugün anladığımız yaratıcılık anlayışı, sanat anlayışından nasıl farklıdır? Kendi bireyliğini ne oranda yansıtır veya yansıtır mı?
Klasik dönem diyeyim ona, 17. yüzyıldan 19. yüzyılın ortasına kadar bugünkü anlamda yaratıcılık çok az. Beceri ön planda. Bir kilimi güzel dokumak, desene ve renge sadakat demek. Ben eskiden antika kilimler toplardım. Antika kilimlerin içinden o sadakati göstermeyen kilimler toplardım. Antika ve doğaçlama. Çok az bulunurdu. 20. yüzyılda desen aynı ama özellikle renkte özgürler. Bu özgürlük alanı ciddi bir fark yaratıyor.
Siz kilime baktığınızda dokuyanın duygu durumuyla, hissettiği şeylerle bağ kurabiliyor musunuz? Ya da onu anlamak mümkün mü?
O çok zor çünkü dokuyucuyla hiç karşılaşmıyoruz. Zaten duygularını dışa vurduğunun kendi de farkında değil. Komşusunda veya annesinde gördüğü kilime bakıyor, ‘bu desende dokuyacağım’ diyor, ‘buraya şu rengi atayım, buraya bu rengi atayım’ diyor. Zaten sanat irade işi olmak zorunda değil. Bugün sanatın her alanında deneysellik ve tesadüf vurgulanmaya çalışılıyor. Bugün birçok sanatçının denediği şey o zaman doğal olarak varmış. Bu da kilimde belli oluyor.
Yani aslında bilinçaltının yansıması demek mümkün mü? Hem bireysel olarak, hem kolektif olarak.
Evet. Bazen iradeyi de görebiliyoruz tabii. Kız bir hinlik yapmış, bile bile yapmış bir şeyler. O belli oluyor. Ama genelde irade dışı.
Peki biraz da desenlerin anlamlarından bahsedebilir misiniz bize? Var mıdır her desenin bilinen sembolik bir anlamı?
Biz hiçbir sembolün ne olduğunu tam olarak bilemeyiz. Ve bunu bildiğini iddia eden tarihçiler de ya yalan söylemektedir, ya da söylenmiş yalanları kopyalamaktadır. Desenleri dokuyan kadın da ‘bu bir sembol’ diye düşünür, çünkü o kadın o desenleri devralmıştır. Hatta belki o halk o desenleri devralmıştır. O topluluğun tarihinde o desenler belki olmuştur, belki olmamıştır. Sözlü gelenekte ‘bu bu demek, bu şu demek’ diye anlatılır. Ama bu var olan bir şeye anlam vermedir. Çünkü baktığınız şeyin bir anlamı olduğunu hissediyorsunuz. Onu öyle boş bırakamazsınız. Duvarda bir yazı var, bir yazı olduğunu biliyorsunuz ama ne yazdığını bilmiyorsunuz. Eğer ona bir anlam vermezseniz bu tehlikeli bir şey. Bilinmeyenle yaşayamazsınız.
Daha önceki bir sohbetimizde ‘etnisite yoktur kilimde, yerellik vardır’ demiştiniz. Onu biraz açabilir misiniz?
Türkiye’de Türkler, Kürtler, Ermeniler kilim dokuyor. İran’da da Türkler, Kürtler, Ermeniler kilim dokuyor. Ama İran kilimleri birbirine benziyor, Türkiye kilimleri, Anadolu kilimleri de birbirine benziyor. Türkiye’deki Türkmen’in dokuduğu kilim, İran’daki Türkmen’in dokuduğu kilime benzemiyor. Ama Türkiye’deki Kürt’ün kilimine daha çok benziyor. Aynı dövmelerdeki gibi. Kilime etnik köken bağlamanın temeli yok. Bu aktarım alanıyla ilgili bir şey, o yüzden yerellik ön planda.
Günümüzde kilim satarken nasıl bir alıcıyla, ne tür zorluklarla karşılaşıyorsunuz? Alıcı nasıl değişti?
Ben esnaf olduğum için, bizim için zorluk yok, şartlar var. Benim sahaya göre oynamam lazım. Zorluk gibi görünen bir sürü şey anlattığımda çelişki dolu olarak görünür. O piyasanın, insanın çelişkisi, zorluk gibi gelir. Örneğin bir müşterinin gelip bende olmayan, hatta dünyada var olmayan kilimi benden talep edip bunda ısrar etmesi gibi. Bunlar yaşanıyor. Bir kere bugün insanlar alışveriş yapmıyor. Her şey zorla satılıyor. Kimse istediği şeyi almıyor. İnsanlara dayatılıyor, kafasına vura vura satılıyor. İnsanlar da seçtim zannediyor. Genelde alışveriş dünyası bu. Bu böyle olmasa endüstri zamanında üretime %90, reklama %10 yatırım yaparken, bugün tutup üretime %10 reklama %90 yatırım yapmaz. Yani ürün artık reklamcı tarafından tasarlanıyor. Bugünkü ekonomi böyle yürüyor. Dolayısıyla insanlar seçmiyor. Bu herkese uygulanabiliyor mu, hayır. Ama çoğunluğa uygulanabiliyor.
Siz uygulayamadıkları kitleyi mi hedefliyorsunuz?
Evet. Biz beğendiğimiz malı alıyoruz. Bizim beğendiğimiz malı da beğenen çıkıyor. Bu kitle de çok dar zannediliyor ama aslında o kadar dar değil. Sadece bunlar bağırmıyorlar. Ve de bu kitle çoğalmakta. Bir şey doğru yapıldığında izleniyor.
Ama kilimlerin de arkası gelmiyor. Sata sata bitecek mi?
Orası öyle. Fakat ben iki konudan kaygılanmıyorum. Bir, benim ömrümce yeter diyorum. İkincisi, kilim bittiğinde insan mutlaka değer üretmeye devam eder. Bu karşı konulabilecek bir şey değil.
Ted konuşmanızda bahsettiğiniz çok ilginç bir konu var. Kilimlere ünlü batılı ressamların isimlerini takma meselesi. Bu nasıl başladı?
Bu ilk Escher’le başladı. 1981’de ilk bu işe başladığımda kilimlere bakıyordum, deseni izliyordum, sonra karıştırıyordum. Bu desen mi, arka plan mı? Bakıyorum arka planda da acayip bir sembolizm var. Hangisinin arka plan, hangisinin ön plan olduğunu kestiremiyordum. Aynı dönemde bir kitap okudum, kapağında Escher’in “Gökyüzü ve Su” eseri var. O zaman fark ettim ki bu kilimlerde Escher var. Ama Van Gogh, Gauguin gibi ressamları daha sonra keşfettim, yani renk oyununu. Dükkanda bir gün vitrine Monet kitabı koyduk. Öyle devam etti. Artık kilim astığımızda arkadaşlar bana ‘şuna bir resim seç, boş kalmasın’ diyorlar.
Kilime modern bir gözle bakmak demek oluyor bu, değil mi?
Aslında bu çift taraflı. Modern sanat gelenekten besleniyor. Bugün modern dünya büyük bir çöküş içinde. İnsanlar medeniyetten kaçıyor, ilkele doğru gidiyor. İnsanlar halılarda bordür istemiyorlar. Sistemli desenler istemiyorlar. Özgürlük isteği kilim beğenisine bile yansıyor.
Müşteri profiliniz Türkiye’yle sınırlı değil anladığım kadarıyla. Size çok da yabancı geliyor, değil mi?
Geliyordu. Yabancılar artık Türkiye’ye gelmiyor. Şu anki müşterilerimizin çoğu yerli müşteri veya Türkiye’de yaşayan yabancı. Ama 2015 Ekim ayına kadar bizim turiste yaptığımız satış yerliye yaptığımızdan daha fazlaydı. Biz özellikle halı geleneğini bilmeyene satıyoruz. Veya biliyor ama bıkmış. Alışveriş yapmak istemeyene satıyoruz. Çünkü dükkânın önünden geçerken bir dükkân dolusu abuk subuk mal görüyor. Şöyle bir yakalıyor. Halı peşinde değil. Çoğunun ihtiyacı yok. Gördüğü için alıyor. Bizim gördüğümüz şeyi görüyor. Tabii ki yaptığımız birkaç üçkâğıt var. Dükkânın beyaz tabelası, vitrindeki broşürün beyaz olması, vitrini fazla istila etmememiz, boş bırakmamız. Çaktırmadan “bak burada sana göre bir şey var” diyoruz.
Halıyı veya kilimi evdeki diğer eşyalardan ayıran, kendine has özelliği nedir sizce?
Halıda geleneksel bir şey veya sanat olmalı. İnsanlar bunu gözardı ediyorlar. Hiç kimse her gün halısını değiştirecek kadar zengin değil. Üstümüze her gün farklı bir gömlek giyebiliriz. Dolayısıyla bir gömleği beğendik diye alabiliriz. Onu yılın 365 günü giymeyeceğiz. Ama bir halıyı, kilimi alçalan günümüzde, yükselen günümüzde, daraldığımız gün, ferahladığımız gün, her gün kullanacağız. Dolayısıyla onda bir içerik olmalı. Bu içerik ya sanatsal olmalı, modern bir şey olabilir, veya geleneksel. Gelenekselliğin iyi tarafı, o renkler, o desenler en güzel renkler, desenler değil; en sağlıklı, beraber yaşanılabilen, test edilmiş desenler. İnsan bir halıya bakmaz, fakat onu bilinçaltında görmeye devam eder. Birçok şeyi öyle yapıyoruz. Bakmadığımız halde fark ediyoruz. Hatta bakmadığımızda daha iyi fark ediyoruz. Çünkü insanın bilinci çok ukala bir şey. Kendini beynin tamamı zannediyor. Hani üzerinde çalışırken çözemediğimiz bir şeyi biriyle bambaşka bir konu konuşurken çözeriz ya, veya rüyamızda çözeriz. Çünkü orada bilincimizin beynimiz üzerindeki baskısı ortadan kalkar. Kilime biz odaklanmadan baktığımızda ona kafamızdaki herhangi bir şeyi giydirmekten vazgeçiyoruz. Onu zorlamıyoruz. Onu keşfetmeye başlıyoruz. Sanat eseri de öyle. İnsanlar sanat galerisine giderler, derler ki “Benim eğitimim yok, ben bundan bir şey anlamadım, bu ne anlatmak istiyor.” Bir şey anlamaya çalışmayacaksın, bakacaksın. Ne görüyorsan o. Bu denklem değil ki çözesiniz. Bir kilimi sanatsal açıdan tecrübe etmenin yolu onu deşifre etmekten geçmiyor.